SIRADIŞI...

0
1519 İlkbaharında diye başlar anılarına keşiş Fray Bernardino de Sahagun , İspanyol paralı askerler ve serüvenci Hernan Cortes silahlı 10 gemisiyle Yutacan Meksika yarımadasının kuzey sahiline ayak basar. Bölge halkı Tanrıları beklemektedir ve gelenleri renki tüylerle, süslü kumaşlar ve mücevherlerle karşılar. Fakat gelenlerin Şeytan olduklarını köleden ve Altından başka hiç bir amaçları olmadıklarını ilk başta  farkedemeyeceklerdir.  Kısa zamanda üç bin yerliyi katleden Cortes ve ordusu vahşi insanlara Tanrının adaletini ve uygarlığı göstermek için Aztek İmparatorluğunun baş kenti Tenochtitlan ‘ a kadar ilerlemiştir.
Katolik Majestelerinin temsilcisi İmparator Montezuma ile karşılaştı ve ispanyollar tarih sahnesinde görkeme ayak bastılar. Texoco gölünün ortasında bulunan göl-kent sulama kanalları ve çiçekler arasında benzerine Tanrının nodernleştirdiği avrupada bile eşine raslanamayacak bir görkeme sahipti. Texaco’ ya gelen ispanyollar ne yıkanıyorlar nede üstlerini değiştiriyorlardı, fakat vahşiler her akşam yıkanıyordu. Bu cennet vari çiçekler ve görkem Hristiyanların adalet sağlayan ve günahlardan arındıran yeryüzü temsilcilerine emanet edilmişti. Fakat tarih sahnesinde yaşananlarsa bölge insanının Şeytanla ilk buluşması olarak kayıtlara geçecektir.
Orta ve Güney Amerika yerlilerinin, Avrupa-Merkezcilerinin Kolomb öncesi ardındanda latin dedikleri ve tarihçilerle etnologlar tarafından Amerika Yerlileri uygarlığı olarak nitelenen California’ nın Arizonanın, New Mexico’ nun ve Teksas ‘ın güney sınırlarında ve ateş ülkesinde başlayan bu uygarlık batılılar için sözde bildik bir kültürdür. Bu uygarlıklar kendilerine yaklaşılmasını fazla izin vermeyen bir anlayışa sahiptir.
1980 ‘li yılların sonlarına doğru arkeologlar ve antropologlar Kolomb öncesi büyük uygarlıkların iç yüzünü keşfetmiş gibi gözükürler.Uzun bir süre bu konu üzerinde çalışmış bilim adamları söylemlerinin aksi düşüncelere tahammül dahi edemezler. Onlara göre Amerika kıtasındaki insan İ.Ö yaklaşık 12.000 ortaya çıkmıştı ve uygarlıklarıyla dinleri üzerine resimli güzel kitaplar yazabilecek kadar yeterince bilgiye sahipti. Açıkçası tüm bu ortodosksin bilgilerin yalanlanması Bilim dünyasında şok etkisi yarattı ve halada bu devam ediyor. Fakat diğer taraftanda hala o bildik yalanlar insanoğluna gerçekmiş gibi verilmeye devam ediyor.
Niede Guidon
Niede Guidon ve Georgette Delibrias ‘ın Brezilyada 1986 yılında yapmış olduğu keşifler Amerika kıtasındaki insan varlığını 35,000 yıl öncesine çekti. Tüm karbon 14 testleri Fransızların keşiflerini doğrulamaktadır. Günümüzde bu somut bilgi belirli bir çevre tarafından şaşkınlık içerisinde kabul edilmektedir. Bilim ayetleri savunucuları içinse hala yok sayılmaktadır.
Amerika kıtasındaki bu rahatsızlıkların nedeni , yaklaşık 35,000 yıl önce ortaya çıktığı varsayılan Cro-Magnon insanının Çin olduğunu sandığı bu toprakları fethetmek için bering boğazının donmuş alanını yalınayak geçerek yazılı kültür oluşturmasıdır. Dahasıda Amerikadaki bu insan varlığının kökenleri yetmiş bin yıl önceki Wisconsin buzul dönemine kadar uzanmasıdır.
Bir başka muamma ise Amerika kıtasına kimlerin geldiğiyle ilgilidir. Bu konuda görüş kesindir.Amerika yerlileri Mongoloid ‘dir. Fakat daha sonra Güney pasifik kıyılarına farklı kaynaktan gelen uygarlık keşfedilmiştir.  Özellikle La Venta ve  Tres Zapotes ‘deki anıtsal başlar bir Afrika kültürünü gösterir, fakat Okyanusları geçerek gelen bu Afrika Kökenliler Teorisi bilimsel gerçeklikten yoksun temelsiz bir teoridir. Okyanusu salla geçmek mümkün değildir.
Orta amerika uygarlıklarının ilkini oluşturan Olmakler ortodoksin tezlerde meksika Veracruz bölgesinde İÖ. 1250 ortaya çıkmışlardır. Önemli astronomlardır, ilk yazılı takvimi Amerikaya onlar getirmiştir, son derece ilginç sanatları vardır, İÖ 600 yılına doğru ortadan kaybolmuşlardır. Su kanalları yapabilen, takvim oluşturan bu halk hakkındaki tüm bilgiler spekülasyondur. En erken 35,000 yıl öncesinden somut varlığı bulunan bir kıta hakkındaki tüm bilgiler son 3,000 yıl üzerine kurgulanmış spekülasyonlar zincirinden başka bir şey değildir.
Olmek
Orta ve güney Amerikaya az da olsa kusey yoluyla gelen Mongolid göçmenler yerleşmişlerdir. Fakat Navaho‘ları yadaOjibway ‘ ları çok küçük bir çabayla anlayabildiğimiz halde Olmek, Toltek , Aztek ve Mayalar genelde anlaşılmaz ve sürekli bir spekülasyon yapılır. tarihlerinin büyük biir parçası bilinmez. Üç bin yıl öncesinin Mısır ve Mezapotamya hakkındaki bilgiler Amerika hakkından daha fazladır.
Güney amerika’ ya ait bir diğer şaşkınlık veren olaysa kuzey akrabalarının bizon avlarken kesin ve kalıcı bir çok iz bırakmış olmasıdır. Yazı ve kültür üretiminin bir süreç olduğunu söyleyen ortodoksin tezler yine amerika kıtasında çizgisini tutturamamıştır.Tapınaklar, piramitler, taş ve kil mimariler , alçak kabartmalar, freskolar , günlük yaşam nesnelerinin nasıl ve neden yapıldığı asla açıklanamaz. Kuzey amerika yerlilerinin büyük çoğunluğu  homojen bir yapıya sahipken bu güney için geçerli değildir. Olmekler Mayalardan, Mayalarda Azteklerden tamamen farklıdır.
Görünüşte ilkel olan dinleri iki farklı bölgeden ibaret bir kozmolojiye dayanır.Bu bölgelerden biri yeryüzünün yüzeyinin temsil temsil edildiği insanların yaşadığı bölge diğeri ise bazılarının gökyüzünde bazılarının yer altında yaşadığı cehennem dediğimiz bölgedir. İlk olarak Olmek’ leri ele alırsak yeryüzü dünyası torak ve sudan oluşmuştur ve bu temsili , en eski denizde yüzen değişik türde timsahlar temsil eder. Bu timsah daha sonra bereket tanrısı olacaktır. Su bir balıkla , Köpekbalığıyla simgelenmiş ve arkeolojik kazılarda gerçek köpekbalığı dişleri bulunmuştur.  Olmeklerin kısıtlı ve hayvan biçimli panteonunun üçüncü kutsal hayvanı yılan, egemen sınıfların sembolüdür.
Olmeklerin kanlı törenleri olduğu sanılmaktadır.Yaşamın geçici doğası hakkında kaba bir felsefeye sahip olduklarıda düşünülebilir. Kralları öldüğü zaman tebaları krallığa bağlı olan heykelleri parçalayıp anıtsal başları yeniden yontmuşlardır.
Olmeklerin nerden geldiği ve nasıl yok olduğu muammadır. Onların ardından , etkisi bütün orta amerikaya uzanan veracruz’daki totanaklar ve Oaxaca ‘daki Zapotek’ler gibi komşu hakları ele geçiren olagan üstü site-devlet olan Teotihuacan gelmiştir. Teotihuacan meksika uygarlığının beşiğidir.Kullanılan bir yazısı vardır fakat yazmaları günümüze ulaşamamıştır. Tetitla bölgesinde bulunmuş olan Yeryüzü cenneti adlı feskoda , ruhlara benzeyen yaratıklar kelebeklerle dans etmektedir : Bu kültürün insanlarını ölümün pek korkutmadığını gösteren , öte dünyaya ilişkin düşşel bir görüntüdür. sabah yıldızıyla simgelenen ve Quetzalcoatl ‘ın hebercisi olan başka bir tanrı , kanlı kurbanları reddetmiş ve sadece çiçekler ve meyveler kabul etmiştir. Ama bu görüntü pek evrensel değildir, çünkü Guetamala pipillerinde ona insan kalbi kurban edilmektedir. Teotihuacan dininin bir iyilikle bir kötülük arasında , iyilik yapan tarıyla onun karşıtı bir şeytanın ikiye böldüğü düşünülmüştür. Bu durum diğer uygarlıklarda gördüğümüz gibi aynı tanrı , mutlu yada mutsuz olmasına bağlı olarak iyi yada kötü olabilmektedir. Olmek uygarlığı gibi Teotihuacan ‘ da İS VI yüzyılda nedeni bilinmeyen bir sebepten ortadan kayboldu. Konuyla ilgili Ortodoksin tezler, ticaret yollarını kesmiş olan Pipil yada Totonak kabilelerin isyanları olduğunu söyleselerde tarihsel temeli olmatan bir teoridir.
Maya uygarlığıda kendinden önceki uygarlıklar gibi aniden ortaya çıkmıştır fakat mayalar hakkında bilgi Olmek ve Teotihuacan uygarlıklarından fazladır. Olmeklerin bulunduğu bölgede Maya öncesi bir topluluğun bulunduğunu, Olmekler geldiğinde bununiki gruba bölündüğünü , gruplardan birinin kuzeye , diğerinin güneye gittiğini ve güneye gidenlerin Mayaların kökenlerini oluşturduğunu bilmekteyiz.
Mayaların dinlerini çözümlemek için oldukça fala heykel, fresko, nesne ve el yazmaları vardır.Chumayelli Chilam balam ‘ın yada Jaguar Peygamber kitabı , dört ağaç yardımıyla gök kubbeyi taşıdıkları düşünülen ikincil tanrılar olan Bacap ‘ların Dinsel Törenleri ve özellikle , Soustelle’in dinsel zirvesinden biri olarak nitelendirdiği Popol Vuh , ispanyol fethinden kısa süre sonra kaleme alınan bu eserler bize oldukça bilgi sunar.  Fakat bu bilgiler Maya dilinin tutarlı bir tarih analizinin çıkarılacağı anlamını vermez.  Diğer sebepse yazıların Latince olması ve tarafsızlık sorunudur.  Ayrıca kendileriyle birlikte yancı tanrılarında gelerek Maya tanrılarının isimlerinin değiştirmiş, özellikle Toltek meksikalılarının istilasına bağlı olarak Mayalar üzerinde kesin etkisinin açık işaretlerinin bulunmasıdır.
Crac-Maya
Örneğin yağmur tanrısı Crac ‘ın yerine tanrı Metzaboc geçmiştir.
Metzaboc
Maya dininin Toltek etkisiyle derinlemesine değişip değişmediği bilinmemektedir. Aslında Maya uygarlığında daha geç bir aşama olan Yutacan’ daki Maya dinini bilmekteyiz. Maya uygarlığını sadece Altın ve sanat eseri olarak gören Batının Şeytansı düşüncesi , bu uygarlık hakkında XIX yy Amerikalı diplomat John L. Stephens , Meksika ve Guetamala keşiflerinin açıklamalı hikayelerine kadar bilinmez. Bir çok veride kaybolmuştur.
Geçmişin tarım uygarlıklarında olduğu gibi panteonda egemen olan üç tanrının üçününde görünümleri bereket tanrıları gibidir. Bunlar Güneş tanrısı Kinich Ahanu , yağmur tanrısı Chac ve mısırdır.Bunları dokuz yer altı ve karanlıklar tanrısı izler, ve on üç de gün tanrısı gelir. İlk dokuz tanrıyı ölüm tanrısı Cizin yönetir.Cizin bölgede çok görülen deprem ve salgınların tanrısıdır.
Cizin
İkinci grup tanrıyı güneşle özdeşleşen İtzamma yönetir. Öteki tanrılar olmasaydı tek tanrıcılığa doğru bir sapmayı beraberinde gericek olan ” Bir Tanrı – Hubab Ku ”  biçiminde Yutacan mayalarında ortaya çıkmıştır.
