MARMARA COĞRAFYA DERGİSİ SAYI: 24, TEMMUZ- 2011, S:124-149
İSTANBUL – ISSN:1303-2429 Copyright ©2010
http://www.marmaracografya.com
124
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR
COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL HAYAT
(Urban Geography and Cultural Life of Edirne in the Seventeenth
Century in terms of Evliya Çelebi’s Stand)
Doç. Dr. Mehmet KARAKUYU
Fatih Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü
mkarakuyu@fatih.edu.tr
Faruk SARIUSTA
Fatih Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
fsariusta@st.fatih.edu.tr
ÖZET
17. yüzyılda yaşamış olan Evliya Çelebi, Osmanlı coğrafyasını büyük
ölçüde gezmiş ve gördüklerini, okuduklarını ve duyduklarını kendine ait
üslubuyla Seyahatname adlı eserinde toplamış olan büyük bir seyyahtır. 2011
yılı doğumunun 400. yıldönümü olması münasebetiyle UNESCO tarafından
“Evliya Çelebi Yılı” olarak kabul edilmiştir. Bu bağlamda bu çalışmada da
Evliya Çelebi’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan önceki başkenti
olan Edirne Şehri hakkında vermiş olduğu bilgiler derlenip, incelenmiştir.
Edirne’ye 1653 yılında gelen Evliya Çelebi Seyahatname’sinde bu şehre
yaklaşık 46 sayfa yer ayırmış ve oldukça detaylı bilgilere yer vermiştir. Bu
çalışmanın amacı da Evliya Çelebi’nin Edirne Şehri hakkında verdiği bu
bilgileri derleyip, Şehir Coğrafyası kriterlerine göre inceleyip 17. Yüzyıldaki
Edirne Şehri’nin özelliklerini ortaya koymaktır. Bu çalışmada Evliya Çelebi ve
Seyahatname hakkında kısa bir giriş yapıldıktan sonra şehrin tarihi, kalesi,
fiziki coğrafya özellikleri, camileri, çarşıları, mahalleleri, sarayları, diğer
mimari eserleri ve sosyo-kültürel özellikleri hakkında bilgiler verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Evliya Çelebi, Seyahatname, Edirne Şehri.
ABSTRACT
Evliya Celebi, who lived in the seventeen century, was a great traveller
who visited most parts of Ottoman geography and wrote what he saw, read, and
heard with a special style of his own and collected these writings in his work
entitled as Seyahatname. The year 2011 has been declared as “Çelebi Years”
by UNESCO thanks to the 400th anniversary of his birthday. In this study, we
have studied and compiled the information that Evliya Çelebi has given about
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
125
Edirne which is the previous capital city of the Ottomans before İstanbul. Evliya
Çelebi visited Edirne at 1653 and gave broad information about Edirne in
Seyahatname’ spending 46 pages to describe the city. The aim of this study is to
compile and edit information about Edirne that has been given by Evliya
Çelebi, under the Urban Geography principles. In the study, we have a short
review about Evliya Çelebi and his Seyahatnames. Also we gave information
about the history of Edirne, castles of Edirne and topographic features of city
besides mosques, bazaars, neighborhoods, palaces, and other architectural
structure’ with social and cultural features.
Keywords: Evliya Çelebi, Seyahatname, Edirne city.
GİRİŞ
Seyahatnameler, tarihten coğrafyaya, sosyolojiden sanat tarihine,
ekonomiden siyaset bilimine kadar pek çok bilimi ilgilendiren ve
yazıldığı dönemle ilgili bilgileri bugüne aktaran çok önemli eserlerdir.
Özellikle 20. Yüzyıl öncesinde yazılmış olan seyahatnameler o döneme
ait tarihî, sanatsal, sosyolojik, kültürel, ekonomik, dinî ve siyasi bilgileri
ihtiva ettikleri için daha da önemlidirler. Bunun yanında tarihi
seyahatnameler çoğu zaman seyyahların gözlemlerine ve bulunulan
mekânın ahalisinden elde edilen bilgilere göre öznel bir anlatımla kaleme
alındığından dolayı o döneme ait resmi tarih dışında farklı bir bakış açısı
ortaya koyduklarından dolayı daha da önemli gelmektedirler (Okumuş,
2007). Bu bağlamda hep seyahat etmek isteyen ve ömrünü bu yolda feda
etmeyi arzulayan “seyahate ve sefahate” mazhar olan zamanın en büyük
seyyahı olan Evliya Çelebi’de 17. Yüzyıl Osmanlı coğrafyasında yer alan
birçok şehri ziyaret etmiş ve bu şehirler hakkında çok detaylı bilgiler
vermiştir.
