Hemen tüm kültürlerde görülen “suların içinden yükselen taş ya da tepe”, Türk efsanelerinde de yerini almıştır. Örneğin; “Tanrı’ya karşı hatalı davranışta bulunan insan suya düşer ve suda boğulurken, «Ah yüce tanrım beni kurtar.» diye yalvarınca, Tanrı, «Ey insan, suda yüksel.» diye karşılık verir ve insan suda yükselir. Tanrı ikinci buyrukla, «Yalçın kaya olsun.» deyince, ortaya çıkan kayanın üzerine tırmanır.”
Bu mitosun kendi zamanına denk düşen diğer evren-doğum efsanelerinden farkı, yaratılış dizgesinin sıralanmasıdır. Bu anlatımda, insanın daha önce yaratıldığı şeklinde bir anlayış ile karşılaşırız.
Bir başka kaynakta sözü edilen Dokuz Oğuz Menkıbesi’ndeki ayrıntılarda, şöyle bir anlatım geçer: “Eskiden başları, hakanı bulunmayan sadece boylar halinde yaşayan Oğuzlar bir gece nur sütununun yeryüzüne indiğini ve bu sütunun çam ağacının gebe kalarak beş şehzade doğurduğunu görmüştür. Gökten inen nur sütunu yeryüzünde taşlaşarak yeşim taşından bir kaya vücuda getirir ve bu kaya daha sonraki nesiller için kutsal sayılacaktır.”
Yeşim taşının Avrupa ve Ortadoğu’daki simgesel algılanışı ile Orta Asya Türkleri arasındaki benzerlik de dikkat çekmektedir. Göksel ya da cennetsel kökene ilişkin düşünü, burada da görülmektedir.
Efsanenin sonraki evrelerinde bu kayaya nasıl saygı gösterilip nesiller boyu bir arada yaşandığı, Buğu Han’dan otuz göbek sonrası torunlarından Yuluğ Tekin’in oğlunu Çin hükümdarının kızıyla evlendirirken, Çin hükümdarının hediye olarak Kutlu Dağ’ı istemesi ve bu teklifin kabul edilmesiyle de dağın ateşler yakılıp üzerine keskin sirkeler dökülerek parçalanması, parçaların Çin’e götürülüşü anlatılır. Bunun ardından felâketler birbirini izler ve sonunda Oğuzlar ülkelerinden göç etmek zorunda kalır.
Efsanenin başka anlatımlarında, Buğu Han’ın rüyasına giren bilgenin bu taşın önemini ve nasıl saklanması gerektiğini anlattığını, bunun ayrıntılarını görürüz. Rüyadaki anlatımıyla, bu taşın korunması ile dünyanın dört bir yanına nasıl hükmedilebileceği Oğuz Han’a aktarılmış ise de, sonunda Çinliler taşa sahip olur.
Dağ, Türk kavimlerinin iç dünyalarının en büyük simgesi olarak karşımıza çıkar. Bu simgenin bazen ruhların yaşadığı yer, bazen başlı başına bir ruha sahip ve bazen de daha yüksek mertebeler ile iletişim için kullanıldığını görürüz. Dualarda genellikle ona “kutsal büyük dağım” şeklinde hitap edilmekte ve istenilenler sıralanmaktaydı.
Kimileri Türkleri Şamanlık ile suçlar. Ancak eski Türkler dağı asla üstün yaratıcı olarak görmemiş, dağa taşa tapmamış, sadece bunları üstün güç ve yaratıcı Tanrı’nın kudretinin bir belirtisi olarak görmüşlerdir. Günümüzde yurdumuzda da dağ ve tepelere verilen kutsallık ve ilâhi yüklem, halk gelenekleri arasında yer yer sürmektedir. Özellikle Şii ve Alevi geleneklerinde, bu yerlerde yatırların bulunduğuna ilişkin inanç hayli yaygındır.
Kutlu dağ, kutlu tepe simgelemesinin ötesinde, gelenekleri etkileyen bir diğer simge ise kendini daha önce sözünü etmiş olduğum yağmur taşı biçiminde gösterir. Bazen “yat” diye de anılan bu taşların güçlerine inanış, Altaylardan Anadolu’ya kadar uzanmıştır. Halk geleneklerindeki yağmur duası şeklindeki ritüel, genel olarak yedi değişik şekilde kendini gösterir:.
1) Tek taş kullanmak;
2) Bir türbe yanından yedi taş alıp göğe fırlatmak;
3) 3000 ile 5000 taşa dua okumak;
4) 7000 taşa dua okumak;
5) 20.000 taşa dua okumak;
6) 70.000 taşa dua okumak;
7) 100.000 taşa dua okumak.
Bunların her birinde amaç, tanrısal güce ve yaptırıma taşlar amacıyla ulaşmaktır
Anadolu taş kültürünün kendini en belli ettiği yerlerden biri Kaz Dağı’ndaki Sarı Kız heykelidir.
Hem Helen mitolojisi ile bağlantılı olayların geçtiği hem Sarı Kız Efsanesi’nin yer aldığı bu mekân, özellikle Alevi-tahtacı Türkmenler tarafından 13 ağustos - 2 eylül tarihleri arasında kafileler halinde ziyaret edilir.
