SIDIKA AVAR'IN DAĞ ÇİÇEKLERİ

Turkan Saylan'a ithafen
     Okumaya yazmaya özlem duyulan yillarda bu eksiklikleri gidermeye
       çalisan bir ögretim gönüllüsünün ibret veren macerasini okuyacaksiniz. ..
       
       Yillarca önce Izmir Kadinlar Hapishanesi' nde mahkum kadinlara aksam
       dersleri verilmesi kararlastirilmisti . Bir gün maarif müdürünün
       odasina zayif ufak tefek bir genç kiz girdi:
       "Ben bu dersleri memnuniyetle  kabul ederim efendim" dedi.
       Maarif müdürü sasirmisti karsisindaki genç kiz okuldan yeni çikmis
       üstelik de son derece hassas bir insana benziyordu. Müdür bir kere
       daha hapishanedeki tipleri gözönüne getirdi. Olacak sey degildi!.
       "Peki hoca hanim bu isle mesgul olacagim" dedi.
       Iki hafta geçmeden genç kiz soluk isiklar altinda hapishane
       kogusundaki aksam derslerine baslamisti. Isi bittikten sonra ince
       pardesüsünün yakasini kaldiriyor süngülü nöbetçilerin zincirli demir
       kapilarin arasindan geçerek sokaga çikiyor ve hizli adimlarla evine
       kosuyordu.
       Hapishane müdürü de maarif müdürü gibi hayretler içinde idi. O kavgaci
       o geçimsiz mahkumlar genç ögretmeni hem sevmege hem saymaga
       baslamislardi. Hatta bir kere dersten çikarken kendisini
       alkislamislardi da. Kadinlar hapishanesinde ilk defa böyle bir hava
       esiyordu. Fakat isinde inanilmaz bir basari gösteren genç kizin bir
       müddet sonra acayip bir suçla mahkemeye verildigini görüyoruz.
       
Hakkindaki isnat: Misyonerlik. Gittikçe kabaran dosyalar mütemadiyen
       misyoner ögretmenden bahsediyordu. Neler de neler yapmamisti ki!
       Is o kadar dallanip budaklandi ki Atatürk meseleyi merak etmisti.
       "Bana misyoner ögretmenin dosyasini getiriniz." dedi. Bütün gece
       dosyayi inceledikten sonra ertesi günü Avar'i yanina çagirtti.
       Genç ögretmen Atatürk'ün karsisina çiktigi vakit bir yaprak gibi
       titriyordu. Atatürk bu ufak tefek genç kiza hayretle bakti:
       "Misyoner ögretmen sensin öyle mi?" Diye sordu.
       Avar sasirmisti. Yavasça:
       "Efendim ben ögretmen Avar" diye fisildadi.
       Atatürk o zaman genç ögretmene dogru parmagini uzatarak yüksek sesle
       sunlari söyledi:
       "Hayir... Sen misyoner Avar'sin. Bana da senin gibi misyonerler lazim."
       Ondan sonra Atatürk fikirlerini açikladi:
       Bir toplum daha ziyade aile yoluyla bilhassa kadin yoluyla
       kazanilabilirdi. Genç ögretmen Dogu'ya gidecekti. Oradaki genç kizlari
       hatta bunlarin arasinda hiç Türkçe bilmeyenleri bile toplayacakti.
       Onlari bu cemiyetin potasinda yetistirecek sonra bu çocuklari birer
       isik huzmesi halinde köylere gönderecekti.
       Sözlerin sonunda:
       "Git memleketin içine gir, dag köylerine uzan, orada bizden isik
       bekleyen yarinin annelerini bulacaksin" dedi. 
        "Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksunlukların Türkçe  bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan  sebeplerinden biri olarak görmüştü. 
       Genç ögretmen içi içine sigmaz bir halde Atatürk'ün yanindan çikti.
       Işte yıllar ve yıllardir Avar, Dogu illerinden birinde kız enstitüsü
       müdürlügünde bu inanılmaz işle meşguldür.
       Simdi Elazig Tunceli Bingöl çevresindeki halk, bu ufacik tefecik
       kadindan bir azize gibi bahseder. Onun hakkinda iki yüze yakin mani,
       masal ve çocuklarin dilinden sayisiz Avar sarkilari vardi. O yol
       vermez, geçit tanimaz daglari at sirtinda tirmanir, dag köylerinden
       çogu esmer köy kizlarini toplar onlari kendi ceketine sarip okuluna
       götürür.
       Avar, Dogu'da gerçekten inanilmaz bir isimdir. Dag tepesindeki köylere
       bu masal kadini ögrenci toplamak için gittigi zaman köylüler:
       "Kizimi da götür Avar!" Diye atin üzengesine yapisiyorlar. ..
       Şehre Avar'ın okuluna gelen kizi bir kere de üç dört yil sonra
       görünüz. Ben bir insan yaratma mucizesini orada gözlerimle gördüm...
        Bu kahraman öğretmen, hakkında romanlar yazılan Sıdıka Avar’dı
       Hikmet Feridun Es
       Hayat Dergisi 1957
Sıdıka Avar ve “Dağ Çiçeklerim” Adlı Anıları
Türk Eğitim Tarihinin efsane öğretmenlerinden birisidir. Özellikle Elazığ, Tunceli, Bingöl yöresinde öğretmenlik yaparken köylerden öğrenci toplamak ve tatillerde onları evlerine bırakmak için yaya olarak, kamyonlarla veya at sırtında yaptığı gezilerle tanınmıştır.
