ANADOLU ERENLERİ...






AŞIKLIK GELENEĞİNDE

ŞAİR VE OZANLAR

   

ÖNSÖZ

  

         Aşıklık bir ömür törpüsü. Kimin elindeyse onu törpüler durur. Aşık, belki bir müzik bilgini değil, ama kesinlikle bir müzik vurgunudur. Aşık, onun içindir ki, yanık yanık söyler. Aşıkların halinden herkes anlamaz. Bilen bilir aşıkın derdini.  Bu sebeptendir ki, Alevi Bektaşi şair ve ozanlarının aşıklık geleneği ile söyledikleri özgün şiirlerini dinlemek büyük bir keyif verir ehline.

Çeyrek tonla kesik kesik ve bir birine bağlı deyişlerin eşliğinde terennüm sürerken, çok özel bir titreşim satır aralarına gizlenmiş bir sır gibi ansızın çıkıverir. Saz ve söz sanatının doruk noktasına ulaştığı ve yaydığı bu güzelliği yakalamak, satır aralarını okumak gibi geliyor bana. Dinlerken yüreğim kabarıyor, ürpertiyle karışık lezzette heyecan duyarım. Onlardaki bu özellik, yüksek inanç ve duygu zenginliğinin şiirlere ustaca yansımasıdır. Halk ozanları toplumun aynasıdırlar. Ozanlar dönemlerindeki Türk toplumunun bütün özelliklerini taşıyan kök hücreler gibidir. Dönemin yönetimlerinin neler yaptıkları ve ozanların nelerle beslendiğini bu kök hücrelerin DNA’larının sarmal basamakları olan mısralar açığa vuruyor. Dikkatlice bakıyor ve görüyoruz, yöneticiler nelerle beslenmiş; sevgi, hoşgörü, bolluk, zenginlik, veya tam tersi kan, göz yaşı, acılar, yoksulluk, cehalet, korku, baskı, şiddet, v.b.   

Onları dinlerken, şiirlerini okurken adeta kaynağına doğru zamanda yolculuk yaparım. Tarihten günümüze kadar ozanlık geleneğinin nasıl bir seyirle uzandığını hep merak etmişimdir. Aslında merakım, ozanların mısralara yükledikleri, satır aralarına gizledikleri dönemlerine ait yüksek, ince, narin, sitemkar duygularıdır.  

Tarihin derinliklerinden akıp gelen arı Türkçeleri yok mu, işte yüreğimi titreten, beni mest eden halk ozanlarının bu arı dilleridir.  Onların pek çoğu ser vermişler, dilden taviz vermemişler. Nur olsun, Naci olsunlar!!! 

Ozan Şadan Gökovalı bakınız nasıl sesleniyor: 

Ben halkım, hey!

Feleğin sillesini çok yemişim,

Kalem vermemişler elime,

Diyeceklerimi türkülerle demişim... Şadan Gökovalı 

 

Ünlü düşünür, yazar Ziya Gökalp de insan ve Tanrı ilişkisini şu dizelerle veciz şekilde anlatır:

 

Benim dinim ne ümittir, ne korku,

Allahıma sevdiğimden taparım.

Ne cennet, ne cehennemden korku,

Almaksızın vazifemi yaparım. Ziya Gökalp

 

Ozanlara insanlık tarihinin her devresinde bir görev düşmüştür. Onlar da görevin gereğini layıkıyla yapmışlardır. Gelecekte de mutlaka bir görev alacaklardır. Bundan adım gibi eminim.

 

Düzensiz dönemlerde yani, henüz toprağa yerleşilmeyen devirlerde gezgin ozanlar gezgin sinema, tiyatro, kütüphane gibi işlevler üstlenmişler. İnsanlar yerleşime geçtikten sonra da Peygamberden sonraki dönemlerde de, Velilerden, Dedelerden sonra şairler, aşık geleneğindeki ozanlar Tanrı buyruğu ayetleri, dini inançları yeni nefes ve yorumlarla halka indirgeyerek anlatmışlar ve yaşama geçirmişlerdir. Dinin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamışlar, batını inanç düzeyindeki yorumlarıyla Hak’la insan hakları özdeşleşmesine vardırmışlardır. İslamiyetin katı kurallarını yumuşatarak şiir ve güzel sanatların gelişmesine büyük katkıları olmuştur.

 

Peygamberden sonraki dönemlerde, Velilerden, Dedelerden sonra şairler, aşık geleneğindeki ozanlar Tanrı buyruğu ayetleri, dini inançları yeni bir nefesle ve yorumlarla halka indirgemişler ve yaşama geçirmişlerdir. Dinin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamışlar, batıni inanç düzeyindeki yorumlarıyla Hak’la insan hakları özdeşleşmesine vardırmışlardır. İslamiyetin katı kurallarını yumuşatarak şiir ve güzel sanatların gelişmesine katkıları olmuştur.

 

Oruç, namaz, gusul, hac hicaptır aşıklara,

Aşık bundan münezzeh, hasıl heves içinde.

 

Din ü millet sorar isen, aşıklara din ne hacet,

Aşık kişi hayran olur, hayran bilmez din diyanet.

 

Büyük düşünür Pirimiz Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin buyurdukları “İri ol, diri ol, bir ol” sözünün hayata geçmesi, birlik ve beraberliğimizin harcı olmasını ümit ve niyaz ediyorum. Eksikliklerimiz ve kusurlarımız için hoşgörünüze sığınıyorum.

 

  

ALEVİ BEKTAŞİ ŞİİRİNİN KAYNAĞI

 