Avrupa’daki içinde delik olan taş ya da kayaların içinden geçme ritüelleri, Anadolu inançlarında da görülür. Antalya’nın Salfasol köyündeki bir türbede böyle bir taş, Kırşehir’deki Hacı Bektaş şenliklerinde Alevilerin içinden geçmeye çalıştığı kaya hep böyle bir inancın uzantısıdır. Sadece ilerleyen zaman ekseni içinde bu olaydan beklenen “keramet” şekil değiştirmiştir.
Cahiliye geleneklerindeki kutsal taşı ya da tapınağı ziyaret ve tavaf etme ritüeli, kendini Anadolu’da da belli eder. Balıkesir Dursunbey’deki yatır taşlamak, istediklerini toprağa çömelip çizmek şeklindeki bu ritüel kapsamındaki sihirsel ve büyüsel pratik hemen kendini belli etmektedir.
Avrupa geleneklerindeki “taş kesilmek” kavramı da Türk geleneklerinde yerini bulmuştur. Büyüklere el kaldıranların taş kesileceği, taşlanan insanlara ilişkin anlatımlar, hep bu geleneğin bir parçasıdır.
Göktürklerin taş inançlarında, taşların iki değişik kullanım yeri vardı: Tıpkı Antik Mısır obelisklerinde olduğu gibi, üzerine tarihi kayıtların tutulup dikildiği “Bengütaş” ile “Orhun Anıtları”.
Eski Türk kavimlerinin mitleri incelendiğinde, hayli ilginç simgesel yorumlar çıkmaktadır. Özellikle Güney Sibirya ve Altay’daki Türk mitolojisinde yer alan demir-dağ anlatımları ve burada yaşayan devlere karşı hanın yolladığı askerler önemli bir yer tutmaktadır. Araştırmacılar özellikle bu bölgede oturan insanların dev boyutlarından söz etmektedir.
Demir ve bakır dağlar, bir bakıma yeryüzünün temel direklerini temsil eder. Mezopotamya ya da Mısır mitolojilerindeki sütun simgesi ile aynı şeydir. Bu betimleme, Şaman davullarında resmedilirken bakın Kaşgarlı Mahmut’un anlatımlarında yerini nasıl almış:
“Yer basruuki tağ, budhun başruki Beg.” (Yerin başkanı taş, yaşadığımız budunun başkanı bey)
Ergenekon Destanı’nda, “Kara Korum” denilen bir kutsal dağ ve kutsal kaya vardır. Kaan Ögeday zamanında bulunan, üzeri yazılı taş levha, “Toğla” ve “Selenge” adlı iki kutlu ağaca inen göksel ışık, büyüyen dağlar, beş çadır içinde mucizevî olarak ortaya çıkan çocukların büyüyünce ağaçlarla konuşmaları, gökten inen ışıkla gövdesinden Boğü Han’ı oluşturan kutsal ağaç anlatımları, Kıpçak Beg’in bir ağaçtan dünyaya gelmesi, hep ilâhi ve bilinmeyen ilke ya da güçle ilişkinin simgesel ve alegorik anlatımlardır.
Oğuz Kaan Destanı’nın ayrıntılarında ve diğer efsanelerde ağaç, kozmik ağaç ile dünya ekseni simgesi geleneklere öylesine işlemiştir ki, boy adları bile Bay-Yığaç, Ala-Yığaç, Kara-Yığaç gibi biçimler almıştır. Manas Destanı’nda sözü edilen kutsal elma ağacı ya da Araçlı yani Ardıçlı adlarıyla anılan başka ağaçlar da bu inançların içindedir.
Altay mitolojisinde, göklerin içine uzanan çam ağacının üstünde Bay-Ülgen oturmakta idi. Bu ağacın 9 dalı vardı. İkonografik betimlemesi bir şekilde İbranilerin kutsal tapınakta yaktıkları “Menorah” denilen ünlü 7 kollu adlı şamdanı andırmaktaydı. Hatta belki de gene Yahudilerin "Hanukhah” diye anılan dokuz kollu şamdanı bununla daha bir benzeşir.
Abakan Tatarlarının inançlarına baktığımızda, bu ağacın göklere uzanan bir demir dağın üzerinde bulunduğunu ve 7 dalı olduğunu, aynı kavimlerin diğer mitlerinde bu kutsal ağaçların genelde dünyanın ortasındaki bir deniz ya da gölün içinden beslenip büyüdüğünü görürüz. Araştırmacılar, Moğolların bu inancı kendilerine göre yozlaştırıp, ayrı bir anlatıma soktuklarından söz eder. Moğollar, piramit gibi balçıktan dört köşe ufalan bir piramit yapar ve üstüne bu ağacı dikerlermiş. Bu ağaca verdikleri ad ise “YAŞAM AĞACI” anlamına geliyor.
“Yaşam Ağacı” konusu ise elbette bitmek tükenmek bilmez, sonu bir türlü gelmez bir derya…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.