Sıdıka Avar, 1901 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Mehmet Bey, annesi Emsal Hanım'dır. Ailenin üç kızından en büyüğüydü. İlkokula mahalle mektebinde başladı daha sonra Şefik Muhtar Mahalle Mektebi'ne devam etti.Çapa Kız Öğretmen Okulu'na giren Avar 1922'de buradan mezun oldu. Beşiktaş'ta Çerkez Mektebi 'nde öğretmenliğe başladı. Aynı yıl evlendi ve 1924'te kızı doğdu.
1925'te İzmir Amerikan Kız Koleji'nde Türkçe öğretmeni olarak görev aldı. Beden eğitimi öğretmeni olan eşi Mehmet Bahattin Avar'la, yürüyüş, dağcılık ve diğer sportif çalışmalarda gençlere kılavuzluk yaptı. İzmir Kadınlar Hapishanesi'nde kadınlara okuma yazma öğretimini üstlendi. Salepçioğlu Camii'nde işçi çocukları için açılan el sanatları kursunda görev aldı.
1924 –1929 yıllarında İzmir'de kalan Avar 1929'da Ankara'ya çağrıldı. Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağlı bir çocuk oyun ve spor sahası kuruluşuna destek oldu. Keçiören ve Necatibey İlkokullarında ve Çocuk Esirgeme Kurumu çocuk bahçesinde beden eğitimi ve spor çalışmalarında görev aldı.
Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'ne girdi. Buradan mezun olunca kısa bir süre Bolu Kız Enstitüsü'nde görev yaptıktan sonra 1939 da Elazığ Kız Enstitüsü'ne öğretmen olarak atandı. Sonra müdür yardımcılığı görevine getirildi. 1942'de, yeni kurulan Tokat Kız Enstitüsü Müdürlüğü’ne getirildi ancak istekle 16 Haziran 1943'te Elazığ Kız Enstitüsü'ne müdür olarak döndü. Gerek Enstitü'de uyguladığı eğitim yöntemleri, yönetim anlayışı ve çalışmaları, gerek okulun öğrenci aldığı Elazığ, Tunceli ve Bingöl'ün ilçe, bucak ve köylerinden öğrenci toplamak; tatillerde onları evlerine dağıtmak için hayvan sırtında, kamyonlarla, yaya olarak yaptığı geziler geniş bir ilgi topladı ve birçok yerli, yabancı ziyaretlere, röportajlara konu oldu.
Elazığ Öğretmen Okulu'nun kuruluşunda da görev almış olan Avar, Elazığ valisi ile anlaşamadı. Bu nedenle 1954 yılı sonunda Ankara'ya çağrılarak Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü'nde şube müdürlüğüne getirildi. Valinin değişmesi sonucu 28 Ekim 1955'te Elazığ'a geri döndü. Elazığ'a atanışından 20 yıl sonra, 1959'da kendi isteği üzerine İstanbul Sultan Selim Kız Enstitüsü'ne edebiyat öğretmeni olarak nakledildi.
27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü'ne getirildi, 2 yıl kadar bu görevde kaldı. İsteği üzerine, buradan, İstanbul Nişantaşı Kız Enstitüsü edebiyat öğretmenliği'ne nakledildi. Emekli olduğu 1 Ocak 1967 tarihine kadar bu görevde kaldı. 12 yıllık bir emeklilik hayatından sonra 16 Haziran 1979'da vefat etti.
Öğretmenlik yıllarının anılarını “Dağ Çiçeklerim” adlı kitapta toplamıştır. Bu kitap ilk olarak Öğretmen yayınları tarafından yayınlanmış ve kısa sürede tükenmesi üzerine bir kaç kez basılmıştı. 1984 yılında yeniden yayınlandı ve o da çok ve kısa sürede tükendi. Bundan 20 yıl sonra Berikan Yayınları yeniden yayınladı. 2004 baskısı halen mevcut olup bu, çok dersler çıkaracağımız, örnek gösterebileceğimiz, hediye edebileceğimiz, hatta bir öğretmene verilebilecek en güzel hediye olan bu kitabı piyasada bulmak mümkün hale geldi. Bu kitabın takdim yazısı ile kitabın ilk birkaç bölümünü gönderiyorum…
Dilerim bu örnek şahsiyet, Türk Eğitim Tarihinin idealist öğretmeni Sıdıka Avar iyi anlaşılır ve hepimiz Sıdıka Avar’ın açtığı yoldan eğitim mücadelesini aynı hız ve şevkle devam ettiririz…Önce kızının bir takdim yazısı ardından Avar’ın girişi ve anılarını anlatışını bulacaksınız…
Arzu edilirse diğer bölümleri de “bölüm bölüm” gönderebilirim…
BAHU GÖRK’ÜN ÖNSÖZÜ
Avar’ın, olayların fırtınasını yaşarken, günlüğünün sayfalarına kırık dökük cümleciklerle not ettiği bu anıları, kendisiyle birlikte ilk müsvedde olarak daktiloya geçirdiğimiz o günlerden beri her okuduğumda, yıllar öncesinin inanç, umut dolu çalışmalarının heyecanı beni yeniden sarmış, ancak ne işlerimden vakit ne de maddi olanak bulabildiğimden bir davranışa geçememiştim. Yaşanmış bu gerçeklerin benimle birlikte karanlığa gömülmesi başlıca korkularımdan biriydi. Umudumu yitirdiğim ve emekliliğimi beklemekten başka bir çare görmediğim bir anda eski eğitimci, emekli öğretmen Sn. Sati Erişen’den aldığım bir mektupla umutlandım. Şimdi o da aramızdan ayrılmış olan, bu gerçek – dostu, eğitimci – yazar, eğitim ordumuzun bin bir dert arasında bunalan bütün idealist bireylerine bir güç kaynağı olacağına inanarak, Avar’ın anılarının ışığa çıkarılmasını bir görev gibi üstlendi. Avar’ın, emeklilik günlerinde, bu bir yaşam yükü çaba ve özveriyi taşıyan anılar için başvurduğu kapılarda bulamadığı ilgi ve olanakları, ölümünden 4 yıl sonra Sn. Sati Erişen sakin, akılcı, yol – yordam bilir yöntemleriyle bıkmadan usanmadan uğraşıp, uygun yerlere ulaşıp, sağlamayı başardı.
