efsaneler

NİLÜFER HATUN

NİLÜFER HATUN

nilüferhatunNilüfer Hatun bir Tekfur kızıydı. Bilecik Tekfuru’nun oğluna nişanlıydı ama gönlünü Orhan Gazi’ye kaptırmıştı.
Söğüt Bilecik’in bir ilçesidir. Bu küçük ilçe Osmanlı Beyliğine başkentlik etti. Üç kıtaya hükmeden büyük Osmanlı İmparatorluğu Söğüt’ün koynunda doğdu. Türkler’in Anadolu da kurdukları Selçuklu Devleti, varlığını iki yüz yıl sürdürdükten sonra, doğudan gelen Moğol akınlarıyla sarsılmış, zayıflamış, sonunda bir çok küçük beyliklere bölünmüştü.
Sayıları on ikiye ulaşan bu beyliklerden her birisi kendi bölgelerinde egemen olamya çalışıyorlardı. Bunların içinde en küçüğü Söğüt’teki Osmanlı Beyliği idi. Bilecik’le Eskişehir dolaylarında daha çok Bizanslılarla uğraşıp duruyorlardı. Bu beyliğin hemen hemen üç yanı Bizans topraklarıyla çevriliydi.
Bizans kasaba ve şehirlerinin başında “tekfur” adı verilen beyler vardı. Bunlar İstanbul’da bulunan Bizans İmparatorluğuna bağlı idiler ama gerçekte kendi başlarına buyruktular. Halktan vergi alırlar, asker toplarlardı. Çoğu çok zalimdi. Kendi halklarına yapmadıkları kötülük kalmazdı. Dinleri ayrı olduğu halde. Osmanlıları bir kurtarıcı olarak kabul eden çok sayıda Bizanslı vardı. Osmanlı Beyliğinin başkanı Osman Bey ve adamları adaletli davranıyor, halkı ezmemeye özen gösteriyorlardı.
O sıralar Osman Bey’le Bilecik tekfuru arasında dostluk vardı ama tekfur Osman Bey’i tuzağa düşürmek için sinsice planlar yapıp duruyordu.
Bilecik tekfuru, oğlunu Yarhisar tekfurunun güzel kızı Nilüfer’le nişanlamıştı. Yakında düğün yapılacaktı. Tekfur bu düğüne Osman Bey’le adamlarını da çağırdı. Ama bir başka tekfur, Osman Bey “Sakın düğüne katılmayın. Bilecik tekfuru pusu kurdurup sizi öldürtecek.” Diye haber yolladı. Bunun üzerine Osman Bey’de Bilecik tekfurunu ve Bilecik’i ele geçirmek için başka bir plan hazırladı.
Bu planın içinde Bilecik’e gelin gidecek olan Nilüfer’in kaçırılması da düşünülmüştü. Çünkü Osman Bey’in kulağına henüz on yedi yaşında olan oğlu Orhan’ın Nilüfer’e gönlünü kaptırdığı fısıldanmıştı. Bu şöyle olmuştu:
Yakışıklı ve gözü pek bir delikanlı olan Orhan Bey, Bir gün Yarhisar’ın önünden geçiyordu. O sırada hisarın önündeki kuyudan dünya güzeli genç bir kız su çekiyordu. Birbirlerine bakıştılar. O anda ikisinin de gönlünde bir kıvılcım tutuştu.
Orhan Bey:
“Güzel kız,” dedi, “adın nedir? Sana kimin kızı derler?.”
“Adım Olievaera’dır Bana Yakhisar tekfurunun kızı derler.”