Bütün tanrılar hem tek hemde dört yöne uygun olarak dört katlı gibilerdir. Bunlar hem iyilik hemde kötülük yapan tanrılardır. fakat belirtilmesi gereken önemli bir nokta Mayalara göre kötülük ,dünyanın başka bir çok dininde , örneğin Vedacılıkta olduğu gibi sadece çift karakterli tanrıların öfkesinden değil Yum Cimil gibi gerçekten kötücül tanrılardan kaynaklanır.
Maya toplumunun yapısı , tıpkı eski iran ve mezapotamya toplumu gibi aristokratiktir.Aynı zamanda teokratiktir. Toplumu yönetenler rahipler ve rahip-krallardır. Bin yılına doğru , köylü isyanlarının ardından toplumun ilk çöküşü yaşanmıştır. Klasik dönem böylece son bulur.  Uxmal ve Chichen Itza gibi görkemli şehirler terk edilir. Yinede isyancılar bağımsızlıklarını kazanamadılar , çünkü yabancı bir kabile olan İtzalar mayalara yeni bir askeri tiranlık ve insan kurban etme geleneğini dayattılar. Kolomb öncesi amerika dinlerinin en korkunç yüzlerinden birini açıklar, diğeri ise sonsuz bir suçluluk duygusudur. Mayalarda insan kurban etmeler , örneğin Olmeklerden daha az rastlanır gözüksede hiç yok değildir. Bu kültür , intihar edenlere mutlu bir sonsuzluk vaat eder ve hatta onlara gözleri kapalı , asılmış biri olarak temsil edilen bir tanrıça adanmıştır. Ölüm hiçbir şeydir, yaşam da. Burada bizim olağanüstü XX yy bazı politik rejimlerinin temel Nihilizmini uğursuzca hatırlatan bir yazgıcılık vardır : Stalinci SSCB ‘ nin 16 milyon ölüsü , III Reich ‘ in altı milyon ölüsü Kızıl Khmerlerin iki milyon,  modern toplumun yaratmış olduğu yaşamın kendi ölüleri.
Meksika Antropoloji Müzesi – Maya
Maya toplumu oldukça katı kuralları olan bir hiyerarşi ile donatılmıştır. Örneğin askeri operasyonlar için seçilen başkomutan , der Soustelle , üç yıl için göreve seçilir, bu süre içerisinde bir kadınla birlikte olamaz, sarhoş olamaz, mısır, balık ve iguana dışında bir şey yiyemezdi. Neredeyse rahip gibi yaşamsal standartlar belirlenmiştir. Bu toplulukların Hristiyanlığı bu kadar kolay benimsemesinin sebebi ; İsa Güneş tanrı Quetzalcoatl yada Kukulcan , Bakire Meryemi Ay’la özdeşleştirmiş olmalarından gelir. Ayrıca Haç’ ı yararlı yağmurların simgesi yapmışlardır.
Quetzalcoatl
ispanyollar Colomb’ un izinden gittiklerinde sadece maya dinini keşfetmekle kalmadılar, sonnraki uygarlıkların dinleriyle de karşılaştılar. Aynı meksika tablosunda belirsiz bir dönemde kökenleri yine belirsiz iki topluluk ; Toltekler ve Aztekler ortaya çıkmıştır. Olmeklerin vejeteryan tanrısı Quetzalcoatl, yani tüylü yılan Toltek Krallarının hanedanını kurmak için yeryüzüne inmiştir.Çünkü krallar için , tanrısal bir köken evrensel bir meraktır.
Meksika Antropoloji Müzesi – Toltek
Toltek efsanesinde Quetzalcoatl yakışıklı bir genç ve Tollan kralıdır. İnsan kurban etmeyi yasaklayan iyiliksever bir tanrıdır. Devasa bir penisi olan Quetzalcoatl , belki pülk belkide peyolt gibi bir uyuşturucu kullandığından cinsel organını ve prensesi kötüye kullanır. Aklı başına gelince yaptığının farkına varır ve pişman olur.   Yılan derilerinden bir salla denize açılır. Güneş salı yakar ve Quetzalcoatl ‘ın kalbi gökyüzüne çıkıp orada Venüs olarak adlandırdığımız gezegen halini alır.   Mitin bir başka çeşitlemeside , deniz kıyısına varan Quetzalcoatl bir odun yığını üstünde kendisini yakar ve kalbi gök yüzüne yükselir. Bu durum güneş tutulmasını meydana getirir.
Modern tarihçiler venüsün yükselmesi ve güneş tutulması olayını 16 Temmuz 790 olarak kodlar. Ve Toltek hanedanlığı o zaman kurulmuştur. Yaşam Soluğu’ da , Rüzgar Tanrısı’da denen Sabah Yıldızı’ nın yeryüzünde görüldüğü gün o gündür.
Toltekler , Quetzalcoatl kişiliğini Azteklere bırakmıştır. Quetzalcoatl ‘ın amansız bir düşmenı vardır : Tezcatlipoca.
Tezcatlipoca – Britannica
Tezcatlipoca hikayesi şaşırtıcı olarak Quetzalcoatl ‘ a benzer : O da yakışıklı bir gençtir ( Şu farkla, tek ayağını timsah yemiş yerine obsidiyen bir ayna koymuştur) , onunda güzel bir penisi vardır. Tollan pazarında çırılçıplak dolaşırken penisini gören Tollan prensesi ona aşık olur ve  hasta düşer, babasından bu yakışıklı gençle evlenmek için izin alır. Bir başka çeşitlemede Tezcatlipoca , Tollan kralını pülk ile sarhoş eder ve kızını baştan çıkarır. Sonuçta ondan bir oğlu olur. Çocuk büyülü bir gün olan Dokuz Rüzgarlar gününde doğar. Tezcatlipoca bir Tollan prensesinin babsı olduktan sonra Toltek krallığına nifak tohumları eker, öyle ki Quetzalcoatl orada kalmayı red eder ve Tollan’ı terk eder. Tezcatlipoca tekrar insan kurban etmeyi uygulatır. Büyük bir bayram sırasında genç ve yakışıklı bir delikanlının kalbi sökülerek ona kurban edilir.
Tezcatlipoca , Quetzalcoatl ‘ın olumsuz yansımasıdır.  Buradaki ikilik, iyilik ve kötülük arasındaki dinsel karşıtlıktan çok başka bir simgeselliği temsil eder. Tarımsal bir kökeni temsil eden Quetzalcoatl , Teotihuacan’ın gücünü yok etmesiyle dinleride yok olarak din yaşamında Xipe Totec ‘in ortaya çıktığı görülür ve ona insan kurban edilir. Quetzalcoatl  panteondan yok olmadı fakat savaşcı Tolteklerin bölgeyi ele geçirmesi ve Tollanı kurarak kendileriyle birlikte Gece tanrısı tezcatlipoca’ yı getirmişlerdir.
İÖ 1000 yıldan itibaren kimileri kuzeye kimileri güneye doğru dağıldılar ve her karşılaşmada birbirleriyle savaştılar. Bir süre barış yapsalarda avrupalılar gelinceye kadar savaştılar. Bölgeye gelen avrupalı insanın gözünde ise mısır ve Altından başka hiç birşey yoktur. Güney Amerikadaki en büyük uygarlık olan İnka uygarlığının dinleri  hakkında  sanatsal tasvirlerinden başka bir şey bilmemekteyiz : Jaguar , timsah, maymun kafalı tanrılar.
Olmekler , mayalar , aztekler ve bir çok uygarlık gibi İnka tanrılarıda memnun edildiklerinde iyi, aksi taktirde kötülük yapabilen tanrılar olarak tasvir edilir.
Viracocha ya da Tici Viracocha – İnka
Ünlü bir aztek deyişi vardır  :  İnanmıyoruz , Korkuyoruz ! Amerika yerlilerinin diğer uygarlıklar gibi  İnka yerlileride Jaguar tanrıya kutsal olduğu için değil , ondan korktukları için saygı gösterir. Tıpkı mezapotamya yerlileri gibi.  Bu kapalı ve teolojik sistemin parçalanışı Peru’daki İnka döneminde meydana gelecektir.  Gözü dönmüş altın delisi ispanyol serüvenciler ile karşılaşmaın sonucunda 1532 ‘de meydana gelen ve İnka din adamlarının öngördükleri Beşinci felaketle son bulur. Domiken rahibi Vicente de Valverde İnka ‘ ya bir din kitabı uzattı ; İnka kitabın dokusuna hayran kaldı, ama inkalar okuma bilmiyorlardı, onları cebeden kağıt’tı.   İnka İmparatoru Atahualpa kitabı yere attı . Bunun üzerine Dominiken rahibi yüksek sesle gürledi  ;
”  haydi Hristiyanlar ! Tanrının kitabını yere atan bu  düşman köpeklere saldırın.  “
Katliam başlatılır. 6-7 bin İnka’ lı öldürülerek Atahualpa esir alınır. Ertesi yılın 16 Temmuzunda İspanyada uygulanangarrote geleneğine uygun olarak iple boğulmuştur, öldürülmeden evelde hristiyan yapılmıştır. Öldürülmeden önce Fidye verilmesi karşılığında serbest bırakılacağına dair yemin eden  Sıkı Hristiyan Pizarro , Fidyeyi almış fakat İmparatoru öldürmüş ve ardından bir ” İmansız” a verilmiş sözü tutmaktan kendini muaf tutmuştur.
İnka dininde Viracocha denen , fakat Güneşi temsil etmesinin ötesinde , eskiden olduğu gibi dünyaların, ilk erkek ve kadınında yaratıcısı olarak kalan, Chimu’ların ve Mochica ‘ların büyük tanrısı Pachacamac, insanların belleğinden silindi, imparatorluk çötü ve tüm altınlara beyazlar el koydu. Bu yok olan din hakkında bir kaç tarihçi , kökenlerine bağlı bir kaç güney amerikalı entellektüel, insanın karanlık geçmişini araştıranlar dışında bilinmez.  İnkaların kendinden önceki Mochica’lar ın kutsal şehri Tiahuanaco’ nun kalıntılarında bugüne dek ayakta duran Güneş kapısını süsleyen kabartmada gözyaşı döken figür tanrılarına bağlılığın sembolüdür. Gözü yaşlı bu tanrı diğer panteonlarda örneği yoktur.
Tiahuanaco
Günümüze kadar gelen süreçte onca yıllık kilise ve vaaz baskılarına rağmen İnka soyundan gelen altı-yedi kişi hala Tanrı’nın güneş olduğuna inanmaktadır ve Bakire Meryem’e dua ettiklerinde , onun din değiştirmiş Mayalar gibi Ay’ la değil , tanrıça Toprakla özdeşleştirirler.Aziz Jacques ‘ i gök gürültüsü ve yağmur tanrısı Apu İllapu olarak kabul etmektedirler ve İnka bayramları ile hristiyan bayramları bölgede çakıştırılmıştır.
İnka dini ile Hristiyan dini arasındaki şaşırtıcı benzerlikle Avrupalı işgalcileri oldukça şaşırtmıştır. İnka kültüründeki Ay Bakireleri işgalcilerin sistematik tecavüzüne uğramış ve melez bir halk ortaya çıkmıştır. Ağlayan tanrı kültü Hristiyanları oldukça etkilemiş 1534 yılında doğan Melez Felipe Guaman Poma de Ayala İspanyoö Kralına 200 sayfadan uzun bir mektup gönderir ; Mektupta İnka uygarlığını ve inançları hakkında betimleme bulunmaktadır. Bir başka ünlü Melez Garcilaso de La Vega 1609 yılında İnka bakış açısıyla Peru tarihi kaleme almıştır. İnkaların Nuh’un kayıp torunları oldukları bile öne sürüldü.
Dönemin İspanyol yazarı Pedro Cieza de leon , çok ilginç bir noktayı ortaya çıkararak herşeyi alt-üst etti. Ayacucho yakınlarındaki Pacayccasa Vadisindeki Huaraon şehri adının Vinaque olduğunu ve  oldukça eski ve büyük binalar olduğunu bunları kimin yaptığını araştırdığında  beyaz ve sakallı insanların  İnkalardan önce gelip  yerleşmiş olduğunu ve bu yapıları yaptığını öğrenmiştir. İnkaların peruya gelişi İ.Ö 1200 doğrudur. Binalar İnka mimarisinden farklıdır.
Mochica
İnkalardan önce bölgeye gelen iki halktan biri olan İÖ. III -X arasında Mochica’lar ile X-XV arasında Chimu’lardır.