Topluma sunabildiğimiz bu anılar, bazı zorunlu kısaltmalar ve kronolojik kopukluklar nedeniyle gerçi istenilen kusursuzluğa ulaşmış değildir ama, okuyucunun bu gerçek yaşam gizlerinde, kendisini sürükleyecek, düşündürecek, aslında içinde taşıdığı ‘insan – vatan – toprak’ sevgisini bütün sıcaklığıyla bir kez daha duyuracak çok şey bulacağına inanıyorum. Okudukça vatanını, insanını, dağını, ovasını, toprağını, taşını, köyünü, kömünü, varlarıyla yoklarıyla daha bir başka sevecektir, biliyorum… O zaman Avar’ın ruhu, iniş-çıkışlarıyla, umutlar, muştular, düş kırıklıkları ve heyecanlarıyla coşup çağlamış yaşantısını, kendini adadığı toplumunun gelecek kuşaklarıyla da paylaşabileceği için sonsuza dek şad olacaktır.
Avar’ı görüyorum; masasının başında yokları var
edecek yollar arıyor…
Avar’ı görüyorum; yalçın dağlara yüz vermiş katır
sürüyor, geçit vermez kayalarda
‘dağ çiçekleri’ arıyor…
Avar’ı görüyorum; başörtüsü, şalvarını çekmiş, yoksul,
toprak damda köy kadınlarına
yavrularının gelecek bilincini aşılıyor…..
Avar’ı görüyorum; okuluna getirebildiği
‘dağ çiçekleri’nin dikenleşmiş
saçlarından bit ayıklıyor…
Avar’ı görüyorum; sınıfta, atölyede, yemekhane, yatakhanede,
tuvalette çiçekleri’ne yaşam
yolları öğretiyor…
Avar’ı görüyorum; yoksul sınıfında ‘çiçekler’inin
kulaklarına, kalplerine Türk dilinin
müziğini işliyor…
Avar’ı görüyorum; bir bayram akşamında, okulun loş
koridorlarında, ‘çiçekleri’ ve
öğretmenleriyle kol kola kenetlenmiş,
halay çekiyor…
Avar’ı görüyorum; kara kışın diz boyu karında, odunsuz,
aç, hasta kalmış bir köy öğretmeninin
yardımına koşuyor…
Avar’ı görüyorum; okulunda yoksul bir ‘çiçeği’nin çeyizini,
düğününü yapma telaşının
mutluluğunu yaşıyor…
Avar’ı görüyorum; ‘dağ çiçekleri’nin özlemiyle dopdolu,
balkondaki saksılarda emeklilik
çiçekleri yetiştiriyor, anılarını topluyor…..
Avar’ı görüyorum; anılarını sonuç alamadan dolaştırdığı
yorgun bir günün akşamında, kırıklığı
avutmaya çalıştığımızda, yılların dertli
izleri arasına gizlenmiş gözlerindeki
o inanmak arzusu ile yanan ışığı görüyorum…
Yaşlı, hasta halinde T.V. başında bilgi
Yarışmalarını cevaplarken görüyorum…
Hasta yatağında küçülmüş bedenini,
«Ben artık gitsem iyi olur. Sen de perişan oldun.»
diye veda eden gözlerini görüyorum.
(O gözler artık geleceğe küskün bakmıyorlar…)
Bu fırsattan yararlanarak, Avar’ın yaşamında uğraşlarına değer vermiş, destek olmuş, anılarının topluma ulaşmasına çaba göstermiş, aşağıda belirttiğim bütün dostlarımıza minnet ve teşekkürlerimi bütün ailesi adına sunmayı bir borç bilmekteyim:
Çevresinin sosyal ve kültürel yaşamına değerler katmasını ön plânda tuttuğu Elazığ Avar Kız Meslek Lisesi’nin geçmişte kendisiyle çalışmış ve halen izinde yürümekte olan değerli öğretmen ve memurlarına,
Türk eğitim ordusunun onun uğraşları ile ilgilenmiş, omuz vermiş bütün mensuplarına,
O günkü Doğu Anadolu’nun yoklukları içinde kendisine var güçleri ile yardımcı olmaya çalışmış Elazığ-Bingöl- Tunceli yöresinin sayın devlet görevlilerine,
Daha o günlerde Doğu’nun aydınlatılması gereğinin bilinci ile, sessiz bir tevazu içinde yaşatılan bu okula basınımızdan ilgi duyup yer ayıran ve topluma tanıtanlara,
Son günlerinin rahatsızlıklarında şefkatle bağrına basıp hiçbir yardımı esirgemeyen Yakacık D.D.Y. Hastanesi’nin Sayın mensupları: Başhekim Dr. Sait Pembecioğlu, Dr. Hasan Onuk, Dr. Emel Yağar, Baş Hemşire Türkân Barışkan ve Gülten Avar’a,
Sırada son ama önemde başta gelen köy kızlarımız; Avar’a, sevgi arayan küçük kalplerinden sundukları en yüce sevgi demetleriyle bütün çilelerini unutturan sevgili ‘Dağ Çiçekleri’ne…
Ömrümüzün en güzel yıllarını hasret yaşadığım ANAM… ‘Dağ Çiçekleri’ne helâl olsun… Bahu (Avar) Görk (kızı)
YAZARIN ÖNSÖZÜ (Sıdıka AVAR)
1944 -1945 ders yılında birkaç köy kızımızın fotoğrafını Müsteşar Sayın Rüştü Uzel’e takdim etmiştim. Bunlar kendi makinemle çekilmiş küçük resimlerdi.