GİRİŞ


Alevi Bektaşi şiirinin tarihi, Alevi tarihi kadar eskidir. Aleviliğin doğuşu, İslamiyetin Oğuz Türklerince kabul edilmesiyle başlar. Bu da VIII. Yüzyıla rastlar.  
Bazı yazarlar, örneğin İsmet Zeki Eyüpoğlu, Alevi Bektaşi isimli eserinde (s.29) bu başlangıcı 13. Yüzyıldan başlatır. Doğrusu, Horasan Türklerinin, özellikle Oğuz boyundan olan Horasanlı Eba Müslüm’ün büyük bir güç oluşturmasıyla Alevilik de Alevi şiiri de parlamaya başlamıştır. Bu başlangıç, tarihi bir rövanşın sonuna rastlaması da bana oldukça ilginç gelmektedir. Kerbela katliamının 100. Yılında öcünün alındığı, Halifeliğin asıl sahiplerine teslim edildiği, zalim Emevilerin iktidarına son verildiği 750 yılı  kutlu bir yıl olsa gerekir.  
Bu tarih, İslamın miladıdır. Kurutulurcasına katledilen Peygamber soyu Ehlibeyte yapılan zulümlere, haksızlığa bir son veriliştir. Mazlumun yanında yer alan bir ulusun onurlu duruşudur bu yıl. Bütün bunlar Oğuz Türkmenlerine yani Alevilere nasip olmuştur. Ancak hemen belirtelim ki çıkar peşinde olanların organize olarak her zaman karlı çıkmalarına karşın iyilerin yeterince dayanışma içine girmemeleri sebebiyle kaybetmişlerdir.  
Zulme ve haksızlığa karşı olan Aleviler de bu onurlu davranışlarının bedelini tarih boyunca taksit taksit baskı görmek suretiyle ödemişlerdir. Yoğun baskılar karşısında kalan ve her yönden kuşatma altına alınarak daha da fakirleşen halk, zaman zaman kendisini mistisizme vererek teselli bulmuş ve ayakta kalmasını bilmiştir. Alevi erenlerin, dedelerin ve babalarının akılcı yönlendirmeleriyle badireleri en kolayından atlatmasını bilmiştir. Böylesi dönemlerde Alevi şairlerin sayısında büyük artışlar olduğunu görüyoruz.  
Alevilerin gördükleri baskılar, katliamlar, haksızlıklar, acılar, fakirlik, yolsuzluklar, rüşvet, v.b. Alevi şiirlerinde ana temayı oluşturmuştur. Eskiden ses kayıt cihazı olmadığı için önemli toplumsal olaylar mısralara şiirlere yüklenerek, destanlaştırılıp geniş halk kitlelerine ulaştırılıyor, ezberlenerek dilden dile aktarıla geliyordu. İşte bu gerçek karşısında Alevi ozanlarının şiirleri Alevi toplumunun sosyal, siyasal ve ekonomik durumlarını ortaya koyan bir nevi Aleviliğin yol haritası olmuştur.  
Bu yol haritasında gördüğümüz manzara acı ama gerçektir. Ne zaman Aleviler üzerindeki baskılar fazlalaşmış, Alevi ozanlarının sayısında artış olmuş. Ne zaman Alevi ozanlarının sayısı artmış, o zaman bir birinden güçlü ozanlar ortaya çıkmıştır.  
İşte Ahmet Yesevi, İşte Hacı Bektaş Veli, İşte Yunus Emre, İşte Abdal Musa Sultan, İşte Kaygusuz Abdal, İşte Pir Sultan Abdal, İşte Geç Abdal ve daha yüzlercesi.  
Bu bir birinden değerli Alevi Bektaşi ozanların tamamına ulaştığımız söylenemez. Ulaştıklarımız hakkında yaşamlarıyla ilgili kısa bilgiler verilerek daha çok eserlerinden seçilen özgün örnekler buraya alınmıştır 
İlk tek tanrılı semavi din olan Şamanizm inancı ve onu icra eden kam ozanlar, İslamiyeti Türkçe beyitlerle, deyişlerle, lirik şiirlerle halka öğretmişlerdir. Bu yeni dini geleneksel dinsel inanışlarıyla harman etmişlerdir. Tasavvufi fikirler bu harmanda ve yeni versiyonlarıyla ortaya çıkmıştır.  
Sünni Arab ideoljisinin savunduğu Allah korkusu yerine Allah sevgisi aşılanmıştır. Alevi inanışında kul için yanlış bir şey yapılmadığı sürece Allah korkusu yoktur. Her şeyin temelinde Allah sevgisi hakimdir. İnanlar kendisini Allaha daha yakın hissederler. Çünkü ondan gelmişlerdir. Ona, yani aslına dönmeyi, eğer ki ölmekle olacaksa, ölmeyi gönülden isterler. Alevileri Sünnilerden ayıran en önemli fark, bu bakış açısıdır.   
Anadolu, binlerce yıl bir çok ulusa yurt olmuştur. Her gelen ulus, burayı sevmiş, buraya gönül vermiş, burasını tarihsel bilincini yansıtacak izlerle bezemiştir. Anadolu çok ulusları yoğurmuş, eritmiş ve yeniden şekillendirmiştir. Ancak, Anadolu’dan geçen uluslar da Anadolu’yu yoğurup şekillendirmeye, ona kendi damgalarını vurmaya çalışmışlardır. 

 Her ulusun geçişinden sonra ne Anadolu eski Anadolu olarak kalmış, ne de kavimler eski konumlarını muhafaza edebilmişlerdir. “Anadolu’nun ulu potasında eridik, ama erittik de” diyor kısaca Sabahattin Eyüpoğlu.  

Anadolu’ya akın akın gelen Oğuz (Türkmen) boyları 12-14. Yüzyılda Anadolu’yu Türkleştirdi ama kendileri de Anadolulaştı.       Şimdi Anadolu'nun 20. Ve 21. Yüzyıl versiyonunda Yeni Anadolu Ulusu veya yepyeni bir Türk Ulusunun oluştuğuna tarih ile birlikte hepimiz tanık oluyoruz.   

Günümüzde yönetimler ve egemen toplumlar çok değiştiler. İktidarlar, muhalif kanada tahammül göstermek bile istememektedirler. Kitle iletişim araçlarını kullanarak, onların elindeki tüm silahları  alarak yoğun ve baskıcı denetimleriyle muhalefeti geriye itmekte ve tamamen yok etmektedirler. İnsanoğlunun artık muhalefet etme olanağı bile elinden alınmaktadır.  

Egemen sınıflar bunu paravanlar kullanarak ustaca yaptıklarından  öznesiz baskı dönemi fazla bir tepkiye uğramadan günümüzde de yaşanmaktadır. Baskılar hala kalkmamıştır, yalnızca biçim değiştirmiştir. Baskı varsa, ozanlık geleneği de var olacaktır. Yüzyılımızda halk ozanı geleneğini yaşatanlar, yeni gelişmeler karşısında misyonları daha da önem kazanmıştır.  

Anadolu bir çok kültürü bağrında barındırmıştır. Ne kadar çok kültür varsa o kadar etkileşme olur. Etkileşmeler yeni yorumları, yeni sentezleri yaratır. Alevi toplumu, eskiden olduğu gibi, günümüzde de özgün yorumlarla varlığını sürdürmekte ve gelecekte de her alanda ve en çok da kültür ve sanat alanında var olacağının işaretlerini vermektedir.

 


VEYSEL KARANİ (ÜVEYS)

600-657 Yemen-Sıffın (Küfe)


Asıl adı Üveys’tir. Arap asıllıdır. Hz. Muhammed zamanında yaşamış. Yemen’de doğmuş, İslamiyeti kendiliğinden kabul etmiştir. Yemende İslamiyet yaymıştır. Mekke, Medine, Bağdat, Şam ve Küfe’yi gezmiştir. Peygamberi görmek için gelmek istemiş ancak yaşlı annesine bakacak kimse olmadığı için gelememiş. Nihayet annesi gitmesine izin vermiş ve tembihlemiş. “-Eğer peygamberi evde bulamaz isen beklemeyip tez döneceksin.” Demiş. Üveys gittiğinde peygamberi evinde bulamamış. Karısı Ayşe’yi görmüş. Geldiğini söyleyip dönmüş. Peygamber eve geldiğinde bu durumu karısı anlatmış. Peygamber çok üzülmüş. Hırkasının Üveys’e verilmesini vasiyet etmiş. Peygamber Hakka yürüyünce, ona hırkasını göndermişler. 644 yılında Medine’ye gelmiş. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaşta Ali tarafında cenk ederken Sıffın Savaşında şehit düşmüştür. Alevi Bektaşi geleneğinde şiir yazan şairler ve ozanlar Türk olmasa bile, Veysel Karani Hazretleri için ayrı bir  sevgi ve saygı duyarlar. Şiirlerinde onu kendiler İnden biri imiş gibi kabul eder ismini saygıyla zikrederler.

?  -  656  ISFAHAN-MEDAİN
       Şiilerce Ehlibeytten kabul edilir. Hz. Muhammed, “Selman bizim ailemiz efradından, Ehlibeytten sayılır.” Demişlerdir. Peygambere köle iken Müslümanlığı kabul ettiği bildirilince hürriyetine kavuşturulmuştur. Hendek Savaşında kahramanlıkları vardır. Medine etrafına hendek kazılmasını tavsiye etmiş ve şehri yağmadan kurtarmıştır.
 Alevi Bektaşi şiir geleneğinde Selman Farisi adı saygın bir konumdadır.  