Chimu
Fakat her iki yerlilerde sakallı ve beyaz değillerdir.Belirsiz bir tarihte Titicana gölü üzerinde görülmüş olan beyaz ve sakallı adamların yerlilerin anlattıkları anılara göre avrupalı veya akdenizli olabilme özelliği oldukça yüksektir. Sorulması gereken vaya düşünülmesi gereken en önemli soru ; Eski dünyadan gelen insanların Tiahuanaco uygarlığını niteleyen ve aynı zamada onun dinamik bir öğesi olan Ağlayan Tanrı kişiliğini dahil ettiği varsayımıdır.
Sakallı ve beyazadam, önce Atlantik’i ardından Karaip denizini geçerek Orta Amerika kıyılarına , bugünkü Panama kıyılarına gelmiş olabilirler.Oradanda pasifik kıyısı boyunca yürüyerek peruya inmiş olabilirler, doğu kıyılarını izledikten sonra kuzeye doğru çıkmak için Horn Burnu’nu aşıp pasifik boyunca Şili ve Peru‘ya varmış olabilirler. Bu son deniz gezisi varsayımı hemen red edilebilir; Akdeniz ve avrupadan gelen denizciler pasifikteki takım adalarda durdurulmuşlardır. Horn boğazı geçişi oldukça tehlikelidir. Gerçeğe en uygun varsayım Orta Amerikaya yapılmış bir çıkartma gibi gözükmektedir. Kırk yıl önceye kadar Kolomb öncesi okyanus seyahatleri tatlı bir gülümseme yaratırken Thor Heyerdahl‘ ın okyanus ötesi yolculuklarından beri adım adım öne çıkmıştır.
Thor Heyerdah
Bir çok akademisyen amerika kıtasının Vikinglerce keşfinden tarihsel bir olgu olarak bahsetmekle kalmaz, Atlantik’in İrlandalı keşiş Brenaind tarafından VI yy aşılmasını da akla yatkın kabul eder. Fenikelilerin İÖ 15 yy afrika turu yaptığı unnutulmamalıdır.
Etimolojik benzerliklere ihtiyatla yaklaşılsada Kukulcan ile efsaneye göre yirmiyedi yaşında kalleşce bir düelloda öldürülen yarı-Aşil, yarı _ Herkül irlandalı kahraman Cu Chulainn/ Cuchulain arasındaki yakınlığa şaşırmamak elde değildir. Meksikalı Kukulcan-Quetzalcoatl , İnkalı Viracocha haline gelmiştir ve Cuchulain gibi yeyüzüne barış getirmeyi denedikten sonra genç yaşta ölmüş bir kahramandır.
Keşiş yerlileri baştan çıkarmak için  İsa2nın kişiliğini tek bir kişilikte birleştirmiş olabilir. Kukulcan efsanesinin , İsa efsanesinden yadsınamaz izleri vardır. Kukulcan cehenneme köpek başlı arkadaşı Xolot ‘la birlikte inmiş , oradan ölülerin kemiklerini toplayıp canlandırmak istemiştir.
Kukulcan
Avrupalı misyonerler karaya hangi tarihte ayak basmıştır , yerlilerin anlatılarına göre ve her durumda , Tiahuanaco dönemi tavsirlerinde ağlayan tanrının ortaya çıkışı İS 600-1200 arasındadır. O tarihlerde Hristiyanlık tüm avrupada egemen dindir.
Bu beyaz ve sakallı adamların Hauron tapınağının inşaasına katılıp katılmadıklarına dair somut bir veri yoktur. İlk inşaa edilen Tiahuanaco’dur, onun etkisi Şiliye kadar uzanır. Tüm veriler bu uygarlığın inşaasındaki beyaz adam söylemini bir fantezi olmaktan öteye geçiremez. Geriye üç olgu kalır ; Ağlayan Tanrı Tiahuanaco uygarlığında görülmektedir ; bu uygarlığın yayılması başlangıçta dinsel yapıdadır , yerliler bu anlatıyı Tiahuanaco uygarlığına bağlar. Ağlayan Tanrı figürü İsa2nın amerika yerlilerince yapılmış bir çeşitlenmesinden başka bir şey değildir. Ya bir beyaz , hristiyan ve sakallı(büyük bir penisi olan) biri  Kelt yada Hristiyan kahramanı olarak ortaya çıkmıştır yada her ikisi birden.
Amerika kıtasının Colomb öncesi kısmen ön – Hristiyanlaştırması varsayımı , Tüylü Yılan Quetzalcoatl ve onunla özdeşleşen Mayalı Kukulcan ve İnkalı Viracocha sını Hristiyan bir din adamı ile özdeşletirme güçlenmiştir. Bunun Meksikadaki bilge , insan kurban etmeye karşı bir hükümdar olduğunu , Tezcatpolica’nın şiddetli saldırılarına uğradığını ve sonunda Tollan şehrini terk etmek zorunda kalıp denize açıldığını biliyoruz. Dahası bazı eski el yazmalarında tasfirinin tamamen avrupalı özellikler taşıdığını ve bir çok kez Hac ile tasfir edildiğini biliyoruz.
Pişmanlık ruhunun İnkalarda varlığını sürdürdüğünü daha sonra mayalara , ardından azteklerde olduğu gibi , acı ceken tanrı figürü ile güçlendirilmiştir. fakat bilinmez sebepten Şeytan fikri bir yana atılmıştır.

666

Posted: 20/01/2013 in Sıradışı
0
Yuhannanın vahyi , çeşitli Hıristiyan kiliselerine mesaj veren açılışla başlar ; Daniel’de çok önceden haber verdiği (Enoch’un kitabında’da sözü edilen) günlerin sonu ayrıntılı olarak anlatılır.
2 O anda Ruh’un etkisinde kalarak gökte bir taht ve tahtta oturan birini gördüm.
3 Tahtta oturanın, yeşim ve kırmızı akik taşına benzer bir görünüşü vardı. Zümrüdü andıran bir gökkuşağı tahtı çevreliyordu.
4 Tahtın çevresinde yirmi dört ayrı taht vardı. Bu tahtlara başlarında altın taçlar olan, beyaz giysilere bürünmüş yirmi dört ihtiyar oturmuştu.
5 Tahttan şimşekler çakıyor, uğultular, gök gürlemeleri işitiliyordu. Tahtın önünde alev alev yanan yedi meşale vardı. Bunlar Tanrı’nın yedi ruhudur. (Vahiy 4 :2-5)
Günlerin sonu yaklaşmıştır artık ama öncesinde bir dizi felaket ve kıyım yaşanacaktır. İna- nanlar ve bağlı olanlar, bütün bu zorlu süreçten kazançlı çıkarken , inanmayanlar acılardan acı beyeneceklerdir.
1 Tahtta oturanın sağ elinde iki yanı da yazılı, yedi mühürle mühürlenmiş bir tomar gördüm.
2 Yüksek sesle, “Tomarı açmaya, mühürlerini çözmeye kim layıktır?” diye seslenen güçlü bir melek de gördüm.
3 Ama ne gökte, ne yeryüzünde, ne de yer altında tomarı açıp içine bakabilecek kimse yoktu.
4 Acı acı ağlamaya başladım. Çünkü tomarı açıp içine bakmaya layık kimse bulunamadı.
5 Bunun üzerine ihtiyarlardan biri bana, “Ağlama!” dedi. “İşte, Yahuda oymağından gelen Aslan, Davut’un Kökü galip geldi. Tomarı ve yedi mührünü O açacak.” (Vahiy 5 :1-5)

Metinde 7 rakamı çok yoğun bir simgesellik içinde kullanılır.Kimi zaman tanrının 7 ruhu, kimi zaman meleklerin çaldığı 7 boru, kimi zamanda 7 mühür.Yahudi peygamberlerinden biri olan Daniel , Yusuf gibi bir vizyona sahiptir ve babil sürgünü sırasında tanrının meleğinden bu büyük günün ne zaman geleceği cevabını alamaz.
8 Adamın söylediklerini duydumsa da anlamadım. Bunun için, Ey efendim, bunların sonu ne olacak? diye sordum.
9 Şöyle yanıtladı: Sen git, Daniel. Bu sözler son gelinceye dek saklanıp mühürlenecek. (Daniel 12 : 8-9)
Danielin eski ahite giren bu vizyonu ondan 500 yıl sonra Romalılar tarafından yeni ahite alınır.Yuhanna kitabın sonuna oldukça heyecan verici bir biçimde eklenerek son bulur.Daniel zamanında mühürlenen kitap yavaş yavaş açılır.
1 Sonra Kuzu’nun yedi mühürden birini açtığını gördüm. O anda dört yaratıktan birinin, gök gürültüsüne benzer bir sesle, “Gel!” dediğini işittim.
2 Bakınca beyaz bir at gördüm. Binicisinin yayı vardı. Kendisine bir taç verildi ve galip gelen biri olarak zafer kazanmaya çıktı. (Vahiy 6 : 1-2)
Tanrının yedi ruhu ile gökteki tahtın üzerinde beliren boğazlanmış kuzu İsanın ta kendisi-dir.Mührün açılmasıyla yeryüzü ve göklerde olagan üstü olaylar başlar.
İkinci Mühürde , bu kez kızıl ata binmiş savaşcıya dünya üzerindeki barışı kaldırma yetki si verilir.Üçüncü mühür açıldığında , kıtlığı simgeleyen biri siyah bir ata binerek dünyaya doğ ru yola çıktığı görünür.Dördüncü Mühür ,soluk renkli ata binen biri, ölümü temsil etmektedir ve salgın hastalıklar ile yırtıcı hayvanların saldırılarıyla dünyadaki insanlara felaket getirmek üzere yeryüzüne doğru iner.Beşinci mühür açıldığında ,başlangıçtan beri dünyada yaşamış ve tanrıya inandığı için öldürülmüş olanların hepsi dirilir.Altıncı mühürün açılmasıyla , yeryüzün de taş taş üstünde kalmayacak depremler olur.
Yuhanna vahyi dehşet verici bir korku filmi gibidir.Manşerin 4 atlısı dünyaya hertürlü fela keti getirecektir.Bütün bunlar daha önce mühürlenmiş olan kitapta yazılmıştır.
Hıristiyan düşüncesi , zamanında yapılmış kehanetlerin gerçekleşmesine bağlıdır. Yaşana cağı söylenen olaylar yaşanmadan asla Tanrının krallığı başlamaz.Kuzu nihayet 7. mühürü açar ve gökte bir sessizlik oluşur.Ardından yeni bir yedili set çıkar.Yaşatılan felaketler yetmez miş gibi bu kez yedi melek sırayla yedi boru üfleyecektir.Her boru çalınışında mühür açıldı ğında olanlardan daha şiddetli daha korkunç felaketler olacaktır.
Beşinci boru sesinden sonra gökten yere düşen bir yıldıza ,dipsiz derinliklere inen kuyunun anahtarı verilir.Bu kuyu açıldığında heryeri duman kaplar ve hava kararır.Ardından dünya üzerine çekirgeler yağar.Ancak bunlar farklı tip çekirgelerdir.tanrının mührü olmayan insana zarar verecekler ve onlara acı çektireceklerdir.Bu iş için 5 ay süreleri vardır.
Altıncı boru , üflenince başka bir felaket başlar , Fırat nehri yanında bağlı duran dört melek çözülür ve bunlar o gün yanlarında iki yüz milyon atlıyla dünya üzerindeki insanların üçte birini yok edeceklerdir.Yedinci melek yedinci boruyu çaldığında göklerde tanrının tapınağı kutsal ahit sandığı ile belirir , gök gürültüleri duyulur ve dünyaya şiddetli bir dolu yağmaya başlar.Yeni depremler yeri sarsar.
Henüz bitmedi !
Bu kez gökyüzünde ayağının altında ay , başının üzerinde on iki yıldız olan bir kadın belirir.Doğum yapmak üzeredir.Tamo sırada yedi başlı ve ve on boynuzlu ejderha belirirverir.Bütün amacı kadın doğum yaptıktan sonra çocuğu yutmaktır. Neyseki melekler doğumdan hemen sonra erkek çocuğu hemen alırlar , kadında saklanmak üzere çöle götürülür.
Tabiki bu kadın Meryem ve oğlu İsa’dır.Ejderha ise Şeytan.Bebek tanrı tahtında oturan boğazlanmış kuzunun yerini yeniden doğan isa olarak almıştır artık.Böylece çarmıha gerilmiş isa göklerde canlanır.
Ardından mikail ve emrindeki melekler ejderha ile savaşa girişir.Bu göksel savaş Enume Elişte olduğu gibidir.Yenilip yeryüzüne düşen ejderha, çocuğu doğuran kadını aramaya başlar fakat başarılı olamaz.
Ardından Yuhannanın Vahyinin en gizemli bölümü başlar ; Bölüm 13
1 Denizin kıyısında dikilip durdu. Sonra on boynuzlu, yedi başlı bir canavarın denizden çıktığını gördüm. Boynuzlarının üzerinde on taç vardı, başlarının üzerinde küfür niteliğinde adlar yazılıydı.