Evliya Çelebi kendisini “seyahate ve sefahate” ulaşmasını sağlayan
kutlu bir rüya ile başlayan, seyahat serüvenleri boyunca, rüyasında
kendisine telkin edildiği şeklide, bulunduğu yerleri kaleme almış ve bunu
bir misyon edinmiştir. Çoğu zaman bir elçi veya devlet görevlisi sıfatıyla
bu seyahatlerini gerçekleştiren Evliya Çelebi 1663 yılında akrabası olan
ve hizmetinde bulunduğu Melek Ahmet Paşa’yla birlikte gerçekleştirmiş
olduğu Rumeli seyahatinin dönüşünde, Sofya şehrini ziyaret ettikten
sonra büyük ve güzel şehir diye hitap ettiği Edirne şehrine gelmiştir.
Her tarafında gülistanın, bülbülün süslediği baharistan olan
bağlarının pek çok olduğu bir şehir olarak tanımlayarak Edirne şehrini
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
126
anlatmaya başlayan Evliya Çelebi 17. Yüzyıl Edirne şehrinin siluetini,
adeta bir ressam edasıyla, eserinde canlandırmıştır (Temelkuran, T., vd.
1986; (3) 364). Evliya Çelebi Edirne şehrini anlatırken, hikâyelere,
menkıbelere, rivayetlere, temsillere, türkülere, mitolojiye, halk
oyunlarına, insanların giyimine kuşamına, yaşam biçimlerine, adetlerine,
toplumsal yapılarına, sanat ve zanaatlarına ve zevklerine yer vermiştir.
Bununla birlikte şehrin o dönemdeki sınırlarından ve şehrin kapsadığı
alanın fiziki coğrafyasından bahseden Evliya Çelebi ayrıca nüfusuna,
etnik yapısına, evlerine, camilerine, mescitlerine, kiliselerine, hanlarına,
hamamlarına, kervansaraylarına, kalesine, pazarlarına, caddelerine dair
ayrıntılı bilgilere de yer vermiştir.
Evliya Çelebi ve Seyahatname
Asıl adı Mehmet olan Evliya Çelebi 1611 yılında İstanbul
Unkapanı’n da dünyaya gelmiştir. Babası Mehmet Zılli Efendi, Osmanlı
sarayında kuyumcubaşıdır. Kendisinin eserinde naklettiği üzere soyu
Ahmet Yesevi’ye dayanmakla birlikte yakın akrabaları münasebeti ile
Kütahyalıdır. Ancak soyunun Ahmet Yesevi’ye dayanması hususunun bir
gönül bağıyla mı yoksa kan bağıyla mı ilgili olduğu kesin değildir.
Tahsilini Sıbyan Mektebi, Medrese ve Enderun gibi o dönemin çok
önemli eğitim müesseselerinde tamamlayan Evliya Çelebi ayrıca hat,
tezhip ve minyatürle de uğraşmıştır. Evliya Çelebi, 1630 yılında gördüğü
bir rüya hikmeti doğrultusunda ömrünün 50 yıllını İstanbul’un dışında
değişik vesilelerle seyahatlerle geçirmiştir. Evliya Çelebi ömrünü adamış
olduğu seyahatlerle çok geniş bir coğrafyayı gezip kaleme almıştır.
Evliya Çelebi’nin dünyanın farklı köşelerine gerçekleştirmiş
olduğu bu seyahatlerin büyük bir kısmını vezirlerin ve paşaların himayesi
altında resmi sayılabilecek bir hüviyette gerçekleştirmiştir. Bu seyahatler
süresince farklı kademelerde görev yapan yöneticilerle tanışmış ve
onlarla değişik vesilelerle ilişkiler kurmuştur. Evliya Çelebi’nin bu yarı
resmi hüviyette yapmış olduğu seyahatler, kendisine geziler sırasında
farklı imkânlar kazandırmıştır.
Evliya Çelebi’nin ömrünü adayarak yapmış olduğu bu seyahatleri,
kendisine has etkileyici ve canlı anlatımıyla kaleme almasıyla
Seyahatname oluşmuştur. Seyahatname, Evliya Çelebi’nin gittiği yerleri
anlatmayı kendisine bir görev bilmesi ve bu işi titizlikle yapmasından
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
127
dolayı, tarih, coğrafya, sosyoloji, antropoloji, filoloji, edebiyat, gibi
bilimler açısından büyük önem teşkil etmektedir.