EBA MÜSLÜM HORASANİ

670-750                HORASAN-FELLÜCE 

Aleviliğin temeli, İslamın Arap yarım adası dışında Asya istikametine doğru yayılışı sırasında Türklerle ilk karşılaşması ve Türkmenlerce İslamiyetin ilk kez kabul edildiği yıllara (M.S. 700) dayanır. Emevilerin hakim olduğu yıllarda halifeliği elinden alınmış peygamber soyundan olan ehlibeyt ailesi başka Arap Kabilelerince, kökü kurutulurcasına katliama uğratılmıştır. Canlarını kurtarmak ve muhalefet olarak mücadelesini daha etkili şekilde sürdürmek için komşu ülkelere dağılmışlardır. Türklerin yoğun olarak bulunduğu Horasan ve Müveraünnehir dolaylarına gelen İmam Zeynel Abidin Oğuz Türklerine sığınmıştır.

 

  İmam Cafer de İran’da kendine taraftar bulmuştur. Buralarda kendilerini daha iyi ifade etmişlerdir. Siyasal gücü elinde bulunduran ve Emevilerle işbirliği içinde olan  yönetici burjuvazi ve tacir sınıfına karşı antipati oluştuğundan muhalif ehlibeyt soyuna ve taraftarlarına daha sıcak bakılması kendiliğinden olagelen doğal bir gelişim olarak ortaya çıkmıştır. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki, ehlibeytin müşkülü Horasan Türklerinin müşkülü olmuştur. Haksızlığa ve kıyama uğrayan ehlibeyti yeniden iktidar yapmak ve şehitlerin intikamını almak için gizli çalışmalar artarak sürmüştür.

 

Horasanlı Eba Müslüm komutasında harekete geçen Türkmenler, Emevilerin iktidarına son vermişler ve Hz. Peygamberin amcası Abbas soyundan olan Abbasi halife olarak başa getirmişlerdir. Bu çalışmalar sırasında  peygamber ve soyu ehlibeyt anlayışındaki İslamı öğrenmişlerdir. Peygamber İslam anlayışı, İslamiyetin kaynağı ve özünü oluşturuyor. Bunu birinci ağızdan öğrenme fırsatı bulan Türkmenler kendi inançlarından örtüşenleri de birlikte düşünmüşlerdir. Bunları yayma ve öğretme metodu olarak epik şiirler kullanılmıştır. Epik tarzda ilk Alevi nefesleri Eba Müslüm (M.S. 719-755) tarafından halkın anlayacağı sade bir dil kullanılarak ortaya konulmuştur. Denilebilir ki, Aleviliğin temeli Horasana, Horasan Türklerine  dayanır. Horasanda yetişmiş ozanlar ve kamlar Aleviliğin yayılmasında etkili olmuşlardır.[1] 

Alevi-Bektaşi geleneğindeki ozanlar Eba Müslüm’e ayrı bir önem verirler. O sadece Türkmenleri, Hz. Muhammed’in sülalesi ehlibeyt’i değil, İslamiyeti de düştüğü müşkül durumdan kurtarmıştır. Bir şair O’nun için şöyle der:
 “Eba Müslüm gelmeseydi cihana,
Eşek diyerek çağırırlardı Mervana.”
  Kaynak: Mesruri Geda; Eba Müslüm’ün Tabutu,  Çev: Emrullah Erarslan, Can Yaty. 3.Basım 1997 İstanbul

  


600-700 MALATYA
 Hüseyin Gazi’ Emeviler döneminde Malatya’yı merkez yaparak İslamiyeti Anadoluda yaymaya çalışmıştır. Aleviler tarafından sevilen ve sayılan ulu kişi olarak kabul edilir. Anadoluda bir çok yerde onların adına türbeler vardır.  
Ankara, Divriği, Alaca (Çorum), Zile’de bulunan Hüseyin Gazi türbesi binlerce sevenlerince ziyaret edilir.
  

SEYİT BATTAL GAZİ

680-740                MALATYA-ESKİŞEHİR

Hüseyin Gazi’nin oğludur. Emeviler döneminde Malatya’yı merkez yaparak İslamiyeti Anadoluda yaymaya çalışmıştır. Gerek babası ve gerekse kendisi Aleviler tarafından sevilen ve sayılan ulu kişiler olarak kabul edilirler. Anadoluda bir çok yerde onların adına türbe vardır.  Bunlardan biri de Eskişehir’dedir.
 Ankara ve Divriği’de Hüseyin Gazi türbesi vardır.



İBRAHİM ETHEM (İBRAHİM Bin ETHEM Bin MANSUR Bin CABİR)

700-778 Belh-Şam
         Horasan Meliklerinden, Belh şehrinde doğmuş bir şehzade iken Tanrı yolunda dünya nimetlerini bırakarak nefsini yenmesini bildi. Azla yetinmenin simgesi oldu. Ona göre bir insan, kendi emeği ile yaşamalı, aşırı tüketimden, gösterişten kaçınmalı, yoksullara yardım etmeli. İbadet yalnızca Tanrı sevgisiyle ve bir karşılık beklemeksizin yapılmalı. Din sevgi, barış ve kardeşlik üzerine dayanmalı. Ölünceye kadar tarlalarda çalıştı. 778 veya 779 yılında Şam’da yokluk içinde çile çekerek, inandığı şekilde ölmüştür.  
İbrahim Ethem hacca gitmek için hazırlık yapmış, bir miktar parayı kenara ayırmış. Helallik almak için komşularını ziyaret ediyormuş.. Komşularından dul bir kadını ziyaret için uğradığında, kapıyı açan olmamış. Merak etmiş oğlunu gönderip bakıtmış. Küçük oğlu evin arka tarafını dolaşarak kapıdan içeri girmiş. Bir de bakmış ki yoksul kadın et pişirmiş çocuklarına yediriyor. Ethem’in oğlu da etin kokusuna dayanamamış et istemiş. Ev sahibi kadın vermemiş. Buna içerleyen çocuk koşarak babasına gidip durumu anlatmış. İbrahim Ethem, çocuğuna bir parça et vermeyen komşunun bende hakkı vardır, deyip helallik almak için tekrar bu eve gelmiş. Kapıya çıkan dul kadına; 
-         Oğlum et pişirdiğini görmüş. Kokusundan canı çekmiş. Bir parça et isteyen bir çocuğa niçin vermedin? Bir hakkın varsa ben ödeyeyim, helallik alayım istiyorum, demiş.
-         Söyleyemem, bana bir hakkın yoktur,  demiş.
-         Israr ediyorum, komşundan bir parça eti esirgeten sebep ne ola? Diye sormuş İbrahim Ethem.
-          Çocuklarım açlıktan ağlıyorlardı. Evde yiyecek bir şey de yoktu. Üç gün önce dağın arkasında ölmüş bir eşek cesedi görmüştüm. Varıp butlarından kesip getirdim. Pişirip açlıktan ağlayan çocuklarıma yediriyordum. Mundar eti olduğu için, size günahı gelir diye vermedim. Esirgemem bundandır, demiş.
 Ağlayarak evine gelen İbrahim Ethem, hacca gitmekten vaz geçmiş ve biriktirdiği paraları, yiyecekleri fakir komşularına dağıtmış. Arkadaşları hacca gitmişler. Dönüşlerinde herkes bir birinin haccını kutlamış. En çok da İbrahim Ethem’i kutlamışlar. Hacda onu en çok farizeyi yerine getirirken gördüklerini söylemişler.
 Arif olan canlar nefsini bilir,
Varlığın terk eyler hakkı bulur,
Nuru Muhammet didar görünür,
Aman ya Muhammed, medet ya Ali.
…………..
 Horasan’da var idi bir padişah,
Hükmü şarktan garba geçerdi ey şah.
Yine geldi gönlüme bir söz dahi,
Söyleyim dinler isen ey ahi.

 …………. 