2 Gördüğüm canavar parsa benziyordu. Ayakları ayı ayağı, ağzı aslan ağzı gibiydi. Ejderha canavara kendi gücü ve tahtıyla birlikte büyük yetki verdi.
3 Canavarın başlarından biri ölümcül bir yara almışa benziyordu. Ne var ki, bu ölümcül yara iyileşmişti. Bütün dünya şaşkınlık içinde canavarın ardından gitti.
4 İnsanlar canavara yetki veren ejderhaya taptılar. “Canavar gibisi var mı? Onunla kim savaşabilir?” diyerek canavara da taptılar. (Vahiy 13 : 1-4)

İşler bu noktada karışır.Ejderhanın şeytan olduğunu biliyoruz.Ancak mikail ve meleklerine yenilen ve yeryüzüne düşen şeytanın kendi gücü ve taht yetkisini verdiği denizden çıkan bu canavar kimdir ? Başında niye sonradan iyileşmiş yara var. ?
Vahiy tüm hızıyla sürer.
15 Canavarın heykeline yaşam soluğu vermesi için kendisine güç verildi. Öyle ki, heykel konuşabi
17 Öyle ki, bu işareti, yani canavarın adını ya da adını simgeleyen sayıyı taşımayan ne bir şey satın alabilsin, ne desatabilsin.lsin ve kendisine tapmayan herkesi öldürebilsin. (Vahiy 13 : 15-17)
Canavarın adı sayıyla anılmaya başlar.
18 Bu konu bilgelik gerektirir. Anlayabilen, canavara ait sayıyı hesaplasın. Çünkü bu sayı insanı simgeler. Sayısı 666′dır. (Vahiy 13:18)
İşte binlerce yıldır insanı gizeme sürükleyen rakam 666.Hıristiyan dünyasındaki şeytanın rakamı olarak bilinir fakat bu yanılgıdır.Bu Canavarın rakamıdır.Bu Mesih karşıtıdır.Benzem kavram islamiyette Mehdi gelmeden önce insanı kandıran Deccal olarak karşımıza çıkar.
Yuhannanın vahyi bir çok yöneden Ahura Mazdaya benzer.; Ahura mazda ile Ahriman arasındaki savaş.Zerdüş dinindende iyilik ve kötülük arasındaki savaş kolajlanmıştır.
İncildeki Mesih düşmanı Deccal (666) , sonunda savaşı yitireceğini anlayarak savaşı bitireceği vurgulanır.O andan itibaren huzur ve altın çağ başlar.Fakat bu 13. bölümdeki bilmeceyi çözmeye yetmez.
Hıristiyanlığın ilk yıllarından itibaren sayı gizemcileri bu sayıyı araştırmışlardır.Arap dün yasına ebced hesabı olarak girmiştir.
Alfabenin ilk oluşmaya başladığı dönemde simgelerin sadece harfler için yaratılması bir dizi hesaplamalarda kolaylık sağlamıştır.Kumran belgelerinde , İbrani harflerinin sayılama sistemi olarak kullanılmasının ilk örneklerine başlanır.Süreç içinde Hıristiyan dünyası yuhannanın yahyini bahane ederek sürekli düşman oluşturur.
Fakat gerçek 666 ne olduğu ise sürekli saklanır.İncildeki 666 korkmaya gerek yoktur.Asıl korkulması gereken gerçeğidir ki oda budur.
——————–
kısaca 666 , yahudilerin babil sürgünü sırasında sayı sistemi olmaması nedeniylew simgesel sayı sitemini yanlış yorumlamalarıdır.yani 666 sayısının gerçeği 3661 yani marduk yörünge geçiş zamanıdır.
Mesih insan değil bir gezegendir.

Ramayana

Posted: 17/01/2013 in Sıradışı
0
Tarih sahnesinde Hintlilerin üç büyük destanı vardır.Bunlar Ramayana, Marabharata ve Harivamşadır. Bu üç destanda kuzey Hindistana ait destanlardır. Epik bir vezinle yazılmış olan bu destanlar konuları itibariyle kahramanlara ait olup, iyinin ve kötünün savaşıdır.
Ramayana , süslü şiirsel anlatım tarzının ilki olarak ve yazarı olarakta Valmiki bu sanatın ilk ustası yani Adi Kavi olarak kabul edilir.Valmiki hakkında fazla bilgi olmamakla birlikte bilinenleri Ramayanada anlatımları borçluyuz.
Destanın yazılımı olasılıklar dahilinde M.Ö 6 yy. itibaren başlamış ve M.S kadar sürmüştür. 24.000 beyit ve 7 bölümden oluşmakla birlikte üç büyük nüshası bulunur.Bunlar ;
1- Batı Hint Versiyonu
2- Bengal Versiyonu
3- Bombay Versiyonu
Eserin 1 ve 7 bölümleri sonradan eklenmiş olup, gerçek destan 2-6 bölümler arasıdır.Gerçek metin içerisinde en büyük tanrı İndra olduğu görülür.Rama ise Vishnu’nun bir formu olmaktan çok bir insandır.Sadece 1-7 bölümlerde Vishnu olarak gözükür.
Vishnu
“ Rama arabasının üstünden, şehirdeki hareketliliği ,kendisine sevgi gösteren akraba ve dostlarını izleyerek babasının sarayına ulaştı.Değerli taşlarla süslü ,muazzam sarayın içinde ilerledi.Bir çok kapı geçti ve girilmesi yasak daireye ulaştı. “ Ayodhya Kanda / 2-17
Ramayana ile Mahabharata arasında eskilik bakımında farklı tezler olsada , Mahabharata’nın konusu içerisinde Rama öyküsünün kısa özeti verilir.Ayrıca Valmiki bir çok yerde çileci ve soylu bir ermiş olarak görülür.
Budist edebiyata ait en eski belgeler olan , pali dilinde yazılmış olan Tapitakalar , Ramayana destanından söz etmez, sadece Daşaratha-cataka no: 461 de anlatılan masalda ; Baranes kralı Daşaratha’dan onun onaltı bin karısından , oğlu Rama-pandita ,oğlu Lakkhana ve kızı Sitadan bahsedilir.Yapılan tüm incelemeler sonucunda M.Ö 4-3 yy ‘da eski Budist metinleri yazanların Ramayanayı bilmediğini fakat Valmiki’nin destanı oluştururken kullandığı baladları bildikleri ortaya çıkar.
Ramayana destanı Hindulaştırılıp Vishnu en büyük tanrı yapılmaya çalışıldığında 1-7 bölümler başta olmak üzere bir çok tanrı ve aşağı mitolojik karakterler eklenmiştir.Ramayanada yunanlılardan bir yerde bahsedilsede oda daha sonra eklenen bölümler arasındadır.
Ramayananın Vedik edebiyatla çok zayıf bağlantısı vardır.Rama ile Ravana arasındaki savaş, bilim adamları tarafından tanrı indira ile baş düşmanı Vritra arasındaki savaşa benzetilmiştir.Nitekim Ravana’nın oğlunun adı olan İndraşatru Rigveda’da Vritranın lakaplarından biridir.Ramaya ile Veda’lar arasında bu tür bilinçaltı bağlantılar söz konusudur.
Ramayana güney hindistanda , tamil,Telugu ve Molayam dillerinde anlatılırken kuzeyde Gucurat ,Keşmir ve bengal dillerinde anlatılır. Hindistanın Orissa ve Assam bölgelerinde çok iyi bilinir.Aynı zamanda yayıldığı alanlar Cava adası,Endonezya, Malezya, Kamboçya, Tayland, Nepal , Japonya, Seylan ve Moğolistanda bilinir.Ramayana yayıldığı alanlarda içine girdiği toplumların ahlak anlayışına bağlı olarak değişik biçimlerde anlatılmıştır.
Ramayana Valmiki tarafından yazıldıktan sonra ilerleyen süreçte hem sanatçıları hemde edebi yönden eser veren kişileri etkilemiştir.Bunlara dinsel eserler yazan kişilerde dahildir.Bunlardan bazıları Sanskrit diliyle yazan ve M.S 1 yy. yaşamış olan Asuaghosha, Gotama Buddhanın yaşamını anlattığı ünlü Buddhaçarita adlı eserinde kavya üslübu kullanmıştır.
Ramayana Bölümler
1- Bala Kanda
2- Ayodhya Kanda
3- Aranya Kanda
4- Kishkindha Kanda
5- Sundura Kanda
6- Yuddha Kanda
7- Uttara Kanda
Destanda Geçen Bazı Kişilikler
1- BRAHMA : Epik dönem üç büyük tanrısından biri.Destanda büyük bir tanrı olarak görülür.Destanı Valmiki’ye yazmasını emreden odur.Destanda zaman zaman ortaya çıkar. Rama , Ravana’yı öldürene kadar kendisini fark ettirmemeye çalışır.
2- İNDRA : Vedaların en büyük tanrısı aynı zamandada destanın en büyük tanrısıdır.Destanda Rama’nın yardımına koşar.
3- MANU : İnsan soyunun atası.Dünyalar yok olup yaratılırken manular öncülük eder.
4- NAGALAR : Yılan tanrılar.İnsan yüzlü ve yılan kuyruklu olarak düşünülürler.Aşağı dünyada yer alan Patala’da yaşarlar.Dişileri çok güzeldir.
5- NARADA : Göksel ermiş, Valmiki ile konuşan kişi, tanrılar arasında ara bulucu.
6- VİŞVAKARMAN : Adının anlamı her şeyi yapan demektir.Tanrıların arabalarını ve silahlarını yapar.
7- KİNNARA . Yarı insansı göksel yaratıklar.
8- RAMBHA : Okyanusların çırpınışları sonrasında ortaya çıkmış olan olağan üstü güzel peri kızı.
Kaynak : Ramayana/valmiki.Korhan Kaya

Mahabharata

Posted: 13/01/2013 in Sıradışı
0
Onbin Yıllık Nükleer Savaş
“Bu günümüz, dünün düşünceleridir; şimdiki düşüncelerimiz yarınımızı inşa edecektir; yaşamımızı düşüncelerimiz yaratır.”
Dhammapada “Mahabharata çok büyük ve karmaşıktır ama 18 Yüzyıl öncesini çok net olarak açıklamaktadır.”
Reader´s Digest “Mysteries of the Unexplained”
“Bu öyküyü kuru bir çubuğa anlatsaydın, yapraklanır ve köklenirdi.”
Henri Michaux
Hindistan´ın ulusal destanı Mahabharata, aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı “Mesnevi”den çok daha ötededir ama büyük olasılıkla tek bir kişi tarafından yazılmamıştır. Sankritçe yazılmış olan Mahabharata şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir, “stanza” denen yüzbin kıtadan oluşur yani İncil´in 16 misli, Ansiklopedi Britannica´nın tamamı kadardır. Bazılarına göre MÖ 3.-5. Yüzyıl aralarında yazılmıştır, bazılarına göre MS. 4. Yüzyıl´da derlenmiş, bazılarına göre ise çok daha eskilerde 19-20.000 yıl evvel yazılmıştır. Hintliler´e göre Mahabharata´da olmayan bir şey hiçbir yerde yoktur. Batı dünyası bu inanılmaz dev destanı ancak, 18. Yüzyıl´dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785´de Londra´da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan “Bhagavad-Gita”dır.
19. Yüzyıl´da doğubilimci Hippolyte Fauche, 200 kişilik bir ekiple tüm destanı Fransızca´ya çevirmeye başladı ama ömrü vefa etmedi. Sonuçta eksiksiz İngilizce çeviri ancak 20. Yüzyıl´ın başında yine Hintliler tarafından Bombay´da gerçekleştirildi. Günümüzdeki en ilginç ve inanılmaz Mahabharata olayı; Jean Claude Carriere, Marie H. Estienne, Peter Brook ve arkadaşlarının 16 yıl çabaladıktan sonra 1985´de ilk kez Avignon´da sahneye koydukları “Mahabharata” adlı oyundur, oyun 9 saat sürüyor, bazen üç gecede, bazen bütün bir gün veya bütün bir gecede oynanıp bitiriliyor, 16 ulusa mensup 25 oyuncu sahneye çıkıyordu. Carrier, üç yıl süren sahnelemenin sonucunda, farklı bir etkinin oluştuğunu vurguluyordu; “…bu etki dünyanın üzerine çöken bir tehdit miydi? Yoksa doğru eylemin gerçek anlamının inatçı araştırması mıydı? Alın yazısıyla oynanan ince ve kimi zaman acımasız bir oyun mu?… (Can Yayınları/Mahabharata-1991)” Aynı ekip, yorulmaksızın çalışarak, inanılmaz bir performans sonucunda oyunu, bir film ve bir de tv dizisi haline getirmeyi başardı. Ama biz Türkiye´de bunları göremedik; aklı evvel film ithalatcılarımızla, tv yöneticilerimiz hayatlarında duymadıkları evrensel bir kültürü elbette ki algılayamadılar. Onların düzeyini “Yalan Rüzgarı” ile “Şaban” belirlemekte; yani bilinçsiz servetle, bilinçli cehaletin buluştuğu nokta…

Dünyalılarla uzaylılar mı savaştı?