Kızlarımızın köy kıyafetleri hem orijinal, hem pek perişandı. Gözleri korkulu, yüzlerindeki ifade çatık, güvensiz ve sertti.
Bir – iki haftalık bir okul hayatı bunları hayret edilecek derecede değiştiriyordu. Bu değişikliği göstermek için okula geldikleri anda köy kıyafetleriyle ve birinci yıl sonunda okul kıyafetiyle aldığım resimleri Müsteşar çok beğenmişti
Bundan sonra gelecek öğrencilerin fotoğraflarını aldırarak bir gelişim albümü hazırlamam için hem emir, hem müteferrikadan para verdiler.
Bir sene sonra sunduğum bu gelişim albümüne kızlarımızın kayıt tarihleri, köyleri ve okulda izlediğim acayip serüvenleri yazılı birer açıklamayı da ekleyerek götürdüm, incelemeden sonra albümden pek hoşlandılar ve:
- Doğu köylerine teknik öğretim adına ilk giren müdürsün. Bunların hatıratını da isterim, dediler.
1945’ten itibaren doküman toplamaya başladım. Daha evvelki olayları, resmi yazışmaların örneklerini okulun açılışına kadar çıkardım. Jandarmalarla okula toplanan kızlarımın dinlediğim hikayelerini özetleyip ilave ettim. Esasen Elazığ’a tayinimden itibaren hatıra defteri tutmakta ve köye dönen mezunların mektuplarını saklamakta, okulun etkisini devam ettirmek için cevaplamakta idim.
Son senelere doğru, resmî yazışmaların suretleri, kızlarımın mektupları, yıllık rapor suretleri, on dokuz hatıra defterim, fotoğraflar ve gazete küpürleri, yani bu hatıratın temelini teşkil eden koca bir sandık doküman hazırdı.
Rahmetli Sayın Rüştü Uzel son hastalık zamanına kadar her ziyaretimde bu hatıraları ısrarla sordu ve yazmamı istedi.
Emekli olduğum halde içimde vazife yapmayanlara mahsus bir huzursuzluk duymaktaydım. Çünkü iki sene evvel başladığım hatıralarımı bitirememiştim. Tasnif ettiğim dokümanlardan her yıla mahsus yazışmalar, raporlar, gazeteler, hatıra defteri ve kızlarımın yüzlerce mektubunu inceleyip elemek hiç de kolay olmadı. Bu hatıraları bitiremeden ölmekten korktum.
Şimdi vazifesini tamamlamış insanların huzuruna kavuştum.
DAĞ ÇİÇEKLERİM
Sayın Rüştü Uzel’in aziz ruhuna
BOLU’DAN ELAZIĞ’A
Soğuk bir Şubat günü, sisli, buğulu, Belediye Meydanı’nda bir otobüs kalkacak. Meydan yolcularla ve onları geçirenlerle dolu. Çoğunluk öğretmen ve öğrenci topluluğu…
Bir ülkü uğruna bu ilden gitmeyi sabırsızlıkla bekliyordum. Ama şimdi?... Arkadaşlarımın üzgün bakışları, çocuklarımın yaşlı gözleri karşısında duygularım sanki benliğimi de eritecek.
Burada kısacık bir çalışma hayatıma rağmen, onları seviyorum. Zaten insanları ne zaman sevmedim ki? Hele sınıflarımı, öğrencilerimi… Burada şikayetsiz kalmak, o çocuklar arasında ölesiye erimek, sessiz bir ihtiras gibi içimde kaynadığı halde dıştan sakin duruyorum. Heyecanımı acı bir gülümsemede saklayarak, kalbim burkula burkula bu dost çevreden ayrılıyorum.
Artık ağlayabilirim.
Anlar, dakikalar bu yurt köşesi ile aramızdaki mesafeyi dev adımlarıyla açıyor. Bu ayrılış, geride kalanları perişan gönlümde mübarekleştiriyor.
Kilometrelerin gerisindeki o yalnız kalmış bölgelerin insanlarına el vermek, gönül vermek, yol açmak için gidiyorum. Çetin bir kavgaya baş koyuyorum. Bu gazayı başarmak için insanları gönül dolusu sevmeli, benliğimi onlara adamalıyım.
Soğuk, zifiri gibi karanlık bir Şubat gecesinin yağmur kırbacı altında Elazığ İstasyonu’na giriyoruz. Kompartıman yoldaşım yaşlı hanım:
- Gızım, gızım, pencireden golunu çıhar, hadı tez ol gı, diye çıkışıyor ve ekliyor:
- Ben sana dimedim mi, burada yıl çıbanı mıtlak çıhar, ya… Niren bu mezra havasına siftak1 değerse yıl yarası orada çıhar. Soratın yamalı olmasın deyi golunu uzat dışarı anam babam. De uzat dee…
Bu candan ihtiyarın gönlü olsun diye kolumu sıvadım, açık pencereden dışarı uzatıp çektim.
Çünkü mikrop fikrini anlatamamıştım bu sevimli, geçkin bacıma..