17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE
KÜLTÜREL HAYAT
Edirne şehri Osmanlı Devleti’nin Bursa’dan sonra İstanbul’un
fethine kadar başkentliğini yapmış ikinci payitaht merkezidir. Ayrıca çok
köklü bir geçmişe sahip olan şehir Osmanlı Dönemi’nde inşa edilen
muazzam mimari eserlerle bu zenginliğini daha da arttırarak görenleri
kendisine hayrette bırakacak bir şehir hüviyetini kazanmıştır. Evliya
Çelebi, özellikle Edirne şehrinin bu özelliklerinden ve görsel
güzelliklerinden dolayı övgülerle bahsetmiş ve bu şehrin camilerini,
saraylarını, pazarlarını ve bahçelerini uzun uzun anlatmıştır. Bu
bağlamda Evliya Çelebi kendi kalemiyle Edirne şehrini şu ifadelerle
anlatmaktadır:
Edirne her tarafında gülistanın, bülbülün süslediği baharistan olan
bağlarının pek çok olduğu bir şehirdir. Osmanlı coğrafyasında yer alan
Başak, Laçka, Bursa ve Havran şehirleri müstesna tutulduğu takdirde,
Edirne hakikaten, geniş, ucuz ve bereketli bir şehirdir. Belki Edirne
meyve ve bitkileri yönünden onlardan daha üstündür. Doğu tarafı
İstanbul tarafındaki Solak çeşmesi, yoluna varıncaya kadar mümbit
tarlalarla, laleliğe dönmüş verimli bir vadidir. Güney tarafı, Arda ve
Meriç nehirlerinin ötesinde Timurtaş tarafına ve ta Dimetoka’ya
varıncaya kadar bakımlı köyler, bağ ve bostanlarla, çiftliklerle bezenmiş
mamur bir yerdir. Batı tarafında, Meriç’in sağında ve solunda vadiler ta
Çermen livasına varıncaya kadar kasaba ve köylerle süslenmiş olup, ekili
yerleri pek çoktur. Hayır ve bereketleri bol sayısız sahraları, fidanlıkları
ve ağaçlıklı ormanları vardır ki, Vakarel denilen odun ve kömürünü bu
taraftan binlerce arabalarla getirirler (Temelkuran, T., vd. 1986; (3)
364).
Edirne şehrini binlerce şair, havası, suyu, kadını ve erkek âşıkları
ile meşhur etmişlerdir. Amma bunlar denizden damla, güneşten zerre bile
değildir. Osmanlı şehirlerinde en büyük şehirler sırası ile şunlardır:
İstanbul, Edirne, Sofya, Belgrad, Budin, Saraybosna ve
Selanik…(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364).
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
128
Nice yabancılar bu şehri her bakımdan beğenerek burada
yerleşmiş, evlenerek ev bark sahibi olmuşlardır. Ayan ve eşrafın tamamı
konuk severdirler. Her biri birer yolla garip kimselere iyilik yaparak
onları bu şehre bağlar. Nimetleri bol, iyi huylu ve cömert hane sahipleri
olup ahlaklı, dürüst, mütevazı halkı vardır (Temelkuran, T., vd. 1986; (3)
364).
Edirne Şehrinin Tarihi
Evliya Çelebi 1663 yılında, sadrazamlık görevinden alınan Melek
Ahmet Paşa ile ilk kez gittiği Rumeli seyahatinin dönüşünde, Sofya’dan
sonra büyük ve güzel şehir diye hitap ettiği Edirne şehrine uğramıştır.
Evliya Çelebi, kendisine has ifadeleri ve tasvirleriyle, köklü bir tarihi
geçmişi olan Edirne şehrinin kuruluşunu ve gelişimini anlatmaya
başlamıştır. Evliya Çelebi, köklü tarihi geçmişi olan bu şehrin tarihsel
gelişiminin Hz Süleyman peygamber zamanına kadar uzandığını
belirtmektedir. Aynı zamanda Hz İsa döneminde “Edrone” adlı kralın
bölgede bir kale yatırıp kendi adını bu kaleye verdiğinden
bahsetmektedir. Evliya Çelebi devam eden süreçte Edirne’nin sırasıyla
Bulgarların, Sırpların ve Hersek Krallığı’nın eline geçtiğini belirtmiştir.
Ayrıca bu dönemde Edirne’nin etrafının ancak dört günde
dolaşılabildiğini belirtmiştir (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 329).
Evliya Çelebi, Sırpların Rumlarla yaptıkları savaşta mağlup
olduklarını ve Sırpların kenti istila ettiğini ve daha sonra Edirne’nin, Kral
Filikosoglu döneminde yeniden inşa edildiğini ve şehrin dillere destan
mağrur bir kent olduğundan bahsetmektedir. Evliya Çelebi bu dönemle
ilgili olarak ayrıca Edirne şehrinin Kudüs’e vakfedildiğini söylemektedir.
Buna göre Edirne’nin her yıl Kudüs’e yedi milyon altın gönderen mamur
ve zengin bir kent olduğunu belirtmiştir (Temelkuran, T., vd. 1986; (3)
364).
Evliya Çelebi, Edirne’nin, 1363 yılında I. Murat tarafından
Osmanlı topraklarına katıldığını dile getirmiş ve Edirne’nin Osmanlı
egemenliğine girmesi ve ikinci taht merkezi olmasıyla ilgili
Seyahatname’de şu ifadelere yer vermiştir. “Burası, eski zamanda Yunan
kavminin ikinci payitahtı imiş. Alman diyarının ve Kızılelma beldesinin
kapısıdır. Nitekim Edirne o diyarın kilididir. Osmanlı tarafına kapıları
açıktır.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364).