Sanskritçe´de “maha” büyük ve herşeyin toplamı anlamına gelir; “bharata” ise komünyel bir isimdir veya bir bilgeliğin tanımıdır. Daha öte metafizik yorumlarda sözcüğün “insan” anlamında olduğu da söylenir; bu bağlamda “İnsanlığın Öyküsü” yazılmıştır. Destanda anlatılan dev savaş öncelikle klanlar arası bir çatışma gibi görünse de, aslında tüm gezegenin egemenliği yolunda bir kavgadır ama sonunda öyle bir savaş başlar ki, tüm evren yokolma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Savaşta kullanılan silahlar hem dünyasal (ok, balta, kılıç, mızrak gibi) hem de tanrısaldır (ışınlar, atomik silahlar, uçan araçlar gibi) Bir bakışa göre, Mahabharata en eski bilim kurgu örneğidir ve zeki canlılar arasındaki bir anlaşmazlığı, bir savaşı ve günümüz teknolojisinin çok ötesinde silahların kullanıldığını anlatır. Örneğin bir bölümde içinde destanın kahramanlarından Krisnha´nın da bulunduğu Vrishni´ler, Salva adlı lideri bir güçle kuşatırlar. Bunun üzerine zalim Salva, heryere gidebildiği Saubha adlı arabasına binerek “yükselir” ve sayısız cesur Vrishni genciyle beraber tüm bir kenti harabeye çevirir. Saubha adlı araç daha önceki bölümlerde anlatıldığına göre savaşın yönetildiği bayrak gemisidir ve Salva´nın kentinde bulunmaktadır yani oradan kalkıp, savaş alanına getirilmiştir. Buna karşın Vrishni savaşçılarının da benzer silahları vardır; Pradyumna adlı kahraman özel bir silah kullanır, bu silah en yüksekteki tanrıları dahi durdurmaktadır; silah için “savaş alanındaki hiçbir insan onun oklarından kurtulamaz” tanımı yapılır ve Salva Krisnha´ya doğru düşer, Krisnha gökte Salva´yı izlemeye başlar fakat Saubha adlı araç göklere özgün tanımla adeta yapışmıştır. Krisnha tüm silahlarını durmaksızın fırlatır; roketler, misiller, mızraklar, çiviler, savaş baltaları, üç yüzlü oklar, alev püskürtücüler vb… Gökte yüzlerce güneş ve ay belirir, yüzlerce yıldız doğar. Ne gece ne de gündüz vardır, zaman anlaşılamaz.
Radyoaktif ölümün reddedilmez tarifi;
Krishna´nın Salva´nın saldırılarını savuşturmak için kullandığı silahların seslerinin anlatımı, aynen günümüzdeki anti-balistik roketlere benzemektedir; “Onları savuşturdum, bir hayal gibiydiler. Hızla vuran sütünları yolladığımda, gökler parladı ve parçalara ayrıldılar. gökte büyük gürültüler oldu.” Ve sonra Saubha´nın görünmez olduğu anlatılır sanki Krisnha hedefi hiç şaşırmayan akıllı bombalar kullanmaktadır. Bu arada atılan bir okun “roketin” sesiyle savaşçılar ölürler, Salva´nın askerleri “Danavalar” acı çığlıklar atarak yerlere düşerler, onları güneşe benzer parlaklığı olan okların sesi öldürür. Sauba kaçmak için saldırıya kalkışır, o zaman Krisnha “özel ateş silahı”nı kullanır bu silah güneş şeklinde halesi olan bir disk şeklindedir. Ve disk Saubha´yı ikiye böler, “kent” gökten yere düşer ve Salva ölür. Bu olay, Mahabharata´nın sonudur. En garip silahlardan birisi Pradyumna´nın kullandığı özel oktur, bu okun öldürücü gücünden hiç kimse tanrılar dahi kurtulamaz. Agneya´nın kullandığı silah ise, alevli ama dumansız ateş okudur “Yoksa artık ok yerine , ışın mı demeliyiz.” Derken savaş alanına birden bir karanlık yayılır, kimse çevreyi göremez ama gece olmamıştır, vahşi bir rüzgar başlar, bulutlar kükrer, toz ve çakıl taşları yağmaktadır, doğa dengesini yitirir, güneş gökte sallanmakta, dünya titremekte, korkunç silahtan yayılan kavurucu sıcaklık, herşeyi yakmaktadır. Filler alevler içinde, çılgın gibi oradan oraya koşuştururken, diğer canlılar buruşarak yere düşmektedir, vahşi ışınlar gökten yağmur gibi yağmaktadır. Ve ateş fırtınasının yanısıra Gurkha´nın silahının sesini duyanlar da ölürler. Bütün bunlar sanki nükleer bir patlamanın yanısıra radyoaktif çöküntünün birebir tarifi gibidirler. Gurkha´nın çok hızlı ve güçlü bir Vimana´sı vardır; Vrishni´lerin ve Andhaka´ların üç kentine uçar ve saldırır, evrenin tüm gücünü taşımaktadır. Duman ve ateş sütunları fışkırtır, on binlerce güneş parlaklığında ışınlar yayarak yükselir. Vimana´nın “demir şimşek” diye tanımlanan süper bir silahı vardır, her iki aşiretten sayısız insanı ve kentlerini küle dönüştürür. Cesetler tanınmayacak kadar yanarlar, ölmeyenlerin saçları ve tırnakları dökülür, çanaklar, çömlekler kendi kendilerine kırılırlar, yiyecekler zehirlenir. Kaçmaya çalışan savaşçılar ve eşyaları küllerle yıkanmaktadırlar.
Nedir bu silahlar? Başka hiçbir mitolojide böyle bir tanım yoktur, yıldırımlar, şimşekler vardır ama ötesi yoktur. Bunu anlamak şu anda mümkün değil; umudumuz zamanla öğrenmek. Destan´da anlatılan olaylar gerçek midir yani fiziksel midir? Yoksa metafizikçilerin yaklaşımıyla simgesel midir? 1944 yılında Paris Üniversitesi Hint Uygarlığı Enstitüsü´den Emil Senart´ın özgün çevirisi olan “La Bhagavad-Gita” böyledir (Ruh ve Madde Yayınları-1995). Türkçe çevirinin önsözünde Ergün Arıkdal şöyle der; “… o halde insan kendisiyle, maddenin hakimiyeti ile savaşa hep devam etmelidir.” Galiba ikisi de doğrudur yani Mahabharata hem çok uzak geçmişte kaybolmuş bir uygarlığı ve belki de yaşanmış en büyük savaşı anlatmakta, hem de dev bir ruhsal öğretiyi içermektedir; bu öğreti Senart´ın tanımıyla “Rabb´in Ezgisi”dir.
Onbin Yıllık Nükleer Savaş
“Bu günümüz, dünün düşünceleridir; şimdiki düşüncelerimiz yarınımızı inşa edecektir; yaşamımızı düşüncelerimiz yaratır.”
Dhammapada “Mahabharata çok büyük ve karmaşıktır ama 18 Yüzyıl öncesini çok net olarak açıklamaktadır.”
Reader´s Digest “Mysteries of the Unexplained”
“Bu öyküyü kuru bir çubuğa anlatsaydın, yapraklanır ve köklenirdi.”
Henri Michaux
Hindistan´ın ulusal destanı Mahabharata, aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı “Mesnevi”den çok daha ötededir ama büyük olasılıkla tek bir kişi tarafından yazılmamıştır. Sankritçe yazılmış olan Mahabharata şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir, “stanza” denen yüzbin kıtadan oluşur yani İncil´in 16 misli, Ansiklopedi Britannica´nın tamamı kadardır. Bazılarına göre MÖ 3.-5. Yüzyıl aralarında yazılmıştır, bazılarına göre MS. 4. Yüzyıl´da derlenmiş, bazılarına göre ise çok daha eskilerde 19-20.000 yıl evvel yazılmıştır. Hintliler´e göre Mahabharata´da olmayan bir şey hiçbir yerde yoktur. Batı dünyası bu inanılmaz dev destanı ancak, 18. Yüzyıl´dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785´de Londra´da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan “Bhagavad-Gita”dır.
19. Yüzyıl´da doğubilimci Hippolyte Fauche, 200 kişilik bir ekiple tüm destanı Fransızca´ya çevirmeye başladı ama ömrü vefa etmedi. Sonuçta eksiksiz İngilizce çeviri ancak 20. Yüzyıl´ın başında yine Hintliler tarafından Bombay´da gerçekleştirildi. Günümüzdeki en ilginç ve inanılmaz Mahabharata olayı; Jean Claude Carriere, Marie H. Estienne, Peter Brook ve arkadaşlarının 16 yıl çabaladıktan sonra 1985´de ilk kez Avignon´da sahneye koydukları “Mahabharata” adlı oyundur, oyun 9 saat sürüyor, bazen üç gecede, bazen bütün bir gün veya bütün bir gecede oynanıp bitiriliyor, 16 ulusa mensup 25 oyuncu sahneye çıkıyordu. Carrier, üç yıl süren sahnelemenin sonucunda, farklı bir etkinin oluştuğunu vurguluyordu; “…bu etki dünyanın üzerine çöken bir tehdit miydi? Yoksa doğru eylemin gerçek anlamının inatçı araştırması mıydı? Alın yazısıyla oynanan ince ve kimi zaman acımasız bir oyun mu?… (Can Yayınları/Mahabharata-1991)” Aynı ekip, yorulmaksızın çalışarak, inanılmaz bir performans sonucunda oyunu, bir film ve bir de tv dizisi haline getirmeyi başardı. Ama biz Türkiye´de bunları göremedik; aklı evvel film ithalatcılarımızla, tv yöneticilerimiz hayatlarında duymadıkları evrensel bir kültürü elbette ki algılayamadılar. Onların düzeyini “Yalan Rüzgarı” ile “Şaban” belirlemekte; yani bilinçsiz servetle, bilinçli cehaletin buluştuğu nokta…
Bilim ve Vimanalar
* “Asya ve Güney Asya kaynaklı çeşitli metinlerde uçan araçların veya göksel cihazlardan söz edilir. Hint ve Çin halk öykülerinde ve sanatçıların çizimlerinde göklerde seyahat etmek için yapılmış araçlar yer almaktadır. Kaynaklardaki farklılıklar dikkat çekecek kadar büyüktür, anlaşılmaz aygıtlar olduğu gibi, temel uçuş prensiplerine göre yapılmış ahşap araçlar da vardır. Taoist masallar sık sık göklerde uçan ölümsüzleri anlatırlar. Xian adlı bu araçlar yöneten ölümsüzlerin özgün ilahi güçleri vardır. Onlar tüylüydüler, Tao rahipleri onlara ´Tüylü Rahipler-Yu Ke” diyorlardı; “fei tian” yani uçan ölümsüzler Çin mitolojisinin sayısız yerinde raslanır. Uçan araçlar belki de bir tür teknolojik araçlardırlar ama yönetenler acaba insan mıdırlar? İkinci Yüzyıl´da yazılmış, bir şiirde uçan dragonların yönettiği gök arabalarından açıkça söz edilmektedir. Elimizde uçan araçların yapımlarını ve gelişimini anlatan sayısız öykü vardır. Bunlardan yola çıkarak olası kaynaklara giden ilginç ipuçlarına ulaşabiliriz. İşte bir araştırma sonucu; 11. Yüzyıl´da Brihat Kath Alokasamgraha adlı bir marangozun uçan bir araç yapmaya çalıştığını biliyoruz. Benzer bir öykü Eski Yunan´da vardır; 7. Yüzyıl´dan kalma bir Yunan metninde, mahkumları toplayan ve konuşabilen uçan bir araçtan söz edilir, bu araç mekaniktir ve havada durabilmektedir. Bu bilgileri Clive Hart´ın 1985´de Berkeley Üniversitesi´nde yayınlanan ´The Prehistory of Flight´ adlı kitabının ´çeşitli batı kaynaklarına göre uçan makinelerin kronolojik listesi´ bölümünde buluyoruz. Uçmakla ilgili bilimsel onaylı en eski kaynaklar oluşturulurken, insan yapısı kanatların gelişimi temel disiplin olarak izlenmiştir ama bu doğru değildir; Vimanalar bir yana antik Çin, Kore ve Hint kaynaklarında insan taşıyan çok daha karmaşık gök araçlarından söz edilmektedir.” – Dr. Benjamin B. Olshin, “Mechanical Mythology: Private Descriptions of Flying Machines as Found in Early Chinese, Korean, Indian, and Other Texts”