İLK KARŞILAMA
Sönük elektriğin aydınlatamadığı karanlık bir istasyon. Yağmur, çamur… Başları sarılı, büzülmüş bir çok insan pencerelerin önünde yavaş yürüyerek bağrışıyor:
- Hamal, götürelim!...
- Arabacı.. araba isten mi?
Okula tel çekmiştim. Boş ümitlerle bir süre pencerede bekledim, arandım. Nafile. Buradaki tek polisin yanına gittim. Enstitü’ye tayin edildiğimi, yabancı olduğumu, beni emin bir arabacı ile okuluma gönderme lütfunda bulunmasını rica ettim.
Cevap vermeden etrafına bakındı ve seslendi:
- Lo, arabacı!...
Koşarak yanımıza gelen arabacının başı, boynu bir şallı sarılıydı.
Araba yüklenince polis de bindi yanıma, beni okula kadar götüreceğini ümit ederek içimden sevindim.
Ortası ağaçlı geniş bir caddeye çıktık. Elektrikler o kadar sönüktü ki kenardaki evleri seçemiyordum.
500 metre kadar gittikten sonra polis arabacıya:
- Dur, dedi.
- Bana döndü:
- Ben karakoluma geldim, size uğurlar ola, diyerek indi. Benim de yüreğime indi. Arabacı caddeyi dönerken:
- Siftah mı gelisin bura?
- Evet, dedim.
- Bilisin bacı, bu Enistütü zorlu yirdedir.
- Öyle mi?
- Yolu çetindir ha…
Epeyce gittik, hayal meyal seçtiğim evler bitti. Arsalardan, tarlamsı, çamurlu yerlerden bata kurtula nihayet okula gelebildik. Ben iner inmez arabacı hemen parasını istedi, 7,5 lira aldı.
Ben kapıyı çalarken o da alelacele eşyaları indiriyor, bir taraftan da:
- Heyvanlar üşii, diye homurdanıyordu.
Ben zile uzandığım zaman arabacı kapı yanına eşyaları yığmıştı bile. Hemen hayvanları kamçılayıp gitti.
Senelerce, her istasyona gidişimde, beni bütün şehrin çamurlu sokaklarını, boş tarlaların dolaştıran bu hilekâr arabacıyı andım.
O zamandan beri, 25 kuruşa gittiğimiz istasyondan her arkadaşı karşılamayı bir gurbet vazifesi saydım.
BİZE «GÜNAYDIN» DEDİ
Karanlık, iki tarafı duvar olan sokakta okul kapısını defalarca çaldım. Etrafın ıssızlığından korkuyordum. Zifiri karanlıktan korkuyordum. Yorgundum, üşüyordum. Bir ayak sesi, nihayet kapı açıldı.
Ablak, kırmızı yüzlü bir hademe… Yeni tayin edilen öğretmen olduğumu anlatmaya çalıştım. Yüzünde hiçbir mana ifadelenmeden merakını yenecek kadar beni inceledi, sonra şüphe ile kapıyı yüzüme kapayıp içeri girdi.
Gecenin soğuk karanlığında kalakaldım. Rüzgarın yağmurla kırbaçladığı soğuk sokakta kendimi çok garip ve yalnız hissettim. İçimde korku, kafamda soru… Herhalde haber vermeğe gitmiştir diye düşünüp teselli bulmaya çalışarak bir süre bekledim. Tekrar zile bastım. Bana uzun gelen dakikalardan sonra içerde koşuşan topuklu ayakkabı sesi…
İçimde bir ferahlama, kapı açıldı. Aşina bir arkadaş sevinçle boynuma sarıldı. Bu sıcacık karşılama bana her şeyi unutturdu, benliğimi ısıttı. Ümit ve cesaretimi tazeledi. Loş, geniş bir antreye girdik. Sağlı-sollu kapalı iki kapı seçiliyordu. Karşıdaki koridor kapısından üç gölge belirdi. Hayret, elektrik mum ışığı kadar bile aydınlatamıyordu. Bu yarı karanlıkta öğretmen arkadaşlarla tanıştık; ne kadar güler yüzlü, tatlı, genç arkadaşlardı. Antreden daha loş bir koridora girdik. Okul buz gibiydi. Muavin odasına girdik. Daha aydınlıkça ve sıcaktı. Tel çekmediğim için sitem ettiler. Çektiğimi söyleyince de şaştılar. Almamışlardı.
Daha soyunmağa vakit kalmadan kapı itilip açıldı. Kapı çerçevesinde gittikçe çoğalan tıraşlı, esmer başlar belirdi. Merakla dolu genç ürkek bakıştılar…
Ben de şaştım. Öğretmenlerden birkaçı birden:
- Niçin mütalaadan çıktınız?
- İnsan böyle mi kapı açar, diye çıkıştılar.
- Öğrenci olduklarını o zaman anladım. Güler yüzle:
- Tünaydın çocuklar, dedim.
Evvela anlamamış gibi birbirlerine, sonra hepimize ve bana hayretle baktılar ve kaynaştılar.
- «Günaydın» dedi gız, lafı arkaya doğru dalgalandı.
- Nasılsınız çocuklar?
Yüzlerde gülücükler belirdi, sorum yine arkadaşlarına doğru dalgalandı. Saçları tıraş olmamış yaşça daha büyükçe birisi temiz bir Türkçe ile:
- Hoş geldiniz hocanım, deyince inceli – kalınlı bir ağızdan değişik şive ile:
- Hoş geldiniz hocahanem, hoş geldiniz hoca hanım, sesleri yükseldi ve arkalardan dalgalandı.
Hoca hanımlar kızcağıza,
- Şu yatılıları mütalaaya götür, başlarında dur, dediler.