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
129
Edirne Kalesi
Edirne Kalesi her birisi küçük dağlar kadar yüksek ve havadar olan
yedi bayırın ortasında genişliği beş fersah turan alan üzerine kurulduğunu
belirten Evliya Çelebi kalenin tarihi ile ilgili olarak, eski şehrin ortasında
bulunduğundan ve Edrone adlı bir kral tarafından yaptırıldığından
bahsetmekte ve ayrıca kalenin batıya doğru dört köşeden meydana
geldiğini belirtmektedir (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364).
Edirne Kalesi’ni tasvir ederken Ferhat elinden çıkmış büyük
kayalardan yapılmış olduğunu anlatan Evliya Çelebi, kalenin kapısının
duvarlarının, bir sıra tuğladan ve tıraşlanmış taştan çok sanatlı olarak
yapıldığını belirtmiştir. Kale duvarının kalınlığının 10 zira ve
yüksekliğinin de 40 zira olduğunu söylemektedir. Kelenin sağlamlığını
vurgulamak için etrafının Kaf Dağı’na benzer küçük büyük 160 burçla
çevrildiğini dile getiren Evliya Çelebi daha sonra bu burçlar hakkında
ayrıntılı bilgiler vermiştir:
“İlki Ağaçpazarı köşesinde kuzeye bakan Kaplıkule’dir. İçinde
cephane bulunması nedeniyle tahta ile kaplıdır. Üzerinin tahta ile kaplı
olmasından ötürü buraya Kaplıkule denilmektedir. Güney tarafta Meriç
Nehri kıyısındaki Manyas Kulesi, Kahkaha Kalesi’nin burcu gibi
sağlamdır. Bir köşesinde Tevkifhane Kulesi vardır ki, yine Meriç Nehri
kıyısına yakın ve kıbleye bakan bir burçtur. Borçlu, katil, yolkesen ve
ölüme mahkûm olanlar bu Tevkifhane Kulesi’nde tutulurlar. Sanki Nuh
tufanından kalma eski kule budur. Kulede Edrone Kralı tarafından
Latince olarak yazılmış tamir tarihi vardır (Temelkuran, T., vd. 1986; (3)
364).
Dördüncü köşesinde, doğuya bakan üç şerefeli cami yakınlarındaki
Ekmekçiler köşesinde Makedone kulesi var. Kalenin etrafı on iki bin
bedenden meydana gelmiştir. Her bedende birer mazgal deliği muhakkak
bulunur. Eski zamanda, çepeçevre derin hendeği varmış hala kalıntıları
görülmektedir. Hatta Manyas Kulesi’nden ta Tevkifhane Kulesi’ne
varıncaya kadar debbağhane tarafındaki hendek içinden Arda, Tunca ve
Meriç nehirleri akarmış. Amma burasını halen Osmanlıların elinde olup,
huduttan uzak il oluşu ve her çeşit korkudan uzak bulunuşu nedeniyle göz
yuma yuma hendek derinlikleri mezbele, kum ve toprakla dolarak hendek
görülmez olmuş ve üzerine dükkân, han ve imaretler yapılıp kalenin iki
tarafı binalardan görülmez olmuştur. Fakat tevkifhane kapısı
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
130
taraflarında ve Ağaçpazarı semtinde duvarları bellidir. Ufak bir tamir
isteyen eski bir kaledir.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364)
Kalenin surunun etrafında altı tane kapı bulunduğunu belirten
Evliya Çelebi, bu kapıları ve özelliklerini şöyle anlatmıştır; “Evvela batı
tarafına açılan Balıkpazarı kapısı, ikincisi yine doğu yönünde İğneciler
kapısı, üçüncüsü Zindan kapısı, dördüncüsü Manyas kapısı
(Bu son iki kapı Meriç tarafına açılıp su alınmaktadır), beşincisi Mihal
kapısı yani batı tarafa bakan Kafeslikapı, altıncısı kuzey açılan
Topkapısıdır. Bu kapılar gayet kalabalık olup hep ikişer kat ve
demirdendir. Kalenin etrafı bir kattır. Başka kaleler gibi ikişer, üçer kat
değildir. Ama bu kapılardan başka, kalenin nice yerlerinde duvarı delip
gizli kapı yapmışlardır. Mesela, Alipaşa Çarşısı’nın içindeki bu tür bir
kapıdır.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364)
Evliya Çelebi Edirne Kalesi’nin etrafının kaç adım olduğuna
değinmiş ve daha önce görmüş olduğu kalelerle karşılaştırmıştır. Buna
göre Evliya Çelebi Edirne Kalesi’nin etrafının altı bin adım olduğundan
bahsetmekte ve Selanik Kalesi kadar büyük olmadığını söylemektedir
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364).