* “Rama İmparatorluğu olarak tanımlanan devletin, Kuzey Hindistan ve Pakistan´daki geçmişi en azından 15.000 yıllıktır. Bu uygarlık çok büyük bir nüfusa sahipti, kültür düzeyi yüksekti, kalıntılarına Pakistan´daki, Kuzey ve Batı Hindistan´ın çöllerinde raslanmaktadır. Rama, “Aydınlanmış Rahip Kral” bu kentleri yönetiyordu. Rama´nın 7 büyük kenti, klasik Hindu metinlerinde “7 Rishi Kenti” olarak geçer, antik Hint metinlerinde uçan araçlara “Vimanalar” denmektedir. Destanlara göre, Vimanalar iki katlıdır, daire biçimindedirler, kubbelerinde bir giriş tüneli vardır yani tam anlamıyla bir uçan daireye benzerler. Rüzgar hızıyla uçarlar ve melodik bir ses çıkarırlar, Vimanalar´ın dört türü vardır, inanılmaz ama bazıları tabak şeklinde, bazıları ise uzun silindir şeklindedirler yani sigar gibidirler… Vedalar, antik Hindu şiirlerdir; bilinen en eski Hindu metinler olarak tanımlanırlar. Vimanalar çeşitli şekil ve boyutlarda iki tür olarak anlatılır; ´Ahnihotra-vimana´nın iki motoru veya sistemi vardır, ´Elephant-vimana” ise daha gelişmiş bir araçtır. Ayrıca, “Kral balıkçı”, “İbis” adlı ve başka hayvan adlarının da verildiği Vimana türleri de anlatılır. Göründüğü kadarıyla Mahabharata, bir atom savaşını bize anlatıyor! Kaynaklarda bir izolasyon veya tahrifat yoktur; savaşlarda fantastik silahlar, uçan araçlar kullanılmıştır. Bunlara epik Hint destanlarında çok sık raslanır. Hatta Ay´daki bir savaşta yer alan “vimana-Vailix”den söz edilir. Kısacası atomik bir patlamanın tüm etkileri ve özellikle de insanları öldüren radyoaktif etki Mahabharata´da çok belirgindir; Mohenjo-Daro´daki Rishi kentini geçen yaz kazan arkeologlar, caddelerde yatan iskeletler buldular, bazılarının yumrukları sıkılıydı sanki bir anda ölmüşlerdi, en azından bir kıyametin yaşandığı kesindi. Ve iskeletlerde tesbit edilen radyoaktivite, en azından Hiroshima ve Nagasaki düzeyindeydi. Daha ötede Mohenjo-Daro, ızgara biçiminde planlanmış mükemmel bir kenttir; su sistemi bugün Hindistan ve Pakistan´da kullanılan düzeydedir. Antik kentin caddelerinde kalıntı olarak siyah cam kümeler bulunmuştur. Bunların cam küreler olduğu sanılmaktadır ve bulunan kil çömleklerin çok yüksek ısıyla eritildiği keşfedilmiştir. Mahabarata´nın bir bölümü olan Dronaparva´da ve Ramayana´da özelikle belirtilen küre şeklinde bir Vimana vardır. İnanılmaz bir hıza ulaşmakta ve ardında büyük bir hava akımı bırakmaktadır. Hareketleri bir UFO gibidir, her yöne gidebilir, yön değiştirmesi ani çok hızlıdır, son hızla giderken aniden durup, yine aynı hızla ters yöne gidebilir. ´Samar´ adlı başka bir Hint destanında Vimanalar; demir makineler olarak tanımlanırlar ama yumuşaktırlar ve örgü gibi yüzeyleri vardır; cıva ile şarj olurlar ve arkalarından kükreyen bir alev püskürür. Daha da ilginci ´Samaranganasutradhara´ adlı antik metinde Vimanalar´ın nasıl yapıldığı anlatılır ama uygulanması için yeterli çözümleme henüz yapılamamıştır; Cıva ile itici güç sağlanması olasıdır ve denenmektedir, günümüzde Sovyet döneminin bilim adamları tarafından Türkistan´da ve Gobi Çölü´nde kozmik yön-bulucu araçların keşfedildiği söylenmiştir. Küresel olan bu araçlar, cam ve porselenden yapılmıştır, konik uçlarının içinde bir damla cıvanın bulunduğu belirlenmiştir.” – D. Hatcher Childress, “Ancient Indian Aircraft Technology-Anti-Gravity Handbook”
Ufoloji ve Vimanalar
* “Hindistan´ın Vedik edebiyatında Vimana olarak tanımlanan uçan araçlarla ilgili tanımlamalar vardır. Bunlar ikiye ayrılırlar; 1)İnsan yapısı olan ve kuş benzeri kanatlarla uçan araçlar 2) Alışılmadık şekilleri olan ve insanlar tarafından yapılmamış olan araçlar. İlk gruba giren araçlar orta çağ tarzında, Sanskrit dünyanın mimarisine uygun otomatif askeri kuşatma araçları ve diğer mekanik aygıtlarla eş düzeydedirler. İkinci gruba giren araçlar ise, Rig Veda, Mahabharata, Ramayana ve Purana´larda tanımlanan UFO´ları anımsatan araçlardırlar. Vedik Evren Maya´nın ürünü veya bir hayaldir ya da evrensel bir sanal gerçeklik olarak düşünülebilir. Ana bilgisayarın görevi, “pradhana” adlı geleneksel enerjiyi sağlamaktır. Bu enerji Maha-Vişnu olarak bilinen ve sürekli genişleyip yayılan İlahi Güç tarafından harekete geçirilir yani Maha-Vişnu bir evrensel programcıdır. Aktif pradhana, enerjinin özel bir formu olarak oluşur ve kaba maddeye dönüştürülür. Şiva´nın eşi Uma (aynı zamanda Maya Devi olarak da bilinir), sanal enerjinin tanrıçası veya “yükleyici”sidir. Uma, Ana Tanrıça olarak da bilinir, kocası Şiva ise Hayallerin ve Teknoloji´nin Efendisi´dir, Şiva ile Mahabharata´da adı geçen Salva arasında doğal bir ilişki vardır, bu ilişkinin kökeninde Salva´nın bir Vimana´ya sahip olma gayreti ve Maya Danava´ya sahip olma arzusu vardır. O zaman, Hayallerin Efendisi olacak ve enerjiyi o üretecektir.” – Richard L. Thompson, “Alien Identities”
* “Vimanalar´ın yapısı akla UFO´ların sürekli değişen günlük doğasını getirmektedir, yetenekleri geleneksel fizik yasalarının ötesindedir. Carl Jung´un yorumunda UFO´ların niteliği bir rüya alanındadır; bir yerde, parlak ışıkları gözlemlemenin tam ortasında ve zaman kavramı yitirildiğinde objektif ve sübjektif bilinç arasında suçluluk başlar ve bozulma görülür. Araştırmalarım UFO ilişkileriyle, dinler, metafizik mistizm, folklör, şamanik trans, migren ve hatta yaratıcı imajinasyonlar arasında yakın bir ilişkinin ve benzerliğin bulunduğunu gösteriyor. Benzerliğin içinde, sabit imajlar, olayların ardıllığındaki tutarlılık ve genelde görülen alışılmadık “zirve deneyimi” niteliği bulunur. Kaçırılma raporlarında da, bu fenomenin paralelinde yer alan olaylara raslanır. Örneğin, nahoş ama inanılmaz “bedensel parçalanma” olayında olduğu gibi; bazen raporlarda kaçırılanların anlattıkları, şamanların “ölüm-yeniden doğum” trans deneylerine çok benzemektedir.” – Alvin H. Lawson
* “Birkaç on yıl evvel batılılar tarafından Güney Hindistan´daki bir tapınakta bulunan antik Sanskrit metinlere göre, Vimanalar uçan tüm araçların en üst noktasıydılar. İtalyan bilimci Dr. Roberto Pinotti 12 Ekim 1988´de Bangalore´da yapılan Dünya Uzay Konferansı´nda yaptığı konuşmada, Hindu antik metinlerinde tanrılarla, kahramanlar arasında yapılan bir savaşın anlatıldığını belirtti. Pinotti, metinlere bir destan olarak bakılmamasını istiyor ve göklerde pilotların kullandığı silahlı uçan araçlarla yapılmış bir savaşın açıkça anlatıldığına dikkat çekiyordu. Kullanılan silahlar, savunma ve saldırı amaçlıydılar; yedi ayrı tipte mercek ve aynı sistemlerini içermekteydiler. Örneğin pilotları ´kötü ışınlar´dan koruyan ´Pinjula Mirror´ bir ´Görsel Ayna´ idi; ´Marika´ adlı silahla düşman araçları vuruluyordu. Sonuçta Dr. Pinotti bu antik silahların bugün kullandığımız laser teknolojisinden çok farklı olmadıklarını iddia ediyor ve; “Araçlarda ´Somaka, Soundalike and Mourthwika´ adları verilen özel ısı emici metaller kullanılmış olmalı.” diyordu. Pinotti´ye göre, tanımlanan itici güç prensibi, elektriksel ve kimyasal olmalıydı ama güneş enerjisinin kullanımı da çok ileri düzeydeydi. Diğer bilimciler Pinotti´nin kuramını daha ileriye götürerek, araçların bir tür ´cıva iyonlu itici güç sistemi´ ile çalıştığını varsaydılar. Pinotti, Vimanalar´ın binlerce yıl önce varolduklarını belirtirken, modern UFO´larla olan benzerliğe de dikkat çekiyordu ama Hindistan´da unutulmuş bir uygarlık vardı. Bu araştırmanın ve tartışmaların ışığında Hindu kökenli Sankritçe metinler daha iyi gözden geçirilmeli ve tanımlanan Vimana modelleri daha bilimsel bir incelemeye tabi tutulmalıdırlar.” – Nick Humphries, “UFO Guide”
* “Hindistan, Mysore´da bulunan Uluslararası Sanskrit Araştırma Akademisi´nin direktörü olan G.R. Josyer, 25 Eylül 1952´de yaptığı bir açıklamada, 7.000 yıllık yazmalarda çeşitli tiplerde uçan araçların yapımlarının anlatıldığını söylemişti. Bu özel yazma üç tip Vimana vardı; ´Rukma, Sundara ve Shakuna´; yaklaşık 500 stanzada (dörtlük), karışık detaylar veriliyor, metallerin seçimi ve hazırlanması anlatılıyordu. Ayrıca yazmada, çeşitli Vimana türlerinin parçaları tanımlanıyordu. Yazma 8 bölümdü ve bir hava aracının yapım planlarının yanısıra su altında da gidebilen veya bir duba gibi su yüzeyinde durabilen Vimana planlarını da içeriyordu, bazı stanzalarda ise pilotların nitelikleri ve eğitimleri anlatılıyordu.” – Brad Steiger, “Worlds Before Our Own”
Mahabharata ve Vimanalar
* “Puspaku adlı araç güneşe benziyordu ve kardeşime aitti, onu güçlü Ravan´dan almıştı, uçuyordu ve mükemmeldi, istenilen her yere gidiyordu, Lanka kentinin göklerinde uçarken parlak bir buluta benziyordu.” – Ramayana Destanı
* “Salva´nın uçan aracı çok gizemliydi, gökte bazen görünüyor, bazen de kayboluyordu. Yani görünmeme yeteneği vardı; Yadu Hanedanı´nın savaşçıları bu garip aracı bir türlü tam olarak algılayamadılar; bazen yerde, bazen gökte beliriyor sonra birden bir tepeye veya bir ırmağın kıyısına konmuş olarak ortaya çıkıyordu. Bu uçan harikulade araç, gökte bir ateş fırıldağı gibi dönüyor ve bir an bile yerinde durmuyordu.” – Bhaktivedanta, Swami Prabhupada, Krsna
* “Kralım; uçan araç mükemmeldi, şeytan Maya tarafından yapılmış ve bir savaş için gereken tüm silahlarla donatılmıştı. Hayal edilemesi ve anlatılması imkansız bir araçtı; görünmezlik özelliğine sahipti. Oturulan yerde koruyucu bir şemsiye ve serinletici güç vardı. Mihrace Bai´nin çevresinde kaptanları ve kumandanları bulunuyordu; geceleyin gökte yükselen bir ay gibi görünüyor, her yönü aydınlatıyordu.” – Swami Prabhupada Bhaktivedanta, Srimad Bhagavatam
* “Pushpaka bir gök arabasıydı, insanları Ayodhya kentine taşıyordu. Gök bu harika uçan araçlarla doluydu, gece karanlığında yaydıkları sarımtırak göz kamaştırıcı ışık göğü aydınlatıyordu.” – Mahavira of Bhavabhuti (8. Yüzyıl´dan kalma bir Jain yazması)
* “Vata´nın arabası ne görkemli; gök gürültüsü gibi ses çıkarıyor, göklere dokunuyor; parlak bir ışığı var; kırmızı göz kamaştırıcı ve alev gibi; bir girdap gibi dönerken, dünyanın tozunu kaldırıyor.” – Rig-Veda (Vata bir Aryan rüzgar tanrısıdır.)