Genç kız kuyuya saldığı ağaç kovayı yukarı çekti. Sevimli bir yüzle:
“Benim kim olduğumu öğrendin,” dedi. “İzin verirsen bende senin kim olduğunu öğreneyim.”
“Adım Orhan’dır. Söğüt’te oturan Osman Bey’in oğluyum.”
Bu kısa tanışmadan sonra Orhan   Orhan Bey atını şaha kaldırarak oradan uzaklaştı. Uzaklaştı ya genç kızı hayali gözlerinin önünden bir türlü silinmedi.
Bu olaydan birkaç gün sonra Bilecik tekfurundan Osman Bey’e düğün davetiyesi geldi. Osman Bey gecikmeden şu mektubu gönderdi:
“Ey Bilecik tekfuru, sevgili dostum, düğün davetiyesini aldım. Sana ve Oğluna mutluluklar dilerim. Önemli işlerim nedeniyle bu mutlu düğüne katılamayacağım. Ama adetimiz gereğince hediyelerimi kırk katıra yüklenmiş olarak gönderiyorum. Katırları birkaç kadın sürücü getirecektir. Sizden ricam, kadınlarımızı erkekleriniz değil, kadınlarınız karşılasınlar ve onlarla kadınlarınız alâkadar olsunlar. Çünkü kadınlarımız erkeklerle görüşmezler. Bu dinimizde günah sayılır.”
Oysaki katırların taşıdığı sandıklarda hediye değil kırk savaşçı vardı. Bilecik tekfuru katırlı kafileyi kadınlara karşılattı. Kale kapısını açtırdı. Katırlar içeri girince sandıkta saklananlar dışarı çıktılar. Bilecik hisarını ele geçirdiler.
Bu sırada düğü alayı Yarhisar’dan kalkmış Bilecik’e doğru yola çıkmıştı. Orhan Bey’le arkadaşları düğün alayının geçeceği yol üstüne pusu kurmuşlardı. Alay önlerine saldırıp Gelin adayı Olivera’yı (Nilüfer’i) kaçırdılar. Kime niyet kime kısmet. Nilüfer Biecik tekfuru oğlu yerine, gördüğü ilk günden beri unutamadığı Orhan Bey’e gelin geldi. Osmanlı Devleti’nin ikinci hükümdarı olan Orhan Gazi’ye Rumeli fatihi Süleyman Paşa ile çok değerli bir padişah olan I. Murat’ı (Murad-ı Hüdavendigâr’ı) doğurdu.
1298 yılında evlendiği zaman o da Orhan Bey gibi on yedi yaşındaydı. Çok hayırsever bir kadındı.  Bursa İznik’te camiler, tekkeler yaptırmıştır. Nilüfer ırmağı üzerine bir köprü kurdurtmuştu. Bu ırmak o günden sonra Nilüfer adıyla anılır oldu.
Fas’lı ünlü gezgin İbn Batuta, 1335 yılında İznik’te Nilüfer Hatun’la görüşmüştür. Seyahatnamesinde “Bizlere ikram iltifatta bulundu, çok olgun, dindar bir hatundur,” diye yazmıştır.
Söğüt’te her yıl Osmanlı Devleti’nin kuruluş günü kutlanır. Söğütlü delikanlılar Söğütün erenleri adlı türkülü oyunlarında yukarıda anlattığımız olayı canlandırıp tiyatro gibi oynarlar.  Biz de Söğütlü delikanlıların anlatımından yararlanarak bu efsaneyi yazdık.
Hasan Lâtif Sarıyüce Anadolu Efsaneleri.