Kale içini anlatan Evliya Çelebi, kale içerisinde on dört mahallenin
bulunduğunu, bunların dört tanesinin Müslüman mahallesi olduğunu
diğerlerinin ise kale içerisinde yaşayan Rum mahalleleri olduğunu
belirtmiştir (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364). Fakat Edirne’nin
mahallelerini anlatırken kale içindeki on dört mahalleden onunun Rum
kalanın ise Yahudi olduğunu belirtmiştir (Temelkuran, T., vd. 1986; (3)
351). Evliya Çelebi kale içinde, ızgara planlı satranç gibi üç yüz altmış
adet cadde bulunduğunu, umumi yollarının hepsi eski usul üzere büyük
taşlarla kaldırım döşenmiş olduğunu belirtmiştir.
Edirne Şehrini Kuşatan Üç Nehir
Evliya Çelebi Edirne’yi etrafında akan üç büyük ırmağın kuşattığı
bir kent olarak tanımlamaktadır. Edirne’yi kuşatan bu nehirler Arda,
Tunca ve Meriç nehirleridir. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde nehirler
hakkında şu şekilde ifadelere yer vermiştir. “Arda Nehri, Edirne şehrinin
güneyindeki dağlardan doğup Mihal Köprüsü’nün altında, Edirne’nin
kuzey tarafından akan ve Kızanlık ve Niğbolu sancağında bulunan
Torbakotar Dağları’ndan doğan Tunca’ya karışır. Meriç Nehri,
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
131
Edirne’nin batı tarafında dört konak mesafede bulunan Samakov,
Köstence ve İhtiman dağlarından gelir. Bu Mihal Köprüsü’nün altında,
Tunca ve Arda suları ile birleşerek deniz gibi olur. Meriç Nehri’nin
Edirne’ye faydası azdır. Amma Tunca ve Arda suları Edirne’nin
çevresinde yetmiş parça adacıklar içindeki bağ ve bahçeleri, bostanları
ve hele cennet bahçesine benzeyen Hünkâr bahçesini yalnız Tunca
sulayıp ihya eder. Tunca, ab-ı hayat gibi tatlıdır. Arda suyu dahi saf
sudur. Bahçe ve bostanlara faydalıdır. Şehre uğramaz. Bu üç büyük nehir
Mihal Köprüsü altında deniz gibi çoğaldıklarında, şehir çevresinde
bulunan yüzlerce adacıklar içindeki yüzlerce bağı sel basıp harap eder.
Eski bilginler Kafeslikapı üzerine Latin lisanı ile “Sonunda bu üç büyük
nehir Edirne şehrinin helakına sebep olacak” diye yazmıştır.”
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364)
Edirne Şehrinin Camileri
Evliya Çelebi, 17. Yüzyıl Edirne şehrini seyahatnamesinde tasvir
ederken, bütün yönleriyle çok geniş bir şekilde ele almıştır. Kent
dokusuna ait önemli hangi eser varsa, bu eserlerin yapılışı ve yapıldığı
dönem hakkında kronolojik tarzda ve hikâye tadında bilgiler vererek
kaleme almıştır. Edirne Şehri mimarisinin ve şehir belleğinin
yapıtaşlarını oluşturan ve aynı zamanda Edirne şehrinin simgesi olan
Osmanlının ve İslam medeniyetinin heybetini ve gücünün timsali olan
camilere yer vermiştir.
Evliya Çelebi Edirne şehrine ait en eski caminin, Hacı Bektaş-i
Veli’nin izniyle üç yüz dervişle Edirne’ye gelen Sefer Şahın, Hızırlık adlı
yerde yapmış olduğu, mescit olduğunu belirtmektedir. Edirne’nin
fethinden sonra Gazi Murad Hüdavendigar’ın bu mescidi genişleterek,
Hüdavendigar Camisi adını verdiğini anlatmaktadır. Evliya Çelebi
böylece Edirne şehrinin en eski camisinin Hızırlık mevkiinde yapılan
Hüdavendigar Camii olduğunu söylemiştir.
Yıldırım Han Oğlu Birinci Mehmet Camii ( Ulucami): Edirne
ahalisinin Ulucami adını verdiği ve ilk yapıcısı Musa Çelebi olan bu
camii hakkında Evliya Çelebi şu ifadelere yer vermiştir. “Mehmet Çelebi,
Musa Çelebi’den yarım kalmış olan bu camii tamamlamıştır. Bu cami
Edirne’nin ta ortasında, bilginler topluluğu ve ayanın bulunduğu yerde
inşa edilmiş muazzam bir camidir. Üç kapısı vardır: Bunların ikisi yan
kapı ve biri de kıble kapısıdır. Kıble kapısından ta mihraba varıncaya
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
132
kadar uzunluğu yüz seksen ayaktır. Eni yüz seksen beş ayaktır. Lakin
eski usulde inşa edilmiştir. Cami içinde, dört kâgir sütün üzerine
oturtulmuş ibret verici dokuz kubbe vardır. Camide öyle süslü avizeler
yoktur. Bu caminin içi geniş olduğundan avlusu yok gibidir. Çarşı ve
pazar içinde olduğundan cemaati sabahçılar ve misafirlerdir. Üç şerefeli
bir minaresi vardır. Edirne de bundan ulu ve ruhaniyetli camisi yoktur.