Koridorda çetin bir çekişme başlamıştı. Yatılılar sınıfa gitmek istemiyorlardı, yüksek sesle konuşmalarını işitiyorduk.
- Gız Güllü, Güllü, bize «günaydın» dedi.
- Hee, «nasılsınız çocuklar» da dedi.
- Güleç yüzlü gız bu hoca…
bağıra.
Birkaç ses birden destekledi:
- Gız marak etme, yarın o da otekiler gibi tezden
- Hee…
- Haydi çocuklar mütalaaya.
- Bacım bu hoca da gozel.
- Oy anam paltosu da gozel.
- Bizim hocaları hepi lise okulu hocalardan daa gozel..
- Nidem gı, huyu gozel ola.
- Ama bu hoca geldiği kimin bizlen konuştu.
- Vi ana ii… gı… İki gatır yükü mal, aha antre dolmuş.
Tiz bir ses:
- Haydi bakayım mütalaaya.
Arkadaşlara:
- Bir öğretmen daha mı var? diye sordum.
- Yok, bu kadarız işte.
- Pansiyon çocuklardan, hani size ilk defa «hoş geldiniz» diyen.
- Onlar kazaklardaki memur çocukları.
- Ayol ötekiler dağ ayıları. Ne anlar «hoş geldin»den, «tünaydın»dan.
Muavin:
- Müdür anım yatak odasında sizi artık yarın tanıştırırız, şimdi rahatsız etmeyelim, dedi.
Arkadaşlardan biri, bana da göz kırparak ilave etti:
- Hem şimdi bal haftasındalar, çünkü sizden iki gün evvelki trenle kocası İstanbul’dan geldi. Her zaman balayı olmaz ya, bu da bal haftası işte…
Muavin hanım:
- Yorgunsunuz. Size yukarıda bir oda hazırladık, herhalde elinizi yüzünüzü yıkarsınız. Musluklarda su yok, size bir ibrik su göndereyim. Elektrikler sönmeden işlerinizi bitirin. Çünkü 11.00’de elektrikler kesilir.
Şakacı bir arkadaş olan dikiş öğretmeni, dudaklarına sigara takılı taraftaki gözünü kapayarak alayla:
- Banyomuz var ama suyu, sıcağı yok. Her hafta biz de saltanat arabasıyla hamama gideriz.
Hep gülüştüler.
Arkadaşlarımın «saltanat arabası» ismini verdikleri bu arabayı ertesi gün gördüm.
Filizi renkli bir taksi üstünün, fayton arabası dingilleri arasına yerleştirilmiş kupa gibi kullanıldığı, acayip bir taşıttı. Hamam dönüşü hanımlar her onu ararlardı.
Küçücük odamda yalnız kalınca soyunmaya başladım.
Bavullarım odamdaydı. Havlumu çıkarırken kapı tıkladı. 15 yaşlarında bir öğrenci, elinde yer yer sırları dökülmüş emaye çaydanlıkla geldi. Teşekkür edip almak istedim, vermedi.
- Ben dökmem Hoca Hanım.
- Estağfurullah evladım, ben kendim dökerim.
Getirdiğine teşekkür ettim, yine vermedi.
- Yoh, olmaz. Ben dökem, siz yıkanasız, iğle hoş oli.
Epeyce mücadeleden sonra ibriği elinden aldım. Biraz vakit geçirdikten sonra bitişik olan musluk odasına gittim. Yıkanırken baktım ki kızcağız başını uzatmış,
- Vah bana, vah bana, ayba1 ha, Hoca Hanım, bana ayba ha!... diye dövünüyor.
Yıkanmaya devam ederken,
- Hiç öğrenciye su döktürülür mü? O zaman bize ayıp.
Kızcağız elini geniş geniş sallayarak,
- Tööö!... çekti. Biz neler yıkamayız ki!...
ONLAR ÜŞÜMEZ, ŞEHER ÇOCUĞU DEĞEL Kİ
Kalkma ziliyle uyandım. Koridorda gittikçe kaynaşan ayak sesleri… Hepsi de ayaklarını sürüyerek yürüyor, neden acaba? Kapının önünden geçerken:
- Yeni hoca deha burada yati.
- Kız sus, gürültü etme!
- Uyuyor dee… Ayba ha… Ayba, ayba…
Herkes birbirine «sus» derken daha çok gürültü olduğunun farkında değiller yavrucaklar. Tartışmalar, çekişmelerle bir sabah tuvaleti… Şiveler ne kadar da bozuk yarabbi…
Yarım saat sonra bir zil sesi daha, mütalaaya inildi.
Bir müddet sonra, uzaktan yaklaşan eşit tempolu ayak seslerine sürüklenen bir ses karışıyordu.
Kapımı açtığımda şaşırdım. Dört çocuk çömelmiş, muntazam geri sıçrayışlarla koridoru siliyorlardı. Başlarında bir hademe emir veriyordu. Tuvalet kapısından iki, musluk odasından üç çocuk başı uzandı. Yer silenler de işi bırakıp ayağa kalktılar.
- Günaydın çocuklar!
Bir –ikisi elini ağzına koyup arkasını döndü. Bazısı utangaç bir ifade ile başlarını eğdi. Ötekiler içeri kaçtı.
Hademe küçümser bir ukalalıkla:
- Gız, «günaydın» disenize!..
Hademeyi duymamışçasına ve çocukları teşvik etmek için gülümseyerek tatlı bir sesle:
- Kolay gelsin çocuklar, dedim.
Hepsi bir ağızdan , yüksek sesle:
- Sağ ol!.. diye bağırdılar.