Baba arzulayıp gelen,

Bu halime muti olan,

Ata okuna uğrayan,

Yetim oğul, garip oğul.

 

 Anan hasretini çeksin,

Gele deyu yola baksın,

Baban firkatını etsin,

Yetim oğul, garip oğul.  

 

 Beni arzulayıp geldin,

Ata okuna duş oldun,

Bu dertlü bağrımı deldin,

Yetim oğul, garip oğul.


Baban derviş donun giydi,

Mal u mülkü sana verdi,

Bu gün hep illere kaldı,

Yetim oğul, garip oğul.

 

Ata oku seni yaktı,

Kamu iller bize baktı,

Firakın yüreğim yaktı,

Yetim oğul, garip oğul.

 

Tacir sıfatına girdin,

Gelip bu diyara irdin,

Yiğitliği ele verdin,

Yetim oğul, garip oğul.

 

N’olaydı beni sormasan,

Arayıp burda bulmasan,

Dertlü bağrımı delmesen,

Yetim oğul, garip oğul.

 

Anan aklını yitirsün,

Hasretün dile getürsün,

Tahtımızda el otursun,

Yetim oğul, garip oğul.

 

Beni dervişlere sordun,

Oduna gittiğim bildün,

Bağrım delik delik deldün,

Yetim oğul, garip oğul.   [2]

 

 

Kaynak: Kocatürk, Vasfi Mahir; Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Yayınevi, Ankara 1970.s.163
   


BEHLÜL DANA

700-805 Bağdat-Basra

Harun Reşit’in kardeşidir. Abisi tarafından öldürüleceği korkusuyla hayatta kalmak için kendisini deliliğe vurmuştur. İmam Cafer Sadık için öldürülmesi fetvasını imzalamamak için divane gibi davranışlar sergilediği de söylenmektedir.

Behlül hiç gülmez imiş. Harun Reşit, her kim kardeşimin güldüğünü görür, müjdeyi getirirse, bir kese altın vereceğini vaat etmiş. Behlül, bir gün Bağdat sokaklarında gezerken bir kasap dükkanı önünde durmuş ve bir süre izledikten sonra gülmeye başlamış. Bunu gören esnaf hemen Harun Reşit’e koşup haber vermişler. Harun, Behlül’ü huzuruna çağırmış. Niçin güldüğünü sormuş. O da “Kasap dükkanında gördüm ki ak koyun ak bacağından, kara koyun kara bacağından asılmış. Ben de senin işlediğin günahlar için benden de hesap sorarlar diye, üzülür dururdum. Meğer boşuna imiş.” Der.  
Harun Reşit, “deli olmasaydın şuracıkta başını vurdururdum” der ve Behlül’ü serbest bırakır.

Ademi balçıktan yoğurdun, yaptın,

Yapıp da neylersin, bundan sana ne.

Halk ettin insanı, saldın cihane,

Salıp da neylersin, bundan sana ne.

 

Bakkal mısın, teraziyi neylersin,

İşin gücün yoktur, gönül eğlersin,

Kulun günahını tartıp, neylersin,

Geçiver suçundan, bundan sana ne.

 

Katran kazanını döküver gitsin,

Mümin olan kullar didara yetsin,

Emreyle yılana tamuyu yutsun,

Söndür şu ateşi, bundan sana ne.

 

Sefil düştüm bu alemde, naçarım,

Kıldan köprü yaratmışsın, geçerim,

Şol köprüden geçemezsem uçarım,

Geçir kullarını, bundan sana ne.

 

 

BEHLÜL DANA’m eydür cennet yarattın,

Nice kullarını cehenneme attın,

Nicesin ateş-i aşk ile yaktın,

Yakıp da neylersin, bundan sana ne.

 



HALLACI MANSUR

857-922 Beyza-Bağdat

Asıl adı Hüseyin’dir. 857 (244 H) yılında İranda doğdu. 922 (309H.) yılında Bağdat’ta öldü. Mansur babasının adıdır. Her nedense asılan oğlu Hüseyin olmasına karşın kaynaklarda Mansur adı geçmektedir.

 

Basralı Ebu Yakup Akta’nın kızı Ümmül Hüseyin ile evlenmiş. 3 erkek 1 de kız çocuğu olmuştur. İnsanların gönüllerinden geçen uçuk fikirleri açıklıkla söylediği için “sırları pamuk gibi atan” anlamına Hallac ül Esrar lakabı verilmiştir. Horasan, Hind, Türkistan ve Çini dolaştı 3 kez de hacca gitti. 3. Hac yolculuğuna 400 öğrencisiyle gitmiştir. Hacdan sonra Hanbeli sünniler onu şikayet ettiler. Sus’ta yakalanarak Bağdat’a gönderildi. 9 yıl mahkeme süresince hapis yattı.

 

Onu kafir olarak niteleyen ve Allahlık tasladığını ileri sürenler yanında, onu Veli kabul edenler de bir hayli vardı. Bir de tarafsız kalanlar vardı. Suçlayanlar siyasal olarak da güçlü idiler ve Kabeyi yıkan Karmetlerin isyanına benzer bir isyan çıkaracağı suçlamasıyla idama mahkum ettirilerek vücudu parça parça kesilerek, kalanı asılmak suretiyle idam edildi. Yakılarak külü Dicle nehrine atıldı 26.Mart.922. [3]

 

 

Ben Hakkım, Çünküm

Ezelindeyken haklıyım,

Ondan hiç ayrılmadım,

Ebedi olarak haklıyım.

 

..............

 

Ey dileyen kişinin dileği,

Senin yüzünden şaşırdığım gibi,

Kendime de şaşmadayım sanki.

Beni kendine öylesine yaklaştırdın ki,

Bir an ben sandım seni.

Vecde düşüp kendimi öyle yitirdim ki,

Kendinde yok ettin beni.

...................

 

Tenzih ederim

Maddi alemi izhar edeni,

Tanrılığını böylece göstereni,

Sonra da halkı meydana çıkarıp,

Kendini yiyen içen göstereni.

 

KAYNAK: Dr. Mustafa Tatçı; Mansur Name, M.E.B. Yay. İstanbul 1997

...........................

  

 



AHMET YESEVİ - HACE AHMET YESEVİ-PİRİ TÜRKİSTAN

1082-1166 Sayram-Yesi

 

      Ahmet Yesevi Türkistan’da Sayram’da dünyaya gelmiştir. Daha sonra buraya, Ahmet Yesevi’nin kişiliğinden dolayı, Mübarek Türkistan denilmiştir. Doğduğu yıl tam olarak bilinmiyor, ancak 84 yaşında 1166 yılında öldüğü bilindiğine göre 1082 yılında doğmuş olması lazım.  

Babası Şeyh İbrahim’dir. Ahmet Yesevi 7 yaşında babasını kaybetmiştir. İlk tahsilini Yesi’de yapmıştır. Yesi’de Arslan Baba’dan [Bab Arslan (Bab; arabça Kapı demek)], Buhara’da Yusuf Hemedani’den (Ölm.1140) ve devrin diğer ünlü din bilginlerinden dersler almıştır. Genç yaşta şiirler yazmaya başlamıştır. Mahlas olarak Yesevi, Hace isimlerini kullanır. Hace, bilgin, hoca, öğretmen, efendi, ağa, büyük insan, demektir.  

Özbekler, Kazaklar, Tacikler, Azeriler, Türkmenler, Volga Türkleri, Türkiye Türkleri gibi dili Türkçe olan ülkelerden gelen milyonlarca insan tarafından kabri bir ziyaret makamı olarak kabul edilmektedir. Yesevi, Pir-i Türkistan diye anılmakta ve nüfuzu geniş bir Türk coğrafyasını kaplamaktadır.        