Gerçi bundan daha eski Mihal Köprüsü dibinde Yıldırımhan Camii
vardır; fakat nursuz Timur olayında bu cami yarım kaldığı için, onu
Çelebi Sultan Mehmet tamamlayıp sevabının babası Yıldırım Han’ın
ruhuna hediye etmiştir. Onun için Ulucami evvel yazıldı. Bu camide Hacı
Bayram-ı Veli itikâfa girip çok ibadet ederek, yüzbinlerce adamı vaaz ve
nasihat ile irşat etmişlerdir. Halen mübarek kürsüleri bir köşede
teberrüken saklanır. Hiç kimse o kürsüye çıkıp vaaz etmeye kadir
değildir. Çünkü erenler mekânıdır.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 333)
Bu kürsüyle ilgili olarak Evliya Çelebi yaşanmış bir hadiseyi şöyle
dile getirmektedir. “Sultan Ahmet Han Edirne’ye geldiğinde, bir şeyh
kendini göstermek için Hacı Bayram-ı Veli kürsüsüne çıkmak ister.
Müritler engel olarak “Çıkmayın, sultanım!” diye rica ederler. İnatçı
herif dinlemeyip kürsüye çıkarsa da, bismillah demeye imkân bulmadan
dili tutulur ve öylece kalır. Birkaç kez konuşmak için zorlansa da
konuşamadan kürsüden iner. O asırdan beri öyle kalmış bir kürsüdür”.
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 331).
Evliya Çelebi Edirne şehrinin ulu ve ruhaniyetli bu camisinin
özelliklerini işe şöyle anlatmaktadır. “Caminin mihrap ve minareleri
gayet sanatlıdır. Kuyumcular tarafındaki sağ kapıya on bir basamak taş
merdivenle inilir. Gece ve gündüz cemaati kalabalık olan eski bir
camidir. Mihrap önündeki İrem bağı içinde bulunan hoş sesli kuşların
hazin sesleri, namaz kılanlara hayat verir. Yine o muteber bahçede biten
lale, sümbül ve erguvanın tabii kokuları dimağları kokulandırır. Vakıf
tarafında mübarek camiye bakan mütevellisi, vasıtasıyla gül, sümbül,
nergis ve zambak mevsiminde bütün cemaat safları arasına adı geçen
çiçeklerle vazolar konulup, caminin içi ve dışı nurlanır ve kokulanır.
Gazi Murathan Camii: Ulu Cami’yi bu şekilde anlattıktan sonra
Edirne şehrine hüviyet kazandırmış olan diğer cami Üç Şerefeli camiyi
anlatmıştır. Evliya Çelebi, Edirne şehrinde kendine has bir yapıya ve
öneme sahip bu yapı hakkında şu ifadelere yer vermiştir. “Üç Şerefeli adı
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
133
ile meşhurdur. Edirne’nin ta ortasında kalabalık bir yerde yapılmıştır.
Bu mabedi yaptırmaya ilk defa İsa ve Musa Çelebiler teşebbüs
etmişlerdir. Onlar temelini attıktan sonra vefat etiklerinde caminin temeli
boş ve terkedilmiş olarak kalmış. Sonunda tamamlanması Çelebi Sultan
Mehmet Han Oğlu Gazi Murat Han’a nasip olmuştur. Amma sadece
Edirne şehrine değil, bütün İslam âlemine şöhret vermiştir.”