Allah Allah, asker gibi…
Hava çok soğuk… Su çok soğuk… Koridor buz gibi. Çocukların elleri morarmış, birinin parmakları şiş.
Eğilip yeri silerken robalarındaki çıtçıtlar açılmış, içlerinde amerikandan birer gömlek görünüyor. Ellerini ovuşturup omuzlarını kaldırarak büzülüyorlar. Birinin çıtçıtını iliklemek istedim. Çocuk vuracağım zannıyla ellerini kaldırıp siper etti. Ama ilikleyeceğimi anlayınca hepsinin gözleri hayretle açılarak:
- Uy! Uy! Zahmet etme, zahmat ayba gız, derlerken kapılardan uzanan başlar geridekileri çağırıp:
- Bak hele gız,
- Oy kurban ete1…
- Oy anam ne iyi hocadır bu…
- Gız, gız! Üreği eyidir bu hocanın.
Çıtçıtlar tutmuyordu. Hademe:
- Zahmat çekme hoca hanım, onlar üşmez. Şeher çocuğu değel ki, dağ ayısı hepi.
Kaşlarımı çattım:
- O nasıl lakırdı hademe hanım!Hepsi insan yavrusu!.. deyip musluk odasına gittim.
Çocuklar aşağılık duygusu içindeler. Çünkü hepsinin saçları tıraş edilmiş, onlar da uzamış, önden gözlerine, arkadan enseye, yanlardan kulaklarına kadar düşmüş; gri önlüklerinin lastikli kolları kısalmış; bazısının dirsekleri delik, ayaklarında topukları yırtılmış, renkleri solmuş siyah lastikli çoraplar. Topukları dağılmış, eski, boyasız, bağlı, siyah iskarpinler… Arka tarafları dağılmış olduğu için sürükleyerek yürüyor yavrucaklar.
Yemek zilinde uzun boylu bir sıralanma mücadelesinden sonra ayaklarını sürükleyerek pansiyonların nezaretinde kahvaltıya indiler.
Çok kısa bir zaman sonra ağızları dolu, büzülüp koşarak yukarı çıktılar. Kimisi öğretmen ve muavin kapısında kümelendi, kimisi sınıflara sığındı.
8.05’ten itibaren gündüzlüler gelmeye başladı. Şehir kıyafeti içinde iyi giyimliydiler.
Etraflarında yatılılar, «Abla» diye karşıladıkları enstitülülerin paltosunu alıyor, okşar gibi askıya asıyor, çantalarını yükleniyor, sefer taslarını yemekhaneye taşıyorlardı. Bazıları elleri koltuğunda büzülmüş, hayran gözlerle gelenleri seyrediyordu.
Enstitülülerde yatılıyı küçümseme, köy çocuklarında ise müthiş bir aşağılık duygusu…
Ders zili, sınıfların sıralanışı, dershanelere dağılışı, öğretmen arkadaşlarla tanışma, derslerin başlaması…
Okul binası hastane binası olarak yapılmış, iki katlı bir binaydı. Üst katın güneybatı yönündeki güneşlenme balkonu yatakhane haline getirilince, basık zemin katıyla birlikte kat sayısı üçe yükselmişti. Bodrum kat mutfak, yemekhane erzak ambarı, kömürlük ve iki karanlık merdiven altından ibaretti. Üstü ev idaresi, yemek, atölye ve servis odası, birinci kat koridorunun kuzeyi bin antre ile saltanat kapısı, güney cephesinde, koridordan bahçeye açılan iki kapıdan biri öğrenci giriş kapısıydı.
Okulun iki katında 13 tane atölye ve sınıf olabilecek genişlikte, 14 tane de küçük ve çok küçük oda vardı.
Biz öğretmenler antre karşısındaki geniş, aydınlık öğretmen odasında yemek yiyorduk. Ortadaki üstü çuhalı masaya sofra örtüsü konarak masa hazırlanıyordu. Biz öğretmenler aydan aya ufak bir ücret ödüyorduk
Öğrenciler küçük koridorda beş pansiyonun nezaretinde sıra olup ayaklarını sürüyerek bodrum kata iniyorlardı. Çok kısa bir zamanda yine koridora çıkıveriyorlardı.
Çocukların başında nöbetçi öğretmen durmuyordu. Merak etmiştim, nasıl bu kadar çabuk yiyorlardı? Bunu nöbetçi günlerde öğrenecektim. Çünkü yol yorgunuyum diye ilk hafta beni nöbete sokmamışlardı.
Bir iki gün sonra muavinle yemekhaneye indim. Aydınlıkça bir hol, karşıda bahçeye açılan bir kapı, sağda iki masanın zor sığdığı küçük bir oda, holde ayakta zor duran, biri kalastan, inşaat tezgahı olarak yapılmış iki masa, ikisinin de renkleri kir ve kazan karasından belirsiz… Bunlara da muşamba konup yemek yeniyordu.
Solda karanlık, kara bir mutfak, küçücük bir yemek sobası, bir bulaşık sobası, tel geçirilmiş, büfe olduğu anlaşılan siyahlaşmış bir dolap ve duman, duman, duman…Mutfak perişandı.
Bütün bu kişilerin yemeği burada mı pişiyordu?
İçerde kaytan bıyıklı, kara gözlü, ak yüzlü, ağzı kalabalık bir delikanlı aşçı.
Musluk yanında pislikten yüzü görünmeyen, iki büklüm, biçare bir ihtiyar bulaşıkça kadın.
Bulaşık da dahil her şeyi, her yanı simsiyah is olan mutfakta yalnız aşçı pırıl pırıl ve şık…
Hiçbir yerde soba yok. Buz gibi. Tevekkeli değil çocuklar hemen yukarı koşuyor…
Hemen yemeklerini atıştırıp ekmeklerini lastikli önlük kollarına saklayarak soba başlarında yediklerini sonradan öğrendim.