Yesevi öyle bir dönemde yaşamıştır ki, tarihte böyle bir karmaşa ve kaos toplumları derinden etkilemiştir. Bir kere İslamiyet Türk dünyasına yeni girmeye başlamıştır.  

Oğuzların zengin ve egemen sınıfı, daha tatlı karlar elde etmek için, İslamiyetin Emevilerce sürdürülen Sünni mezhep kolunu seçmişlerdir. Halktan kopmuş olan sünni yönetici sınıf, halktan daha çok vergi almaya ve daha çok baskı yapmaya başlamıştır. Kabul edilen İslamiyetin etkisi ve yeni ticaret dostu tuttukları Araplara karşı ganimet elde etmek amacıyla saldırılar yapmak yasaklanmıştır.  

Başka gelir kaynağı olmayan halk daha da fakirleşmiş açlıkla karşı karşıya kalmıştır. Arapların İslamiyeti kabul için yaptıkları yoğun baskılar ve Sünni mezhep karşısında, gelişen muhalif grupların savundukları Şiilik, yani Hz. Ali taraftarlığı, Oğuz Türkleri arasında daha samimi bulunmuş ve İslamiyet Ali taraftarlığı kimliğiyle kabul edilmiştir. Şiiliğin Türkmenlerdeki Ali taraftarlığı versiyonu  ise Aleviliktir.   

Horasan Türkleri ekseriyetle Aleviliği seçmişlerdir. Ahmet Yesevi de Alevidir. Ondaki Allah sevgisi son derece doğaldır. İnsan her şeyin merkezini oluşturmaktadır. Yesevi’deki hümanizm ve doğa sevgisi en yüksek doruklardadır. Yesevi İslamiyet ve Alevilikle ilgili öğrendiği her şeyi lirik bir tarzda beyitlerle ve nefeslerle kam ozanlarına ve doğrudan halka öğretmiştir. Özellikle Hikmetleri kızı Gevher Şahnaz tarafından kadınlara öğretilmekteydi. Geniş bir odada toplanan kare düzeninde her kenarda 10 kadın, 4 kenarda 40 kadın sırasıyla Hikmetleri nağmeli olarak okuyarak ezberlenmesini sağlamışlar. Bir kenardaki 10 kadın koro olarak söylediği şiir bitince diğer kenardaki 10 kadın koro halinde devam etmiştir. Her gün en az 2 saat devam eden bu öğreti metodu oldukça başarılı olmuştur. Bu sebeple İslamiyet Alevilik kimliğiyle kısa sürede Türkler arasında yayılmıştır. O devirde bile Alevi Türkler ibadetlerini kendi dillerinde yapmışlardır. Yesevi bunu şu dizeleriyle dile getirir:

 

Anlamıyorlar alimler konuştuğumuz Türkçe’yi,

Ariflerden duyunca insan açar gönül mülkünü.

Ayet hadis manası Türkçe olsa kolay bilir lehçeyi,

Manasını kavrayanlar yere koyarlar börkünü.

 

Bir rivayete göre Yesevi Hazretlerinin soyu İmam Ali’ye dayanmaktadır. Buna inanmak oldukça zordur. Buna göre soy kütüğü şöyledir:

İmam Ali Mürteza       - 40 Hicri, 598-661 Miladi

Hasan Basri         03 - 88 Hicri (Peygamberin Hadımı Muhammed   Yesari’nin ve Ümmü Selme cariyesi Emine oğludur.       

Habib Acemi              -142 Hicri,

Davut Tai                  - 185 Hicri

Maruf Kerhi              - 204 Hicri

Sersekati                  - 245 Hicri

Cüneydi Bağdadi     - 297 Hicri

Cafer bin Yunus      - 335 Hicri

Ebubekir Şebeli       -

Muhammed Züccac -384 Hicri

HOCA AHMET YESEVİ TAŞKENTİ 300- 397 Hicri

 

Ahmet Yesevi’nin bir çok Halifesi var. Derler ki 99 000 Halinin piridir Hoca Ahmet Yesevi. O sebeple Nevedü Noh Hezar Pirani derler. Yani doksan dokuz bin halifenin piri, Pir-i Türkistan demektir.

Bu Halifelerinden en meşhur olanları Ebül Hasan Harkani, Ebül Kasım Gergani, Hoca Rüstem Taberistani’dir. Bunlardan da üç tarikat ortaya çıkmıştır:

Ebül Hasan Harkani’den Tarikatı Nakşibendiye,

Ebül Kasım Gergani’den Tarikatı Sadiye,

Hoca Rüstem Taberistani’den Tarikatı Bektaşiye.

 

Ahmet Yesevi’den Hacı Bektaş Veli’ye inen Halifeleri:)

 

1. Ahmet Yesevi'nin ilk Halifesi Mansur Ata'dır. (Arslan Baba'nın oğlu).

Abdülmelik Ata'dır. (Mansur Ata'nın oğlu)

Tac Hoca (Abdülmelik Ata'nın oğludur)
Zengi Ata (Tac Hoca'nınoğludur)

Hoca Rüstam Taberistani -445 Hicri

Hoca Cafer Sicistani –

Yakup İsfahani –

İshak Hamadani –

2. Harezmli Sait Ata
3. Süleyman Hakim Ata (Eşi Harzemşah hükümdarı Buğra Han'ın kızı Anber Ana'dır.)

Yahyai Kahistani -620 Hicri

Lokman Parendei Kaşani –663

Hacı Bektaşi Veli Muhammed Horasani –738 

Bu hesaba göre Ahmet Yesevi hazretleri 345 Hicri senesinde hilafet almış. 52 yıl şeyhlik yapmış ve 97 yaşında hakka yürümüştür. Bu zamanda halifesi Hoca Rüstem Taberistani 42 yaşında Yesevi Tekkesine şeyh olmuştur. 

Günümüzden bin yıl kadar önce Yesevi Hazretleri Türkçe ibadetten bahsediyor. Kendisi de Türkçe ibadet ediyor ve Kuran ayetlerini beyitlerle lirik tarzda halka öğretiyor. Bugün Türkçe ibadet, tartışma konusu olmaktan hala kurtulamamıştır.  

      Ahmet Yesevi, şüpheye yer bırakmayacak derecede Alevidir. Bazı tarikatçı çevreler, örneğin Nakşibendiler - ki sülük şecereleri Hz. Ebubekir’e çıktığı söylenir- Ona “Sünni” damgasını vurmaya kalkışmaktadırlar. Bu tutumun, Yesevi hazretlerinin ruhunu rahatsız ettiği kemiklerini sızlattığı, her inanan insanın kabul edeceği bir gerçektir. Eğer, bir Türk büyüğü olarak maksat Onu anmaksa, şaire ve onun inancına da saygı göstererek yapmalıdırlar. Yalnızca fikirlerini alsınlar. Şahsına yafta asmaya kalkmasınlar. Gerçekten de Nakşibendi Tarikatının kurucusu Bahaeddin Nakşibendi Hazretleri (Asıl adı Muhammed bin Muhammed El Buhari’dir) (1318-1389) Ahmet Yesevi’den çok sonra yaşamış ve ondan feyz almış ulu bir Veli’dir. Yesevi’den oldukça etkilenmiştir. Ortak yanları bulunabilir. Bu Yesevi’yi Nakşibendi grubuna mal etmeye yetmez. Tersi tutumlar  büyük ozanı ve Ona gönül veren milyonlarca sevenlerini üzer. Bunun da kimseye bir faydası yoktur. Aksine, eğer gerçek inanç sahibi iseler, zararını düşünmeyi bile gereksiz buluyoruz.