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 334)
Caninin yapılış hikâyesini bu şekilde anlattıktan sonra caminin
mimarisi hakkında şu ifadelere yer vermiştir. “Bu caminin beş adet kapısı
ve her kapının üzerinde eski tarz Celi altın yıldızlı yazılarla Arabi
tarihleri vardır. Amma gayet karışık yazıdır. Mezkûr yüksek kapıların,
ikisi, sağ ve sol duvarlardadır. Üç tanesi kıble tarafına açılır. Orta kıble
kapısı üzerinde caminin yapılış tarihi yazılıdır. Bu kıble kapısından ta
mihraba varıncaya kadar uzunluğu yüz adım ve genişliği iki yüz elli
ayaktır. Kâgir sütunlar üzerine oturtulmuş beş adet ibret verici mavi
kubbesi vardır ki, her birisi gökyüzüne benzer. Bu beş kubbenin içine
usta süsleyici binlerce laal rengi, lacivert, gök mavisi, yeşil ve sarı
boyalarla öyle süslemeler yapmış ki, seyreden anlayışlı kişilerin
parmakları ağızlarında kalıp hayran olurlar. Sanki bu beş kubbenin
nakışını Cenab-ı Hak kudret eliyle çizmiştir. Behzad ve Mani, cevher
saçan kaleminin bir çizgisini çekmekten acizdir. Bu haller bilgi
sahiplerine gizli değildir. Bu beş kubbe içinde olan nakışlı kubbeler alçak
olduğundan çok güzel seyredilir. Mihrap ve minderi çeşit çeşit çizgilerle
kazılmış ve çeşitli mermerlerle desteklenmiştir. Caminin sol tarafında
olan kürsü üzerinde bir Kur’an-ı Kerim vardır ki zamanımızın hattatları
o çeşit yazı yazamazlar. Bu kürsü onun için yapılmıştır. Kur’an okunması
için aylarca dört adet sofası vardır. İki kişi onu yerinden kaldıramaz. Bu
derece büyüktür. Garip olan, usta hattatın nasıl yazdığıdır. Allah’ın
ayetlerinden bir ayet derecesinde güzel bir yazıdır. Cami içinde avize
gibi asılı şeyler yoktur. Ancak her gece karanlıkta binlerce kandille
aydınlatılır. Çeşit çeşit altın yaldızlı ve cilalı şamdanları vardır.
Çevresindeki eski usul küçük pencerelerin kıblesi dışında bir çimenlik
vardır ki, oradaki çiçeklerin kokusundan cemaatin camiden dışarı
çıkacakları gelmez. (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 334)
Caminin avlusuyla anlatmaya başlayan Evliya Çelebi, Üç Şerefeli
Cami’nin avlusunu şöyle ifade etmektedir.
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
134
“Bu geniş avlunun uzunluğu yüz, genişliği iki yüz adımdır. Üç adet
avlu kapısı olup, sağına ve kıble tarafına yedişer basamak merdiven ile
çıkılır. Amma soldaki kapısı merdivensizdir. Bu avlunun dört etrafındaki
yan sofraları üzerinde on sekiz kırmızı ve yeşil renkli mermer sütün var
ki, kırk bir seneden beri gezdiğim halde bunların bir benzerini görmedim.
Öylesine renkli, yüksek sütunlardır. Sanki her biri bu camide Allah’a
ibadet etmek için el bağlayıp dururlar. Benzeri meğer İstanbul’daki
Süleymaniye’de ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa’da bulunan bu renkli
sütunlar üzerinde yirmi adet mavi kubbe vardır ki her biri âlemleriyle
bahçenin etrafının süslerler. Bundan dahi ibretle seyredilmeye değer bir
husus vardır: Üstat Mani gibi öyle kıl kalem vurmuştur ki görmeye
gelenler cihan ressamları bile kıl kadar ayıbını bulamamışlardır. Her
kubbede nakışlar başka başkadır. Asıl enteresan olanı şudur: inşa edileli
beri 360 yıl geçmiş olduğu halde, bu müddette Edirne şehrinin
soğuğundan ve sıcağından bu boyaların renklerinde zerre kadar değişme
olmamıştır. Sanki henüz nakkaş elinden çıkmış gibidir.” (Temelkuran, T.,
vd. 1986; (3) 335)
Bu kubbeler baştanbaşa aydınlık olup, üzerine çizilen renk renk
çiçekler sanki canlıdır. Duvarlar ayna gibi cilalı ve parlaktır. Bahçenin
çevresindeki, pencereler üzerine, ibret verici hatlar ile kasideler
yazılmıştır. Gönül açıcı avlu ham mermer ile kaplı olup, birçok küçük
taşların tek parça olarak birleşmesine ve renklerine insan hayran olur.
Avlunun ortasında abdest tazelemek için Hanefi havuzu vardır.
Musluklarından ab-ı hayat akmakta namaz kılmak isteyenler dahi ondan
abdest tazeleyip Allah’a ibadet etmektedirler. Avlunun dört köşesinde,
dört direk gibi, dört adet mevzun minare vardır ki her biri göğe
uzanmıştır. Amma sağ taraftaki süslü minare üç şerefeli olduğundan bu
camiye “Üç Şerefeli” derler. Aşağıdaki bir kapıdan üç müezzin girip
minareye çıktıklarında birbirlerini görmezler. Her biri diğerlerinin
seslerini dahi işitmeden ayrı ayrı şerefede Ezan-ı Muhammedi okur.