KIRK YIL SIRTINDA ODUN TAŞIYAN ŞAİR

KIRK YIL SIRTINDA ODUN TAŞIYAN ŞAİR

yunusemreYoksul Yunus sırtıyla kırk yıl dağdan odun indirdi. Kırk yıl sabretti yüreğine aydınlığın  doğacağı günü bekledi.
Sivrihisar’a bağlı Sarıköy derler bir köy vardı.  Burada Yunusadında genç bir adam yaşıyordu. Taptuk Emre adında bir yol göstericinin kapısına sığınmıştı. Başka insanlarda vardı burada. Taptuk Emre Yunus’u dağdan odun getirmekle görevlendirmişti.
Yunus her gün dağa gitti, odun getirdi. Bunlar öyle odunlardı ki oklava gibi dümdüzdü.  “Niçin hep düzdün odun getiriyorsun? Ormanda hiç eğri odun yok mu?” diye soranlara “Taptuk’un kapısına eğri odun yaraşmaz,” karşılığını verirdi.
Bir yıl değil, beş yıl değil, yoksul yunus tam kırk yıl hergün dağdan odun taşıdı. Durumundan kimseye yakınmadı, yazıklanmadı.
Kırk yıl geride kalmıştı. Bir akşam Taptuk ocağında kalabalık bir topluluk yer almıştı.  İlahiler okunacak, şiirler söylenecekti. Yunus da dağdan yorgun argın gelmiş, kapı ardında bir yere ilişmişti. Taptuk’un adamları arasında Yunus’-ı  Güyende (Söyleyici Yunus)adında bir şair vardı. Taptuk emre ona:
“Yunus,” dedi. “haydi bir şeyler söyle de dinleyelim.”
Güyende mırın kırın etti, bir şeyler demek istedi başaramadı.
Ak sakallı Taptuk Koca, topluluğa bakındı. En arkada kapı dibinde Yunus’u gördü.
“Haydi oduncu Yunus, sen söyle!”
Yunus bir anda gözlerinden bir perde kalkmış gibi içinin aydınlandığını hissetti.  Her şeyi daha bir arı duru duru görmeye başladı ve dili çözüldü. O gece orada öyle güzel şiirler söylendi ki dinleyenler kendilerinden geçtiler.
Ertsi gün Taptuk baba Yunus’u çağırdı:yunusemre1
“Artık,” dedi, ”aradığını buldun. Çilen doldu, tamam oldu. Bundan böyle bu kapıya odun getirmen gerekmez.”
Yunus pirinin elini öptü. Sırtında aba, ayaklarında çarık, omzunda çıkını, elinde sopası yollara düştü. Dağlara taşlara, uçan kuşlara, tarlalarda çalışan insanlara, atlarının üstünde kurumlu kurumlu giden eli kanlı beylere şiirler söyleyerek yıllarca dolaştı. Yolu bir gün Konya’ya düştü. Büyük şair ve bilgin Mevlana’nın yanına vardı, elini öptü.
Mevlana kendisine yeni yazdığı altı ciltlik Mesnevi adlı kitabını gösterdi. Yunus baktı, karıştırdı:
“Uzun yazmışsın,” dedi “Ben olsam, Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm derdim, olur biterdi.”
Yunus bütün Anadolu’yu Suriye’yi, Azerbaycan’ı içine alan uzun yolculuğundan dönünce gene Taptuk Emre’nin yanına vardı. Taptuk Baba, artık iyice yaşlanmıştı. İki gözü görmez olmuştu. Yunus’a:
“Yunus’um,” dedi, “iki güneş bir arada barınmaz, şimdi bir ok atacağım. Bu oku ara, onu nerede bulduysan orada yerleş kal.”
Ok vınlayarak bulutların arasında kaybolup gitti.  Yunus tam beş yıl bu oku aradı. Sonunda doğduğu Sarıköy’de buldu. Oraya yerleşti ve orada öldü. Şimdi mezarı Sarıköy’dedir.
Yunus Emre Türk edebiyatının en büyük şairlerinden birisidir. O zamanki Türk aydınları Türk dilini hor görüyor, Arapça, Farsça yazmayı üstünlük sayıyorlardı. Yunus emre halkın konuştuğu Türkçe’yi şiir dili yaptı. Üstün şairlik yeteneği ile dilimizi içlere işleyen  akıcı ve sıcak bir ses haline getirdi.
Türk halkı onu yedi yüz yıldır hiç unutamadı. Kimi kentli şairler onu küçük gördüler, yazdıkları kitaplarda adını anmadılar ama köylünün, kasabalının,, hatta dağ başındaki çobanların dilinden hiç düşmedi.
Şiirlerinden hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun, insanları sevmek gerektiğini, barış içinde yaşama dileğini dile getirdi.
Derler ki, Yunus üç bin tane şiir yazdı. Şiirlerinin yazılı bulunduğu defter, Yunus öldükten yüz yıl sonra  Molla Kasım adında bir Ham Sofunun  eline geçti. Defteri yanına aldı. Irmak kıyısına vardı. Sağ yanında bir ırmak akıyordu sol yanında da bir ateş yaktı. Başladı şiirleri okumaya. Dar kafalı Molla, şiirleri okuyor hiç birisini beğenmiyordu. Bunları dine aykırı buluyordu. Okuduğu sayfayı koparıyor kimini yanı başında sessiz sessiz akıp giden ırmağa atıyor, kimini de oylumoylum yanan ateşte yakıyordu. Tam iki bin şiiri yok etmişti. Birden eline iki bin birinci şiir geçti. O şiirin sonunda şöyle deniliyordu:
“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sorguya çeken bir Molla Kasım gelir.”
Molla Kasım böğründen kurşun yemişe döndü. Dili dişi kitlendi. Ben ne yaptım da iki bin şiiri yaramaz diye yok ettim,” diye dövünmeye başladı.”
Ama dövünmesi gereksizdi. Çünkü o şiirlerin hiç birisi boşa gitmedi. Yok olmadı. Halkımızın inancına göre bu gün ırmağa atılan bin şiiri denizlerde balıklar, yakılan bin şiiri gökyüzündeki kuşlar, kalan bin şiiri de insanlar okuyor.
Şimdi siz bunun aslı varmı diye soracaksınız. Aslı olmasa da bir büyük şaire halkın verdiği değeri göstermesi bakımından çok güzel bir hikaye… büyük şairler çiçeklere benzer, halk toprağında her yıl yeniden açıp dururlar.
Hasan Latif Sarıyüce