 

Mansur bir gün ağladı, erenler rahm eyledi,

Kırklar şerbet içirdi, Mansur’a mihrin salıp,

 

Mansur dedi “Enel Hak” erenler işi ber hak,

Mollalar derler nahak, gönlüne yaman alıp,

 

Deme “Enel Hak” diye kafir oldun Mansur diye,

Kur’anda budur diye, öldürdüler taş atıp.

 

Bilmediler mollalar, Enel Hakkın manasını,

Kal ilmine hal ilmin Hak görmedi münasip.

 

Rivayetler yazıldı, halini onun bilmedi,

Mansur gibi veliyi koydular dara asıp.

 

Efsanedir şeriat, ferzanedir hakikat,

Dürdanedir tarikat, aşıklara münasip.

 

Tevbe kıl HACE AHMET, Hak’tan ola inayet,

Yüz bin Veli geldi geçti sırrın sırrına ulaşıp.

 

      Ahmet Yesevi gariplerin mazlumların yanındadır. Döneminde yönetici egemen çevrelerin fakir halk üzerindeki yoğun baskıları karşısında kayıtsız kalmamıştır. Gönlü katı insanları insaflı ve şefkatli olmaya çağırmıştır.

 

Sünnet imiş, kafir olsa da verme zarar,

Gönlü katı, gönül kıranları Allah sevmez.

 

      Yesevi, yetim ve mazlumları azarlamamaları için uyarılarda bulunur. Bunu şu beyitlerle ifade eder:

 

Garipleri gördüğünüz yerde üzmeyiniz,

Gariplere hiddetlenip söz söylemeyiniz,

Zayıf görüp gariplere taş atmayınız,

Bu dünyada gariplik gibi bela yok işte.

 

Sözü didar isteyen herkes için söyleyip,

Canı cana bağlayarak damarları ekleyip,

Garip fakir yetimlerin gönlünü avlayıp,

Gönlü bütün kimselerden geçtim işte.

 

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen,

Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen,

Mahşer günü dergahına mahrem ol sen,

Ben sen diyen kimselerden geçtim işte.

 

Garip fakir yetimleri Resul sordu,

Hem o gece Miraca çıkıp didar gördü,

Geri inip garip yetim izleyip yürüdü,

Gariplerin izini izleyip geldim işte.

 

Ümmet olsan, gariplere tabi ol sen,

Ayet hadis her kim dese, sami ol sen,

Rızık nasip her ne verse, kani ol sen,

Kani olup şevk şarabını içtim işte.

 

Medine’ye Resul varıp oldu garip,

Gariplikte mihnet çekip oldu habip,

Cefa çekip yaradana oldu karip,

Garip olup engellerden geçtim işte.

 

Akıllı isen gariplerin gönlünü avla,

Mustafa gibi ülkeyi gezip yetim ara,

Dünyaya tapan soysuzlardan yüz çevir,

Yüz çevirip deniz olup taştım işte.

 

Garip fakir yetimleri kıl sen şadman,

Parçalayıp aziz canın eyle kurban,

Yiyecek bulsan, canın ile kıl sen ihsan,

Haktan işitip bu sözleri dedim işte.

 

Garip fakir yetimleri her kim sorar,

Razı olur o bedenden Perverdigar,

Ey habersiz, sen ver sebep kendisi korur,

Hak Mustafa öğüdünü işitip dedim işte.

 

Sünnet imiş, kafir de olsa, incitme sen,

Hüda bizardır katı yürekli gönül incitenden,

Allah şahit, öyle kula hazırdır Siccin,

Bilginlerden duyup bu sözü söyledim işte.

 

Vah ne yazık, ne yapacağım gariplikte,

Gariplikte gurbat içinde kaldım işte.

Horasan’ı Şam’ı, Irak’ı niyet kılıp,

Garipliğin çok kadrini bildim işte.

 

Gariplikte yüz yıl dursa, yine mihman,

Tahtı bahtı bostanları yine zindan,

Gariplikte kuş oldu o Mahmut Sultan,

Ey yarenler gurbat içinde yandım işte.

 

KUL HACE AHMET, söylediği Hakkın yadı,

İşitmeyen dostlarına kalsın öğüdü,

Gurbet çekip öz şehrine dönüp geldi,

Türkistan’da mezar olup kaldım işte.

 

      Yesevi egemen çevrelerin halk üzerindeki baskıları arttırması sebebiyle halkı yatıştırmak ve olası katliamlardan korumak için halka şöyle seslenir;

 

Zalim eğer cefa kılsa ninni söyle,

Göğsünü açıp intizar eyle,

Hak imdadına yetişmez ise boyun eğ,

Haktan işitip bu sözleri işte söyledim.

 

      Yesevi şiirlerinde zalime karşı baş kaldırmak değil, aksine zalimi yenmeye davet vardır. “Tanrı mademki adil, onun için zalimi mutlaka cezalandırır” düşüncesinden hareketle yalnızca Tanrı karşısında boyun eğ, yalvar ve ondan medet dile, diyerek Kur’andaki müjdeyi veriyor.  “Zalim zulüm etse, Allah de” diyor.

      Ahmet Yesevi hazretleri kendi meclisinde kadın ve erkek ayırımı gözetmeksizin birlikte oturmalarını sağlar. Buna itiraz eden Müveraünnehir ve Horasan alimlerine bir hokka içine pamuk ve ateş koyarak gönderir. Böylece, kendi gibi bir Velinin meclisinde kadınla erkekler birlikte bulunsalar bile onların gönüllerinden her türlü kötülüğü giderebileceğini göstermiştir. Ateşle pamuğun oyunu olmaz.

 

      Alevi ozan Ahmet Yesevi, Hz. Ali taraftarlığına dayalı, ehlibeyt sevgisi ve Hz. Muhammed Mustafa yolu olan Aleviliği halkın anlayacağı şekilde mısralara yükleyerek geniş kitlelere ulaştırmasını bilmiştir. Onun nefesleri büyük bir aşkla söylenip dilden dile aktarılmıştır. İslamiyeti kendi dillerinde kısa sürede öğrenen Oğuz Türkmenler Şamanizm’den gelen örf ve adetlerini günlük hayata mix ederek aktarmışlardır. İnançla ve bilinçli olarak hayata geçirilen İslami hükümler Oğuzların inanç dünyasını daha da zenginleştirmiştir. Arapça okunan ayetler yerine aşağıdaki dizelerle anlatılan İslamiyet, Türkler arasında daha da geniş taraftar bulmuştur.

 

Tarikata şeriatsız girenlerin,

Şeytan gelir imanını alır imiş.

İşbu yolu pirsiz dava kılanlar,

Şaşkın olup ara yolda kalır imiş.

 

Tarikata siyasetli mürşit gerek,

O mürşide itikatlı mürit gerek,

Hizmet edip pir rızası bulmak gerek,

Böyle aşık Haktan nasip alır imiş.

 

Pir rızası Hak rızası olur dostlar,

Hak Taala rahmetinden alır dostlar,

Riyazette sır sözünden bilir dostlar,

Öyle dostlar Hakka yakın olur imiş.

 

Eya dostlar, hiç bilmedim ben yolumu,

Saadete bağlamadım ben belimi,

Nasihattan hiç çekmedim ben dilimi,

Cahilliğim beni rüsva kılar imiş.

 

Şeriatı tarikatı bir bileyim dersen,

Tarikatı hakikate ekleyim dersen,

Bu dünyadan inci cevher alayım dersen,

Candan geçen seçkin kulları alır imiş.

 

Aşık kullar gece gündüz asla dinmez,

Bir saat bile Hak yadından gafil olmaz,

Öyle kulu Sübhan Rabbim zayi koymaz,

Dua kılsa duası kabul olur imiş.