* “Bir zamanlar Kral Citaketu, kendisine Tanrı Vişnu tarafından verilen parlak ve ihtişamlı bir uçan araçla dış uzaya yolculuk yapar ve Tanrı Şiva´yı görür… Oklar “ışınlar” Şiva tarafından yollanır. Işınlar güneş benzeri bir küreden fışkırır ve içinde yaşanan üç gök aracını kaplar ve o araçlar bir daha görülmezler.” – Srimad Bhagasvatam, VI. Canto, Bölüm 3
İndus Uygarlığı
İndus uygarlığı dünyanın en eski ve en büyük uygarlığı kabul edilmektedir; Güney Asya´nın en uzun nehri olan İndus Irmağı çevresinde MÖ 3000-2500 arasında varolduğu belirlenmiştir ama bu tarih sadece uygarlığın varolduğu bir dönemin göstergesidir, İndus uygarlığının başlangıc dönemi bilinmemektedir. Yaklaşık 100 kent, kasaba ve köy kalıntısı bulunmuştur, kentlerin planlaması olağanüstüdür, hatta günümüz kent planlamacılığından daha düzgün olduğu söylenebilir. Ana binalar kentin ortasında bulunmakta, kanalizasyon sistemleri, büyük hamamlar ve su depoları en küçük köyde dahi görülmektedir. Kent merkezlerinden eş sayıda düzenli bir dağılımla yayılan evler ve cadde kenarlarındaki dükkanlar, blok taşlarla döşeli çok düzgün caddelerle eşit olarak bölünmüştür. Tüm İndus kentlerindeki evlerin yapımında kullanılan tuğlaların eşit olarak üretilmiş olması bir diğer inanılması güç inşaat kültürünün göstergesidir. Harappa ve Mohenjo-Daro uygarlığın bilinen ana kentleridirler; Mohenjo-daro ırmağın batı kıyısında, Harappa ise Mohenjo-Daro´nun 640 km. kuzeydoğusundadır. Daha doğuda ise bir diğer önemli kent olan Kalibangan vardır. Ve tüm bölgede yüzün üstünde, ticaret merkezi, küçük limanlar ve balıkçı köyleri yer alır. Tüm yerleşim merkezlerinde aynı standart planın uygulanmış olduğunu görmek bir diğer şaşırtıcı olaydır; araştırmalar sonucunda İndus insanlarının pirinç, buğday ve yulaf ektikleri ve kümes hayvanları, buffalo, domuz, at, deve, fil kambur öküz ve köpek yetiştirdikleri belirlenmiştir. Bulunan resimli plakalarda, ayrıca gergedan, boğa, fil ve bilinmeyen üç başlı bir hayvan figürleri dikkat çeker, bu buluntuların üzerlerinde görülen diğer simgelerin anlamları şu ana kadar çözülememiştir. Ana tanrı büyük olasılıkla tüm vahşi hayvanların tanrısı olan Şiva (Pasupati)´dir. Araştırmalar, İndus inançlarının erken-Hinduizm şeklinde olduğunu göstermektedir. Bu büyük uygarlığın MÖ 2. Yüzyıl´da çöktüğü sanılmaktadır ama nedenler belirsizdir; büyük savaşların olduğunu, doğal afetlerin yaşandığını gösteren bazı ipuçları bulunmuşsa da yeterli değildir ama en ilginci bölgede ve hatta Kuzey Hindistan´ın İndus dışındaki bazı başka yerlerinde kent kalıntılarının çok yüksek bir ısı altında erimiş gibi göründüğüdür. Fotoğraflarda gördüğünüz insan iskeletlerinin durumu (biri kadın, diğeri erkek), ölümün çok ani geldiğini kanıtlamaktadır; kadın elindeki eşyayı dahi hala tutmaktadır. Acaba binlerce yıl evvel ne olmuştu? Bu cevap şu anda yok, belki gelecekte öğreneceğiz…
Bu yazı alıntıdır.
3
Foton Kuşağı adı verilen ve yeni çağ new age düşüncesi kısaca yüksek enerjili fotonlardan oluşan büyük bir kuşağın2012 yılında güneş sistemimiz tüm gezegenleri ile birlikte bu kuşağa girdiğinde dünya üzerindeki yaşam koşullarında bir takım değişiklikler olacağını öngörür.
Bu öngörüler kısaca tüm yaşamın 3. boyuttan 5. boyuta geçececeği, İnsanların 2 sarmallı DNA’ları ikişerli olarak biraraya gelip 12 sarmallı bir DNA’ya sahip olacağı , bu olay sırasında tüm insanların chakra’ları açılacak ve duyuları ve algılamaları artacak. Herkes birbirinin düşüncesini okuyabilecek.
Kısaca Foton Kuşağı 2012′de başlayacak yükselis, ruhun ve maddenin birlesmesi – entegre olmasıdır. Fiziksel, duygusal, zihinsel ve bütün ruhsal bedenlerimizin, tamamen aydınlanmış varlıgımızı yaratmak için birlesmesidir.
Bu yeni çağ düşüncesi bir takım bilimsel tezler üzerine Maya Kozmolojisinin rayından çıkartılarak içine mistik öğeler eklenmesiyle ortaya çıkmış günümüz şartlarında dinlerin geçerliliğini yitirmesiyle kontrol altında tutulmak istenen insanoğluna servis edilen mistik düşüncelerden sadece bir tanesidir.
2012 kavramını çarpıtmak için özenle yazılmış bu yeni çağ dini yazarlarından öne çıkan John Major Jenkins Maya mitolojisi ve astronomisi üzerine yapmış olduğu incelemelerde bilinçli veya bilinçsiz Maya kehanetlerini çarpıtarak mistik bir boyuta taşımıştır.
Yaptığı çalışmada 5 büyük çağ ile presesyon olgusuna dikkat çeken Jenkins ardından içinde bulunduğumuz son çağ bitişini işaretleyen 23 Aralık 2012 tarihinin astronomik olayları üzerine yoğunlaşmıştır. Jenkins yaptığı incelemesinde Mevsimsel dönüm noktaları ile Samanyolu , presesyon etkisiyle her 6450 yılda bir aynı hizaya geldiğini söyleyerek , 2012 dizliminin ancak 25,800 yılda bir olduğunu söyler.Sözü edilen dizilim 23 Aralık 2012 günü kış gün dönümü konumunda olan güneşle Samanyolunun güney göklerinde izlenen yıldızlarla dolu şeridin aynı hizaya gelmesidir.
Jenkins’ e göre bu dizilim ekliptik ile Samanyolunun kesiştiği noktaya ” Galaktik Merkez ” olarak adlandırılan bölgeye raslaması sebebiyle ancak 25,800 yılda bir gerçekleşecek ender bir olgu haline gelmektedir.
Jenkinsin yapmış olduğu bu açıklama sıradışı olmakla beraber presesyon olgusunun başına ve sonuna yerleştirdiği dizilimin ” sıradılığı” pekte anlaşılır bir olgu değildir.Ekliptik ve Smanyolu şerididinin kesiştiği bölgeye güneşin yolu bin yıllar içinde defalarca düşer.Jenkinse göre görece daha önemsiz ara tarihlerde gerçekleşir.Söz gelimi son dörtyüz yıldır güneş ekliptik ile samanyolunun kesişme noktasında aynı hizaya denk gelir ki, bu sıra dışı dizilim değildir.Diğer taraftan 2012 yılındaki bitiş günüyle beş çağın toplamı olan 25,627 yıllık süreyle ilişkin başlangıç noktası olarak işaretlediği İ.Ö 3113 yılını açıklamaz.
Dört sıradışı dizilim Jenkins teorisinde 25,800 yıllık presesyom döngüsünün çeyreği olarak açıklanan 6450 yıllık zaman dilimlerinde dört kez gerçekleşir.Maya çağlarının toplamının 25,800 değil 25,627 yapması bir yana bırakılırsa Jenkins hiçbir rahatsızlık duymadan bu rakamı dörde bölerek 5 ayrı çağın toplamı olarak açıklama yapar.Dünya çağlarının toplamını içeren süreci mayaların neden beş zaman dilimi halinde düşüdükleri sorusuna ise yanıtı yoktur.
Tüm bu hatalara karşın 23 Aralık 2012 tarihinde ortaya çıkacak dizilimle ilgili yine belirsizlikler ortaya çıkar.Mayaların bize aktardığı bilgi dünya çağlarının bitiminde yaşanacak küresel Katasforların sebep olacağı yıkım ve felaketlerdir.Jenkins ise 2012 dizilimiyle ilgili 20 yy itibaren batı kültürünün içine sokulan yaygın bir eğilimin uzantısında ; Mayaların çağ bitiminde ” maddi afetler ” değil Spirütüel değişimler değişimler yaşayacağını söyleyerek akıl ve bilim dışı açıklamalaryapar.Ona göre 2012 ” insanlığın düşünsel yapısında ve bilinç biçimlerinde ortaya çıkacak ezoterik kutup kaymasıdır.
20 yy itibaren geçmişe ait bilgileri gerek devletler eliyle gerekse kişisel para kazanma hırsıyla dezanformasyona uğratarak rayından çıkarılan bilgiler yeni çağda irili ufaklı bir çok dinlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.Foton Kuşağı adı verilen grupta bunlardan biridir.

Dünya Dışı 223 Gen

Posted: 18/11/2012 in Sıradışı
1
İnsan genomu 23 kromozom iki setten – 46 kromozom olarak oluşur. Her anne-baba’dan alınan 23 kromozomdan oluşur.
Bilim adamları genle ilgili sırları deşifre etmesiyle birlikte kendilerini oldukça zor bir puzzle içinde buldular.Science dergisinde “ Kafa karıştırıcı Buluş “ olarak adlandırılan bu puzzle ;
İnsanın genetik yapısında olan 223 genin , genetik evrim ağacında bulunması gereken evrimsel öncelleri yoktu ?
İnsan nereden geldiği belli olmayan bu genleri nereden ve kimden almıştı ?
Bakteriden omurgasıza , arkasından omurgalılara ve modern insana kadar uzanan evrimsel gelişmelerde , bu 223 gen omurgasız aşamada hiçbir biçimde yoktu.
Bilim adamları evrim süreci içerinde olmayan bu modern insana ait 223 genle ilgili olarak “ Muhtemelen bir bakteriden yatay olarak tranfer “ şeklinde bir açıklama ileri sürdüler.
Bir başka deyişle evrim sürecinde modern insan bu 223 geni aşamalı bir evrimle değil hayat ağacından dikey değil , bir bakteriden yatay olarak aldılar.
İlk bakışta bu 223 gen önemsiz görülebilir.fakat tek bir gen canlılara araında büyük farklılıklar yaratmaktadır.İnsan genomu 3 milyar dolayında nükleotidden (dünyadaki yaşamı sağlayan dört nükleik asitin baş harfleri olan A-C-T-G harfleri) oluşmuştur.
Bunların, yüzde birden biraz daha fazlası, fonksiyonel genler olarak gruplanmıştır (her gen, binlerce “harften” oluşur.) Bir insanla bir diğer insan arasındaki fark, DNA “alfabe”sindeki binlerce “harften” yalnız birisi kadardır.
İnsanla şempanze arasındaki farksa, genetik benzeşmeye göre yüzde 1 dolayındadır ve 30.000 genin yüzde biri, 300 eder.
Dahası, yalnızca DNA’nın mitokondri bölümünden kaynaklanan bazı çok önemli nörolojik enzimlerden de bu genler sorumluydular: “Havva DNA’sı”, yani insanların yalnızca anne kanalıyla aldıkları ve geriye doğru bir tek “Havva”ya dek dayanan miras. Yalnızca bu bulgu bile, şu bakteri transferi tezini şüpheyle bakılacak hale getiriyordu.
Bilim adamlarının üstü kapalı ve insanı insan yapan bu çok önemli genleri yatay bir taransferle bir bakteriden aldığını söylemesinden sonra ;
Steven Scherer , (Baylor Tıp fakültesindeki insan genomu sıralama direktörü ) NATURE dergisine verdiği demeçte ;
Yatay olarak transfer edildiğini ve kaynağının bakteriler olduğunu söyleyen biz değiliz dediği röportajında ,
Ayrıntılı bir araştırmayı yöneten Public Consortium ekibi 113 genin (bu 223 gen içinden) omurgasızlarda bile görünmemekle birlikte bakterilerde çok yaygın olduğunu buldu. Bu muamma genlerin açığa çıkardığı proteinlerin analizi gösterdi ki, saptanabilen 35 taneden yalnızca 10 kadarı omurgalılarda (balıktan ineğe dek yayılan geniş bir yelpazede) görülebiliyordu. Bu 35′in 25 tanesiyse, yalnızca insana özgüydü. “Transferin bakteriden mi insana, insandan mı bakteriye doğru olduğu çok açık değil” diyor.