KARACADAĞ

KARACADAĞ

karacadağEtrafı tarihi surlarla kaplı Diyarbakır’a Urfa istikametinden gidenler Karacadağ’dan geçerler. Karacadağ o yörenin en yüksek yerlerinden biridir. Taşları kapkaradır. Toprağı bile siyaha yakındır.
Bu dağa neden Karacadağ denildiği ve taşlarının renginin kara olduğu sorulduğunda yörede şu efsaneyi anlatırlar:
Diyarbakır Beyi’nin çok güzel bir kızı varmış. Bey’in kızının güzelliği dillere destan. Bey’in her işi yerli yerinde, merhameti bol, sevgisi çokmuş. Ancak o yörede bir dağ varmış. O dağda bir ejderha yaşarmış. Her yıl yüzlerce insanı yermiş ejderha. Bey ne kadar adam göndermişse de baş edememiş ejderha ile. Başına keselerce altın koymuş. Nice yiğit düşmüş peşine ejderhanın, ancak kimse ejderha ile baş edememiş.
Bey’in bir oğlu varmış, yiğit mi yiğit. En sonunda o düşmüş ejderhanın peşine. Dağa gitmiş, bir daha dönmemiş. Bir süre sonrada ejderhanın delikanlıyı öldürdüğünü öğrenmişler. Bey günlerce yas tutmuş. Eh ölenle ölünmezmiş. Bir süre sonra yine şehirdeki işlerine dönmüş.
Bey’in yanında çalışan bir delikanlı varmış. Marangozluk işlerini yapan bu delikanlı  işinin uzmanı, elleri hünerli imiş. Her gören onun ellerinin hünerine hayran kalır, yaptıkları aletleri eşyaları hayranlıkla izlermiş.
Delikanlı günün birinde konakta pencere yaparken Bey’in kızını görmüş. Kız sanki bir ay parçası. Yüzü hiç hüzün görmemiş. Yanakları al al, hep gülüyor.
O günden sonra delikanlının gözü Bey’in kızından başka bir şey görmez olmuş. Ne yana dönmüşse Bey’in kızını görmüş. Ne iş yapmışsa Bey’in kızının aşkına yapmış. Her geçen gün içine kapanan biri olmuş delikanlı. Kimse ile görüşmez, kimse ile konuşmaz olmuş. Öyle ki annesi ile günlerce tek kelime konuşmamış.
Bir akşam annesi oğluna;
“Oğlum ne oldu sana böyle? Sen hep gülerdin, herkesle konuşur şakalaşırdın. Bu halin nedir?” diye sormuş.
“Hiç sorma ana…” demiş delikanlı. “Bana olanlar oldu.”
Annesi çok üsteleyince açıklamış delikanlı derdini.
“Canım oğlum” demiş kadın, “Çok zor bir dert seçmişsin. Anne olarak başka bir şey desen ne eder ne yapar sana getirirdim. Ama bu bey kızı. Ne ona  ulaşacak kanadım var, ne de kolum o kadar uzun. Gel bu sevdadan vazgeç.”
“Sen ne diyorsun ana. Bu sevdadan ancak beni ölüm vazgeçirir.” Demiş.
Ana oğul saatlerce konuşmuşlar. Delikanlı anasına  o kadar yalvarmış ki… Kadın söyleyecek bir söz bulamamış. Oğluna çok acımış.
“Anlaşıldı oğlum. Yarın ider Bey’den kızını isterim . ama hiç ümidim yok. Bey bize kızını vermez.” Demiş.
Ertesi gün gitmiş Bey’in kapısına. Bey  bakmış ki fakir bir kadın. Meramını sormuş. Kadın sözünü dolandırmış, en sonunda;
“Bey kızını oğluma istiyorum.” Demiş. Bey annesinden oğlunu sorunca;
“Sizin marangozunuz.” Demiş. Bey kadını kırmak istememiş. Dahası marangoz delikanlıyı da çok severmiş. Onu da küstürmek istememiş.
“Bak ana,” demiş. Bir süre soluklanmış. Birkaç kez ah çekmiş. Başını sallamış üzüntüsünü belli edercesine.
“Benim de bir oğlum vardı. Hem de çok severdim onu. O benim her şeyimdi. Şehrimizin başına bela olan ejderhayı öldürmek için bir gün dağa gitti yanına da ata yadigârı olan kılıcı alıp götürdü. Günler sonra öldüğünü öğrendik. O günden beri yarım yaşıyorum. Oğlumun acısı hiç dinmedi. Eğer senin oğlun gider o ejderhayı öldürür ve o kılıcı alıp gelirse; o zaman kızımı ona veririm.” Demiş.
Ana üzüntü içerisinde, eve gelmiş. Oğluna Bey’in dediklerini anlatmış.
“Gel vazgeç bu sevdadan oğlum.” Demiş, içi yanarak.
Delikanlı ejderhayı öldürmek için hazırlık yapmaya başlamış. Keskin bir kılıç bulmuş, yanına bir gürz almış. Annesi ile helalleşip düşmüş yollara.
Marangoz delikanlı saatlerce yürümüş. Hiç mola vermeden. Çünkü bir an önce sevdiği kıza kavuşmak, acısını dindirmek istiyormuş. Sonunda varmış dağa. Dağdaki ejderhayı aramaya koyulmuş.
Bir ara, kayaların arasından karşısında kocaman ejderhayı görmüş. Daha kılıcına davranmadan, ejderha ağzından ateşler püskürterek delikanlıyı yakmış. Delikanlının kılıcı elinden düşmüş.  Sırtındaki gürzüne eli varamamış. Derin bir “Ahhhh” çekmiş ta içinden. Bu ah tüm gökleri kaplamış.  Öyle yüksek bir ah çekmiş ki delikanlı, evinde anası duymuş. Anası oğlunun öldüğünü anlamış.
“Allahım,” demiş kadın. Benim oğlumu yakan ejderhayı da yak, karataşlara  döndür.
O anda büyük bir patlama olmuş. Ejderha yanarak parçalanmış. Parçaları dağın her tarafına dağılmış karataş olarak. Dağ tamamen kararmış. O günden sonra buraya Karacadağ denilmeye başlanmış…
Ünlü efsaneler
Süleyman Yeşilyurt