 

Vah ne yazık geçti ömrüm gaflet ile,

Sen bağışla günahlarımı rahmet ile,

KUL HACE AHMET sana döndü hasret ile,

Kendi ateşine kendisi yanıp yakılır imiş.

 

      Hoca Ahmet Yesevi, dünya malına tapanları, manevi değerleri hiçe sayanları uyarır ve bunların boş şeyler olduğunu özlü olarak şöyle dile getirir;

 

Bu dünyada yaratılan tüm mahluklara,

Şimdi bildim, dirilik hemen olmaz imiş.

Bu ölümün şerbetidir, bu acı şerbet,

İnsanlar içmeden ondan, kanmaz imiş.

 

Yola ayak koysan dostlar, azık alıp,

Ecel gelse fayda kılmaz sakal yolup,

Bu dünyanın mallarını hasıl kılıp,

Rüşvet versen, Melekül mevt almaz imiş.

 

Kervan eğer göçer olsa, azık alır,

Azıksızın yola giren yolda kalır,

Kar ve zarar olduğunu o zaman bilir,

Yükün yükleyip yola giren kalmaz imiş.

 

Yükün yükleyip yola giren merdan olur,

Kılavuzsuz bu yola giren hayran olur,

Yol rehberi, yolu gören, kervan olur,

Yol görmeden kervan ayak koymaz imiş.

 

Ecel gelse fayda kılmaz, sakal yolsan,

Sağa sola canını parça parça versen,

Dünya için azizi ömrünü feda kılsan,

Melekül mevt gelse fırsat koymaz imiş.

 

Bu dünyada padişahım diye göğüs geren,

Hem önüne kürsü koyup hayme vuran,

Nice yıllar haylu haşem çeri salan,

Ecel gelse biri vefa kılmaz imiş.

 

Binlercesine çeri yığan hanlar hani,

Bu sözlerin her birisine mana kani,

Vefası yok, vefasızdır dünya tanı,

Gafil insan görüp ibret almaz imiş.

 

Bu dünyada yürük ata biniciler,

Harp gününde mübarizlik kılıcılar,

Elmas çelik kılıç kuşağı kuşananlar,

Ecel gelse, bey ve hanı koymaz imiş.

 

Bende nice yaş yaşasa ölmesi var,

Gören göze bir gün toprak dolası var,

Bu dünyaya sefer kılanın gelmesi var,

Ahirete sefer kılanlar gelmez imiş.

 

Dirilikte din nevbetini iyi vur sen,

Ahiretin esbabını burada kur sen,

HACE AHMET iman üzre tövbeli ol sen,

İman ile varan kullar ölmez imiş.

 

Ahmet Yesevi Tanrısı ile baş başa kalır ve şöyle söyleşir;

 

Münacaat etti miskin Hace Ahmet,

İlahi kıl bütün insanlara rahmet.

 

Garip Ahmet sözü asla eskimez,

Eğer ki yer altına girse çürümez.

 

Okuyana kılarım ben şefkat,

Kıyamette kılacağım şefaat.

 

Hüda kılsa nasip bana cennet,

Okuyanlara dilerim ben şefaat,

 

Dileği her ne ise Tanrı vere,

Muhabbet şavkın gönlüne sere.

 

Benim hikmetlerim aleme dolan,

İşitmeden kim ölse, kılar arman.

 

Benim hikmetlerim dertliye derman,

Kişi nasip almazsa, yollarda kalan.

 

Benim hikmetlerim fermanı Sübhan,

Okuyup anlasan, manayı Kur’an.

 

Benim hikmetlerim alemde sultan,

Kılar bir lahzada çölü gülistan.

 

Kırılmışlık ile kılsa namazı,

Kabul olur onun Hakka niyazı.

 

Benim hikmetimi aşıka deyin,

Gönlü ayna gibi sadıka deyin.

 

Tamamı kör sağır, batını güzaf,

Tüm iklimi gezdim, bulmadım saf.

 

Benim hikmetimi sarrafa deyin,

Kerem sahibi o Vahhab’a deyin.

 

Adil padişah o, bir adı sadık,

Kılar bir lahzada vaslına layık.

 

Benim hikmetlerim cahil işitmez,

Gönlü kara olan öğüdüm almaz.

 

Her kim yazı yazsa nesirle yazsın,

Nesirle yazarak maksada varsın.

 

Nasihatler kılar yaşlıya gence,

Anlamadan iyi ve kötü nece.

 

İnansın diye bir çok akılsızlar,

Velilerden bunları nakil kılarlar.

 

Hal dili ile ben amayı dövdüm,

Hakikat dili ile cahili sövdüm.

 

Eğer alim olsa, sadaka canım,

İşitip anla inci, cevherdir sözüm.

 

İnci cevher sözüm aleme saçsa,

Okuyup anlasa Kuranı açsa.

 

O alime canımı kurban kılarım,

Bütün ev barkımı ihsan kılarım.

 

Hani alim, hani amil yarenler,

Hak’tan söyleyene, canın verenler.

 

Kendini bildi ise Hakkı bildi,

Huda’dan korktu ve insafa geldi.

 

Diri oldukça cihanda har olmaz,

Okuyan bendeler hiç bimar olmaz.

 

Kıyamette ona hadi olurum,

Eğer dertli olsa, deva olurum.

 

Eğer yüz yıl ömür bulsa o da yetmez,

Eğer yer altına girse, fikri çürümez.

 

Kişi hikmet etse canı ile,

Çıkar canı onun imanı ile.

 

Kulağa almazsa bu sözü nadan,

Ona insan deme, o cinsi hayvan.

 

Hudayım sözünden çıkan bu hikmet,

İşitene yağar baranı rahmet.

 

Melun şeytan tutmaz onun yolunu,

Muhammet Mustafa tutar elini.

 

Benim hikmetlerim dertsize deme,

Cevherim bahasız cahile verme.

 

YESEVI hikmetlerin kadrine yat sen,

Aşk küpünden meyi bir katre tat sen.

 

.......................

 

Gavvas bahrına girdim, vücudun şehri gezdim,

Dürrü sedefte gördüm, cevheri kan içinde.

 

Arş ve kürsü yürüdüm, levh ve kalemi gördüm,

Vücudun şehrini gezdim, dedim bu can içinde.

 

Eri gördüm erleştim, istediğimi sordum,

Barçası sende dedi, kaldım hayran içinde.

 

MISKIN HACI AHMET cam, hem cevherdir hem kane,

Hepsi O’nun mekanı, O la mekan içinde. [4]

 

Ahmet Yesevi’deki Allah sevgisi, doğa, insan ve hayvan sevgisinin temelde bir olduğunu düşünür. Bunu şu dizelerle dile getirir;

Kurda, kuşa yakın, tabiata yakın,

İnsana yakın, Allaha da yakın.

 

Dünyadaki kurtlar ve kuşlar etti selam,

Ol sebepten Hakka yakın oldum ben.    