0
Bu yazı özel dağıtılan Consensus dergisi için hazırlanıp Ekim2006 sayısında bulunmaktadır.
Musa’nın aynı zamanda kardeşi olan Firavun’la mücadelesi, halkını esaretten kurtararak Mısır’dan çıkartması, Mısır ülkesini baştanbaşa sarsan 10 felaket, Kızıldeniz’in yarılması ve sonra geri dönerek Firavun’un ordusunu yutması, kutsal kitaplarda yer alan mucizevî dinsel bir hikâye olup, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta da inanılması farzdır. Ancak, bugünkü bilimsel tarihsel görüş açısından doğrulanabilir mi? Immanuel Velikovsky’nin “Kaos Çağları ? (Ages in Chaos) adlı kitabı bu soruya bazı çarpıcı ve dâhiyane çözümler getiriyor. İnanılması güç bazı olaylar hem bilimsel açıklamalar kazanıyor, hem de bölgesel tarihle bütünleşiyor. Günümüzdeki bazı araştırmalar bunları tekrar gündeme getirip, tarihçilerin önceki varsayımlarına meydan okuyarak, inkâr edilemez kanıtlar ortaya çıkarıyor.
Rus Yahudi’si bir ailenin çocuğu olan Immanuel Velikovsky (1895-1979) Moskova Üniversitesi’nde eski tarih ve toplum bilimi ve tıp eğitimi görmüş, daha sonra Viyana’da Freud’un öğrencisi Wilhelm Stekel yanında Psikanaliz eğitimi almıştır. Sonradan, araştırmalarını daha da genişleterek, kozmoloji, astronomi, jeoloji, mitoloji, efsane ve Kutsal Kitaplar’daki metinleri incelemiş ve bunlardan tarihi yeniden yorumlayan tartışmalı eserler çıkarmıştır. Geçmiş çağlarda büyük felaketler yaşandığı Velikovsky’nin en önemli savıdır. Ancak, insanların kötü anılarını bilinçaltına itmesi ve unutulması anlamına gelen “kitlesel amnezi ? ile bunların sadece efsanelerde izleri kaldığını iddia etmektedir. Her yerde felaketlerin izleri olduğu halde bunlarla yüzleşmek acı verdiği için, bilim adamları bunları göz ardı ettiler. Günümüzde bu felaketlerin inkâr edilemez izleri bir bir ortaya çıkarılarak, tarih üzerindeki etkileri konusunda spekülasyonlar yapılıyor. Örneğin, son zamanlarda M.Ö. 2300 yılında Irak’ta büyük bir meteor yağmurunun o zamanki uygarlıkların çöküşüne yol açtığı ortaya çıkmıştır. Hemen sonrasında, meydana getirdiği karanlık çağda, Tevrat’a göre İbraniler göç ederek kuraklıktan nasibini almayan Mısır’a yerleşmişti ve zamanla Yusuf’un vezirliğini unutan yeni bir Firavun İsrailoğullarını köleleştirdi.
Tevrat’a göre Musa’nın Mısır’dan Çıkışı M.Ö. 1447 yılında gerçekleşmiştir ve Ramses adı geçtiği için tarihçiler o zamanki firavunun Ramses II olduğunu varsaymışlardır. Ramses II ile ilgili dev eserlerin ortaya çıkışı 19. yüzyılın hayal gücü üzerine büyük etki yaratmıştır. Tarihçiler buna dayanarak Çıkış’ın M.Ö. Ramses (M.Ö. 1279-1213) dönemine denk gelen yıllarında olabileceğini varsaymışlardır, ama bunu kanıtlayabilecek herhangi bir bulgu ortaya çıkmadığı gibi, Tevrat’ın söz ettiği çalkantılı dönemlerin izine de rastlanmamıştır. Ramses sözcüğü Tevrat’ta Yusuf’un döneminde de yer alıyor ve akademisyenler bunun genel bir terim olduğu düşüncesindedirler. Bu yüzden Velikovsky ve Tarihçi David Rohl “Zamanın Kanıtı ? (A Testament in Time) ve “Cennet Bahçesinden Sürgüne ? (From Eden to Exile) eserlerinde Çıkış firavununun 13’üncü hanedandan Dudimose olduğunu savunmuşlardır. Aslında Musa bir İbrani ismi olmayıp, Mısır dilinde oğul anlamına gelir. Bu isim, genelde firavunlara ve prenslere verilir. Örneğin Tutmoses, Tut (Tanrı Thoth) oğlu, ve Ramose Ra (Tanrı Ra) oğlu, Amenmose (Tanrı Amen) oğlu demektir. Firavun Dudimose’un (veya Tutimaos) en uygun firavun olma gerekçesi eski Mısır tarihçisi Manetho’ye dayanmaktadır. Ona göre Dudimose zamanında “Biz [Mısırlılar] Tanrının gazabına uğradık ? ve o dönemdeki büyük felaketin arkeolojik kalıntıları ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Manetho’ya göre Dudimose’tan hemen sonra Mısır zayıf düşmüş ve Hyksoslar hiç karşılık görmeden Mısır’ı zapt edebilmişlerdir.
Tevrat’a göre Firavun, İbrani halkını azat edip ülkeyi terk etmeye izin vermediği için Mısır’ın başına 10 felaket gelmişti. Bunlar: 1) Nil nehrinin kana dönüşmesi; 2) Kurbağa istilası; 3) Sivrisinek istilası; 4) Atsineği istilası; 5) Hayvan ölümleri; 6) Çıban belası; 7) Dolu belası; 8 ) Çekirge belası; 9 ) Karanlık Belası; 10) İlk doğan çocukların ölümüdür.
Velikovsky’nin önemli savlarından biri İpuwer papirüse dayanır. Mısır’ın eski hanedan dönemine ait bu papirüs 1828 yılında bulunmuş ve halen Hollanda’nın Leiden Müzesi’nde sergilenmektedir. Akademisyenler bunun bir bilmece veya kehanet olduğunu düşünmüşlerdir, ancak bu papirüs açık bir şekilde Mısır’ın başına gelen felaketler zincirini anlatmaktadır. Nil nehrinin kana dönüşmesi, suların zehirlenmesi, göklerin kararması, hayvanların ölmesi, yangınlar, depremlerle Mısırlıların perişan ve aç bir vaziyete düşmelerini kaydeder. Eğer Velikovsky’nin savı doğruysa, bu sav Mısır tarihinde Tevrat’ta söz edilen olayların Mısır tarihinde izleri bulunmadığı görüşünü çürütür.
Girit yakınlarında, Thera adasında Santorini yanardağının patlamasının yaklaşık olarak o dönemlerde gerçekleştiği düşünülmektedir. Jeologlar M.Ö. 1626 ve M.Ö. 1360 gibi farklı tarihler vermektedir ve Velikovsky’e göre bu sıralarda yanardağlarda zincirleme patlamalar vardı. Santorini adasının patlaması, Girit uygarlığının yok olması gibi, tarihte birçok radikal değişimlere sebep olmuştu. Ortaya çıkan bu patlamanın, 1883 yılında tüm dünyayı sarsan ve 35 bin kişinin ölümüne yol açan Karakatoa yanardağının patlamasından kat kat güçlü olduğu ortaya çıkmıştır ve Vesuvius yanardağının patlaması da aynı zamana rastlar. Santorini yanardağının nükleer bombadan bin kez daha güçlü olduğu hesaplanmıştır. Velikovsky’e göre volkanik Sina dağı da aynı anda patlamıştı. Tevrat’ta, Çıkış’tan hemen sonra İsrailoğulları Sina’ya yürüyüşü “Tanrı önümüzde gündüz bir duman sütunu gibi ve gece bir alev sütunu gibiydi ? diye tanımlanır. Volkanik patlamaların gündüz ve gece böyle gözlemlendiği doğrudur.
Son bulgulara göre böyle bir patlamada Mısır karanlığa boğulur, şimşekler ve dolu yağmuru dehşet saçar. Yakın bir zamanda Amerika’da görüldüğü gibi volkanik küller Nil nehrini kırmızıya dönüştürebilir. Nehrin zehirlenmesiyle kurbağalar karaya çıkar, burada ölerek sinek ve pirelerin çoğalmasına neden olur. Bunlardan da hastalıklar yayılır ve çıbanlar çıkar. Böylece birçok canlının ölümü gerçekleşir. Bölgedeki toplu mezarlar bir veba salgınını doğrulamaktadır. Mısır’ı saran karanlığa Santorini ve diğer yanardağlardan yükselen duman bulutlardan meydana getirmiş olabilir. Karakatoa tüm dünyada ısının birkaç derece düşmesiyle birlikte, yıllar süren böyle bir nispi karartma etkisi yapmıştı.
Peki bu durumda, Kızıldeniz’in yarılması nasıl izah edilebilir? Velikovksy’e göre İsrailoğulları daha sığ olan Sazlar denizinden geçmekteyken oluşan bir deprem suların geri çekilmesine sebep olabilir. Büyük yanardağ patlamalarının depremleri tetiklediği bilinmektedir.
Velikovsky’nin kabul edilen Mısır tarih kronolojisinin birkaç yüzyıl ile hatalı olduğu tarihçi David Rohl ve diğer revizyonist Mısır tarihçileri tarafından destek görmektedir. David Rohl kitabında yüzlerce sayfalık kanıt vermektedir. Bunlar, kutsal kitaplardaki olayların tamamen uydurma olduğu, Musa, Davut ve Süleyman gibi Tevrat’ta söz edilen kralların hiçbir zaman yaşamadığını iddia eden bazı tarihçilerin tezlerini çürütmektedir. Velikovsky ve Rohl’a göre bu tarihçiler arkeolojik bulguları yanlış tarihte aramaktadırlar ve birkaç yüzyıl geri bakılırsa tüm kanıtların orada olduğu gözlemlenecektir.
Mısır’dan Çıkış’ın yer aldığı dönemdeki felaketler büyük göçlere de sebep olmuştur denebilir. İsrailoğulları tam bu dönemden sonradır ki Hyksoslar denilen bir kavmin işgaline uğramışlardır. Hem Velikovksy, hem de Rohl’a göre bu kavim Çıkış’tan sonra İsrailoğullarının Mısır yolunda karşılaşıp savaştığı Amalekliler’di. Mısırlıların Amu dedikleri ve ayrıca “Çoban Kralları ? olarak da bilinen Hyksoslar, hiç karşılık görmeden Mısır’ı ele geçirdiler. Birkaç yüz yıl sonra işgalden uzak Mısır’ın Güney hanedanı Hyksosları ülkeden kovabilmişti. Arap tarihçilere göre Mekke civarında yaşayan Amalekliler kendi ülkelerinde büyük bir felaket sonrası göç etmişlerdi. Seller bazı kavimleri ortadan kaldırmıştı. Üzerlerine kara dumanlar çökmüş, karıncalar istila etmişti. Manetho’ya göre Dudimose’un döneminden hemen sonra Mısır, doğudan gelen bu gaddar ve acımasız kavim tarafından istila edilmişti. Amalekliler Mısır’da büyük tahribatlarla halkı esir ettiler. Velikovsky’e göre eski ahit Mezmurlar’da geçen “[Tanrı Mısırın üzerine…] Üzerlerine kızgın öfkesini, gazap, hışım, bela ve bir alay kötülük meleği gönderdi ? aslında “Üzerlerine kızgın öfkesini, gazap, hışım, bela ve bir alay çoban kralları gönderdi. ? Kötülük meleklerinin Mezmurlarda yazılışı malakhei-roim, bu aslında Çoban Kralları, anlamına gelir, doğrusu malakhim-roim olmalı.
Kutsal kitaplar Musa’yı olağanüstü vasıflarla donatır. O dönemde geçen olayların ve doğal felaketlerin arkasında doğal nedenler olması kanımca, bir dönüm noktasında bu felaketleri önceden bilen ve Tanrı’nın gazabı olarak yorumlayan güçlü, bilge bir liderin şanından bir şey eksiltmez. Manetho’nun da Mısır’ın o dönemde Tanrı’nın gazabına uğradığını belirtmesi bunu doğrular.
Velikovsky’nin tezlerini doğru kabul etmek tarihe bakışımızı değiştirmekle kalmaz, bize bu önemli mesajı verir: Dünya tarihinde büyük felaketlerin rolü de büyük olmuştur ve bu olasılık her zaman için geçerliliğini korumaktadır. Velikovksy ve Rohl’un kitapları bu savı öne sürüyor.

KAYNAK:https://neferkaminanu.wordpress.com/category/siradisi/page/4/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.