DAĞ BAŞINI BEKLEYEN KIZ (Sarı Kız Efsanesi)

DAĞ BAŞINI BEKLEYEN KIZ

Sarı Kız Efsanesi

SarikizTurbesiEdremit Körfezi’nin kuzeyinde, doğudan batıya bir sıradağ uzanır. Kaz Dağı denir adına. Ünlü mü ünlüdür, hem de güzeller güzeli bir dağdır.
Yeryüzündeki ilk güzellik yarışmasının Kaz Dağı’nda yapıldığını biliyor muydunuz? Bu yarışmanın tek seçici üyesi, Çanakkale Boğazı’nın girişinde yer alan Truva Kenti kralının oğlu Paris’ti. Babası onu Kaz Dağı’na kaz sürülerini otlatsın diye göndermişti. Yarışmaya katılıp ta kaybeden tanrıçalar zavallı Paris’in ve Truva’nın başına öyle işler açtılar ki, bu olaylardan Anadolulu ünlü ozan Homer, dünyanın ilk destanlarından İlyada ile Odise’yi yarattı. Bu destanlar dünya edebiyatının kaynağı ve öncüsü oldu. Edebiyat sanatı Homer’in izinde ve etkisinde doğdu, palazlandı ve gelişti.
Sarıkız efsanesi, bir başka kaz çobanının, bir Türkmen kızının hikâyesidir. Yolunuz Edremit’e düştüyse, çarşıda pazarda, folklor ekiplerinin giydiklerine benzer, çok güzel giysiler giymiş genç kızlar, yaşlı kadınlar görmüşsünüzdür.  Edremit’e Kaz Dağları’nın yamaçlarındaki Türkmen Köylerinden inerler. Oralarda giysileri gibi hala eski güzel geleneklerini yaşatan birçok Türkmen Köyü vardır.
Vaktiyle bu köylerden birisinde bir adamın güzelliği dillere destan bir kızı vardı. Güzelin düşmanı çoktur. Gerek kendi köyünden, gerekse çevre köylerden birçok delikanlı Sarıkız’a istekli olmuştu. Dünürcüler sıraya girmişlerdi.  Sarıkız ise hiç birine “he” demiyordu.
İsteklerine erişemeyen kişiler, Sarıkız’ı dillerine doladılar. Yemediler, içmediler, hakkında çirkin söylentiler yaydılar.  Utanmadan sıkılmada “Kötü yolda yürüyor” dediler de başka bir şey demediler.
Sinek küçüktür ama mide bulandırır.  Zavallı Sarıkız’ın kimsenin odununa yaş tavuğuna kış demeden kendi halinde yaşayan babası el içine çıkamaz oldu. Günlerce kötü kötü düşündü durdu.  Sonunda kızını ardına taktı. Önüne dört kaz aldı. Hep birlikte uzun bir yolculuktan sonra Kazdağı’nın duman eksilmeyen doruğuna vardılar.  Kazları otlatma bahanesiyle kızını bir uçurumdan aşağı atıp ortadan kaldıracaktı.
Ama baba yüreği bu, yapamadı. Şimdiye kadar canlı bir karıncayı bile ezmemişti. Nerede kaldı ki, güzeller güzeli biricik kızını öldürsün.
Düşündü taşındı. “En iyisi onu burada dağ başında bırakayım,” dedi.
“Kızım, ben köye dönüyorum. Orada bıraktığımız hayvanlar ölmek üzeredir. Gideyim de onlara bakayım, yemlerini sularını vereyim. Sen burada kal. Kazları otlat. İki güne kalmaz döner gelirim.”