 

Toprak ol alem sana basıp geçsin. Diyen Hace Yesevi, bu beyti ile ne demek istemiştir? Niçin ateş ol, rüzgar ol v.b. dememiş de toprak ol demiştir? Bundaki derin mana şudur:

Cenabı Allah önce dört unsuru, toprak, su, ateş ve rüzgarı, yarattı. Kendisin bilinmesini istedi. Topraktan insan yaratıp dünyaya halife olarak göndereceğini söyledi. Adem’i topraktan ve sudan halk etti. Adem rüzgar yardımıyla hareket etti. Ateş ile vücudu ısınıp kalbi çalışmaya başladı. Cenabı Allah ona kendinden ayrıca ruh üfledi. Yaratandan aldığı bu şefkat, dostluk ve iyilik bilirlik ondaki ruh ve akıl ile pekişince insan gücünü buldu. Topraktan sabır, ümit, merhamet, iyi ahlak ve mürüvvet aldı. Sudan güven, dostluk, nezaket, birlik duygusunu edindi. Ateşten nefis, kibir, hırs, haset duygularını aldı. Rüzgardan yalan, iki yüzlülük, sabırsızlık, yaramazlık özelliklerini aldı. Toprak ve Su cennet mülkünü, ateş ve rüzgar cehennem mülkünü oluşturur. İşte bu sebepledir ki Yesevi “toprak ol, alem sana basıp geçsin” demekte ve toprağı öne çıkarmaktadır. 

 

Başım toprak, özüm toprak, cismim toprak,

Hak vaslına ulaşırım diyen ruhum toprak.

 

 

Şeksiz bilin bu dünya, bütün halktan geçer ya,

İnanma sen malına, bir gün elden gider ya.

 

Ata, ana, kardeşler nere gitti fikir kıl,

Dört ayaklı tahta at bir gün sana yeter ya.

 

Dünya için gam yeme, Hakdan başkasını deme,

Kişi malını yeme, Sırat üzre tutar ya.   

 

Ehlü iyal kardeşler, kimseler olma yoldaş,

Merdane ol garip baş, ömrün yel gibi geçer ya.

 

KUL HACE AHMET taat kıl, ömrün bilmem nece yıl,

Aslını bilsen su ve kıl, yine kile gider ya.[5]

 

 

Kaynak:1. Ahmet Yesevi, Hikmetler; çev: Erhan Sezai Toplu, MEB Yay.1995.s.32

       2. İbrahim Hakkulov; Ahmet Yesevi, Hikmetler; Çağdaş Yazarlar Dizisi, MEB.Yay.

     3. KÖPRÜLÜ, Fuat;Prof.Dr.;Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar;A.Ü.Basımevi 1966 s. 76

  

 

 


 

HAKİM ATA

1100-1200 Yesi-Horasan

 

Ahmet Yesevi’nin halifesidir. Asıl adı Süleyman’dır. Bir yaz günü Hoca yemek pişirilmesini ister. Ahçı “ odun yetmez” der. Hoca, dervişlere gidip odun toplamalarını söyler. Odun toplanıp getirileceği zaman yağmur başlar. Eve gelinceye kadar odunlar ıslanır. Hakim Ata esvabını çıkarıp sardığı için O’nun odunları kupkuru olarak gelir. Önce kuru odunu ateşlerler. Sonra da yaş odunlar kurunun yanında yanar ve yemek pişer. Bunun üzerine Hoca Yesevi şöyle buyurur: “Ey oğul, hakimane iş yaptın.” Ona Hakim lakabı bu methiyeden kalmıştır. Hakim Ata’da da hikmet dili vardır.

Ahmet Yesevi Hakim Ata'ya "Yarin seher vakti sana bir deve gelecek. Ona bineceksin ve onun durduğu yer senin ineceğin yerdir" der. Ertesi günü kapının önüne gelen deveye biner ve ipini serbest bırakır. Deve Türkistan'a doğru yol alır ve Harzemşah diyarında Horasanın batı bölgesinde bir yılkı otlağında durur. Çok zorlamasına karşın deve yürümez ve bağırır. Hakim Ata o yer burası olmalı der ve deveden iner. Bu bölgeye de "Bağırkan" adı verilir. Hakim Ata gösterdiği kerametler karşısında Harzemşah hükümdarı Buğra Han hem O'na mürit olmuş ve hem de çok sevdiği küçük kızı Anber Anayı ona eş olarak vermiştir. Anber Ana'dan üç çocuğu olmuştur.  Bunlar;
       - Muhammed Hoca
       - Asgar Hoca
      - Hubbi Hoca.
Hakim Ata, Arap Arslan Bab soyundan geldiği için esmer ve oldukça kara idi. Bir gün eşi Anber Ana, "Ne olaydı da eşim zenci olmasaydı" diye içinden geçirir. Bu Hakim Ata'ya malum olur. Hakim Ata, dilerim ben ölünce benden daha karasına varırısın der. Ertesi gün Hakim Ata vefat eder. Bir süre sonra Zengi Ata, Anber Ana'ya izdivaç teklif eder. Anber Ana, Zengi Ata'yı görünce "Ben Hakim Ata'dan sonra kimseye varmam.Hele böyle bir zenciye hiç.." der ve yüzünü öte yana çevirir ve öylece yüzü o tarafa dönük kalır. Zengi Ata kocasıyla aralarında böyle bir olayın geçip geçmediğini sorunca, bu da bir kerametin işareti der ve evlenmeyi kabul eder.

 

Dik duran alçalır,

Varanları yutar.

 

Gidenler gelmez oldu,

Meğer menzil ordadır.

 

Hepsi iyi, biz kötü,

Hepsi buğday, biz saman.

 

Dikkat edilirse “ben” yok, “biz” vardır. [6]

 


Kaynak: KÖPRÜLÜ, Fuat, Prof.Dr. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar; Ankara Üniversitesi Basımevi 2.Basım, 1966. s.76

Kaynak: Ahmet Yesevi, Hikmetler; çev: Erhan Sezai Toplu, MEB Yay.1995.s.32

 

 

 

 

 

SARI SALTIK – SALTUK (Mehmet-Şerif)

1160-1265 Horasan-Silistre


 Ahmet Yesevi tarafından Hıristiyanları Müslüman etmek için Sarı Saltık lakabıyla bilinen Mehmet Buhari’yi 700 dervişiyle birlikte Hacı Bektaş Veli’ye imdada gönderir. Bektaş Veli de Trakya’ya  ve oradan da Makedonya’ya görevli göndermiştir.

Yunus Emre’nin şeyhi Taptık Emre’dir. Onun şeyhi Barak Baba ve Barak’ın da şeyhi Sarı Saltık’tır.  Karadeniz kıyısında Silistre’de tekkesi vardır.

 

 

 

 

 

 

ALİ

1200-1300

 

On üçüncü yüzyılda yaşamış olan Ali'nin nerede doğduğu ve hayatı hakkında fazlaca bir bilgi yoktur. Kıssa-i Yusuf’u 1232’de yazmış. Yusuf ile Züleyha’nın ilk lirik destanının temelini oluşturur.

 

Elvan yerler, akar sular, cümle görsün,

Sahralarda, ravzalarda seçek dursun, 

Gödiğinden gelip size habe versin,

Siz dinlengiz, ol sözlesün, derler imdi.

 

Yakup eydür:Dün ile bir düş gördüm,

Düşüm üzre on bir kuzu güder idüm,

Saklar iken birin yavı kıldum,

Hakikat elimden kurt kapar imdi.

 

Anlar eydür:Yusuf’u biz saklayayuz,

Kardaşımızı kaçan kurda kaptırmayız,

Alem kurdun kıravuz öldürevüz,

Vallah Yusuf için derler imdi.

 

Anı işitip Yakup Nebi “varsun” dedi,

Özi dahi yığlayu uradurdi,

Kendi elsiyle Yusuf’un başın yudi,

Darayuben uzun saçın örer imdi.

 

Gönderdi Yusuf’u öpe kuca,

Ismarladı her birine uçtan uca,

İrte geling, dedi “sizler üş bu gice,

Al, ol gice kaçan gelür” deyür imdi. [7]

 

 

 Kaynak: Vasfi Mahir Kocatürk; Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Yayınevi Ankara 1970, 2.Basım, s. 74







KAYNAK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.