NİHAYET İNSAN YAVRUSU
Gelişimin üçüncü gecesiydi. Hepimiz yatalı bir saat olmuştu. Elimde kitap, dalmışım. Bir takım çığlıklarla yerimden fırladım. Küçük koridorun köşesine gelmiştim ki muavinle karşılaştım, o da çıkmıştı. Ses yatakhaneden geliyordu; oraya koştuk. İçerden hakim bir ses:
- Neden bu kadar bağırdın Güllü? Suya mı düştün sanki? Düştünse bir karış yerden düştün. Bütün mektebi uyandırdın; ayıp değil mi? koca kızsın.
Bu söylenişe:
- He valla, ne biçim gız? Susun ki uyuyak…sesleri karışıyordu.
- Na’pam, N. Abla… Uykuda çatırdadise, düştümse korkmuşum. Kim ne bili nire düşim deyi?
Bir karyola çökmüştü; yatakhanede herkes ayaktaydı. İçeride ağır bir koku vardı. Herkes bir ağızdan konuşuyordu. Kazazedeler yataklarını kaldırdılar. Kaynak yerlerinin kararmış renginden, karyolanın pek çok tamir gördüğü belliydi.
Geniş yatakhanenin solu pansiyonlara, sağı yatılılara ayrılmıştı. Bu her çeşit eski karyola, yataklar, yastık ve battaniyeler hep eskiydi. Koyu renkli çözme çarşafları vardı. Tüyleri dökülmüş büyük battaniyeler elek gibi olmuştu. Parçalar eklenerek yapılan kalın battaniyeler daha kalındı. Dolapların içi dışından görünüyordu; küçük aynaları kırık, kapıları çıkıktı. Kullanılamaz hurdalardı. darüleytamdan1 devralınmıştı.Herkese de bir dolap düşmüyordu. Kırılan karyolada iki kişi yatıyormuş. Yatılı çocuklar meğer çift yatıyorlarmış. Büyükler, iri çocuklardı, ağırdılar. Beraber yattıkları için eski karyolalar dayanmıyordu tabi.
Muavin Hanım’a sordum:
- Banyoda üst üste yığılmış birçok karyola var; niçin kullanılmıyor?
- Hepsi kırık.
- Tamir edilmez mi?
- Edilse bile yatak yok. Birkaç tane var ama işe yaramaz. Pırtısı çıkmış…
- Yeni yatak alınmaz mı?
- Vallahi ben de yeniyim, bilmem ki…
Çocuklar gece üşüdükleri için birbirlerinden battaniye kaçırıyorlardı. Bu olayda küçükler zarardaydı; bunu önlemek lazımdı.
Bir iki gece kontrolümde anladım ki, beraber yattıklarından, uyku içinde dönerken örtünmek için çekiştirilen battaniyeler ekseri yere düşüyor. Uyku içinde alamıyorlar, sonra da top gibi büzülüp uyuyorlardı. Bunu düzenlemeyi aklıma koydum.
Cumartesi öğleden sonra yatakhaneyi düzenleme isteğimi muavine bildirdim.
O gün bütün yatılı heveslilerle beraber çalıştık. Kalın küçük battaniyeleri iki kat yapıp bir tanesini çarşaflayıp alta, büyüklerden bir taneyi açık olarak üste koyup sonradan yanları ve ayak ucunu karyola ile yatak arasına soktuk. Nasıl içine girip yatacaklarını anlattık; içine iki küçük öğrenci yatırıp sağa-sola döndürerek battaniyelerin düşmediğini gösterdik.
Battaniye dağıtımında küçüklere bir küçük bir büyük battaniye verdik. Geri kalandan büyüklerin hissesine üçer battaniye düştü. Ben de rahatladım.
Ben ana idim. Benim de yatılı okulda okuyan yavrum vardı. Çocuğum sıcak odada açılsa bile gece kalkıp örtmez miydim? Ya bu yavrucaklar? Sırtlarında yoktu; üstleri açılınca ne olacaktı?
O tarihten itibaren gece yarıları çocukların açılan üstlerini örtme vazifesini gönüllü olarak üstüme aldım.
Bu işimde çok değişik davranışlarla karşılaştım. Kimisi beni tersler, kimi homurdanır, bir kısmı «Kurban sana» der, kimi «dayimina» diye seslenir, kimisi elimi öper; yine uykuya gömülürlerdi.
Geceleri uyku sırasında konuşanlar, bağırıp çağıranlar da vardı. O senelerde yaşadıkları köy hayatı ve geçirdikleri olaylar çocuklarda çok büyük etki bırakmıştı. Günlük hadiseler de kendini uyku da gösterirdi. Bazısı konuşurdu, neler anlatmazlardı ki? Bazısı ağlar, uyandırırız; kimi inler ateşine bakarız; kimi bağırır, bütün yatakhaneyi ayaklandırır, teskin ederiz… Annesini sayıklayanın saçlarını okşadınız mı çocuk derhal sakinleşir, mesut bir ifade ile ana koynuna sokulur gibi yastığına gömülürdü.
Bunların çoğu, isyanla ilgili olayların yaşandığı köylerin kızlarıydı. Güzeli de; çirkini de; kabası da; âsisi de nihayet insan yavrusuydu. Bu yaralı küçük gönüller sevgi ve şefkatle tedavi edilmeli, Türklük’le kaynaştırılmalıydı


KAYNAKDAĞ ÇİÇEKLERİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.