Gidiş o gidiş. Kızını bir daha ne aradı, ne sordu. O sert poyrazları bol, yağmuru fırtınası eksik olmayan dağ başında Sarıkız nasıl yaşadı? Ne yedi? Ne içti? Kurttan Kuştan kendisini nasıl korudu? Bilinmez ama genç kız dayandı. Ateş gözlü kartallar gibi, ağzından salyalar saçan azgın kurtlar gibi Sarıkız da Kazdağı’nın başında varlığını sürdürdü.
Kışın dağda fırtınaya yakalananlar, köylerine kentlerine döndüklerinde:
“Ermiş midir, evliya mıdır, Allah ondan razı olsun, bir kız ansızın karşımıza çıkıverdi. Bizi donmaktan, azgın kurtlara yem olmaktan kurtardı,” diye destanlar anlatıyorlardı.
Sarıkız’ın babası, anlatılanları dinliyor, yıllar önce dağ başına bıraktığı kızının hâlâ yaşadığı umuduna kapılıyordu. İçinin köz gibi yandığı bir gecenin sabahında yola düştü. Kâh yürüyerek, kâh emekleyerek Kazdağı’nın tepesine tırmandı. Orada koyak koyak aramasına gerek kalmadı. Sarıkız’ı bir akça kayanın dibinde otururken buldu. Karşısına geçip oturdu.
Uzun müddet ne kendisi bir şey konuşabildi, ne de Sarıkız. Sonra tek tek sözcüklerle konuşmaya başladılar. Dereden tepeden söz ettiler. Kazdağı’nın güzelliğinden ağaçlarının ululuğundan bahsettiler. Geçmiş günlerin kapısını hiç aralamadılar.
Gün yükselmiş, çamların doruğuna çıkmıştı. Öğle vakti olmuştu:
“Kızım namaz vakti geldi. Bana biraz su getir de abdest alayım.”
Oturdukları yüceden Edremit Körfezi görünüyordu. Yakın gibi duruyordu ama on binlerce metre uzakta, aşağıda, derindeydi.
Sarıkız yerinden doğrulmadan:
“Peki baba” dedi. Yanında duran maşrapayı eline aldı. Edremit Körfezine kolunu uzatıverdi. Kol uzadı uzadı denize ulaştı. Maşrapayı doldurdu. Babasının eline su dökerek abdestini aldırdı.
Baba namaza durdu ama nasıl kıldığını hiç bilemedi. Duaları karıştırdı, namazın yol yordamını şaşırdı.
Adam dağ başında birkaç gün kaldı. Sarıkız’ı köye götürmek istedi. Sarıkız köye dönmeyi kabul etmedi. “Benim evim bu dağ başı,” dedi. Başka bir şey demedi.
Babası köye eli boş döndü. Döndü ama kimseye Sarıkız’dan söz etmedi. Derler ki körfeze uzanıp su almasından kısa bir süre sonra Sarıkız kayıplara karıştı. Bir daha onu sağ gören olmadı. Bir çoban tarafından ölüsü bulundu. Türkmenler toplanıp bir mezar kazdılar.
Eğer Kazdağı’nın kartallar uçuşan tepesine çıkacak olursanız, orada Sarıkız’ın mezarıyla karşılaşırsınız. Öyle ak mermerli, gök kubbeli bir mezar değil. Kıyısı taşta örülmüş, toprak bir mezar. Türkmenler her yıl ilkbaharda burasını ziyarete çıkarlar. Ziyaret günleri Sarıkız’ın mezarı renk renk kır çiçeklerinden görünmez olur.
Geceleri uzaktan geçenler Kazdağı’nın tepesinde şavkıyan bir top ışık görürler. Sarıkız’ın toprak mezarıdır burası. Işık yerde yanmazmış da bir demet halinde gökyüzünden düşermiş. Sarıkız sonsuz uykusunu her gece ışıklar içinde uyurmuş.
Hasan Lâtif Sarıyüce

Afyonkarahisar Efsanesi -ŞAHİTLER KAYASI-

Afyonkarahisar Efsanesi

ŞAHİTLER KAYASI

sahitlerkayasiVaktiyle Afyon’a yakın köylerin birisinde iki adam arasında bir toprak kavgası varmış.
Genç bir adam, babasından kalma toprağı elinden aldığını ileri sürerek komşusundan davacı olmuş. Duruşmada Savcıya şunları anlatmış:
“Savcı bey bu adam baba malı toprağımın üstüne oturdu. Babam ben küçükken öldü. Kimimiz kimsemiz yoktu. Tarlama sahip çıkamadım. On beş yıl önce bu adam tarlaya zorla girdi, ekti biçti. şimdi ben büyüdüm, yetiştim. Artık kendi tarlamı kendim ekmek istiyorum. ama burası benimdir diyor malımdan çıkmak istemiyor.”
Öbür adam da kendisini şöyle savunmuş:
“Efendim bu delikanlı yalan söylüyor. Bu tarla bana babamdan kaldı. Babama da dedelerimizden kalmıştır.
Savcı her iki taraftan da tanık getirmelerini istemiş. Delikanlı konu komşudan altı kişinin adını yazdırmış. Öbür adam, “Ben tanık göstermeye gerek görmüyorum davacının tanıklarına razıyım. Onlar, bu tarla senin değildir desinler, ben hakkımdan vazgeçerim,” demiş.
Duruşma başka bir güne ertelenmiş. O gün yaklaşırken davalı adam tanık yazdırılan altı adamı da ayrı ayrı dolaşıp ceplerine birer altın koymuş.
Mahkeme günü geldiğinde Afyon’a giderek savcının karşısına çıkmışlar. Savcı tanıklara: “Doğru söyleyeceğinize yemin eder misiniz? “demiş.
Altısı birden:
“Ederiz,” demişler. “Eğer alan söylersek ALLAH bizi taş etsin.”
“Peki, söyleyin bakalım, tarlanın sahibi kimdir?”
“Delikanlı yalan söylüyor efendim toprak şu adamındır. Ona babasından kalmıştır,” derler.
Böylelikle savcı delikanlının isteğini kabul etmez ve toprak adamda kalır.
Mahkeme sona erince tanıklık yapanlar yola düşmüşler hep bir arada gülüşüp şakalaşarak yürüyorlarmış. Kentten biraz uzaklaşınca şimdi Şahitler Kayası denilen yerde birden taş kesilip öylece kalıvermişler.
Eğer Afyondan Kütahya yönüne gidecek olursanız, yol kıyısında insana benzeyen altı dikili taş görürsünüz. Bunlar altı yalancı tanıktan başkası değildir. “Bize bakında halimizden ibret alın,” der gibi öylece dikilip dururlar.
Yalancı tanıklık utanılacak bir iştir. Afyondan Kütahya yönüne gidecek olursanız halk size, yalancı tanıkların başına neler gelebileceğini örnekleriyle gösterecektir. Burada üstelik bir yetimin hakkı da yenmiştir bu yetimin hakkına bu yalancı tanıklarda yalanlarıyla ortak olmuşlardır.
Hasan Lâtif Sarıyüce

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.