Görülmeye değer bir minaredir ki mimarisine akıl - sır ermez. Sol
taraftaki minare iki şerefelidir. Avlunun iki köşesindeki minarelerin ikisi
de birer tabaklı, burma burma ve motifleri, mevzun minarelerdir. Hayır
sahibi Koca İkinci Murad Han birinci tahta çıkışlarında Anadolu’daki
İzmir Kalesi’ni Fedake neslinden olan Rumların elinden alınca, orada
bulduğu hazine ile defineleri bu Üç Şerefeli camiye harcamıştır.
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 336)
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
135
Bütün kubbelerdeki ibretli nakışları Acem Mani yapmıştır. Kendini
göstermek için Acem’den yetmiş deve yükü renkli boya getirip, yedi sene
bu caminin duvar, kapı ve kubbelerini süsleyip masraf göstermiştir. Koca
Murad giden masraflara bakmayıp her ustaya haddinden fazla ihsan
verdiğinden, bu caminin bir miskal taşı bir altına mahal olmuştur derler.
Hatta Timurtaş Paşazade Elvend Bey bina emini imiş. Onun yazdığına
göre, bu caminin masrafı halis altın olarak yedi bin kese İzmir malı sarf
olunmuştur. Öteki halis gümüşün rayice göre masrafını Allah bilir,
demişler. Çünkü yaptıranın ihsan kapısı açık olduğu için, yedi iklimde ne
kadar yetenekli üstatlar varsa kerem sahibi Murad Han’ın cömertliğini
görmeye gelip, her biri bu camide birer ibret verici eser bırakmıştır.
Onun için bu camiye ne zaman girsen, her girişte değişik güzellikler
görürsün. Hasılı, vasfında lisanlar kısır, kalemler kırıktır”. (Temelkuran,
T., vd. 1986; (3) 336)
Görülmeye Değer Sultan Selim Camii (Selimiye): Osmanlı
Devleti’nin ikinci payitaht şehri olan Edirne, sadece devletin merkezi
olduğu dönemlerde değil, payitahtlığın İstanbul’a geçmesinden sonrada,
önemini korumuş ve yapıldığı dönemden itibaren görenleri kendisine
hayran bırakan mimari eserlere ev sahipliği yapmıştır. Evliya Çelebi,
Edirne denildiğinde insanların hayallerinde canlanan, görkemi ve
heybetiyle diller pelesenk olmuş olan, Edirne Şehri’nin simgesi ve
Osmanlı mimarisinin medarı iftihar kaynağı olan ve 2011 yılında
UNESCO (Birleşmiş Milletler Bilim Eğitim ve Kültür Teşkilatı)
tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınan Selimiye Camii’ni
anlatmaya başlamıştır.
Evliya Çelebi Selimiye Camii’ni tasvir etmeye başlamadan önce
böyle büyük ve heybetli bir eserin neden İstanbul’da değil de Edirne’de
yapıldığının anlatarak başlamıştır. Evliya Çelebi Selimiye Camii’nin
Edirne şehrinde yapılmasının hikmetini Sultan Selim Han’ın görmüş
olduğu bir kutlu rüyanın neticesine bağlar. Bu kutlu rüyanın neticesinde
İslam’ın bendi olan Edirne’de böylesine büyük yapının yapılmasına
başlanmasına karar alınmıştır.
Evliya Çelebi caminin mimarı Koca Mimar Sinan’ın elinin emeği
olduğunu belirtmekle birlikte bu muhteşem mimari eseri şöyle tasvir
etmiştir: “Edirne şehrinde geniş bir tepe üzerinde kesme taş ile inşa
olunmuş dört köşe güzel bir camidir. Kıble kapısında ta mihraba
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
136
varıncaya kadar caminin içi uzunlamasına ve genişlemesine yüz seksen
ayaktır. Cami içinde, dört adet dört ayaklı sütunlar üzerine bina olunmuş
ve göğe uzanmış, yüksek ve büyük bir kubbe vardır. Merhum Sinan’ın
söylediğine göre, bu büyük kubbe İstanbul’daki Ayasofya kubbesinden
tam altı zira-ı mülki daha derindir. Kubbe çevresi de on dört zira
geniştir. Hatta ben yine inanmayarak, Selimiye kubbesi içindeki kandil
tabakasından (ki zikri geçen kubbenin pervazı hizasındadır) ayaklayıp
kubbenin çevresini Ayasofya’dakinden daha fazla buldum. Amma
derinliğini tecrübe edemedim. Amma şurası teslim olunur ki,
Ayasofya’nın kubbesi cami içindeki döşemeden ta kubbenin alem yerine
yarıncaya kadar hesap olunursa bütün camilerden yüksek bir kubbedir.
Fakat biraz yassıcadır. Bu kubbenin içerisinde mezkûr dört sütün
ayaklarından başka dört tane yapma ayak daha vardır. Amma onlar cami
içinde duran dört ayak gibi meydanda değillerdir. Dört köşesindeki
duvarlara bitişik ayaklardır. Bu ayakların köşelerinde duvara bitişik
çeşitli cüz okuyuculara mahsus kürsüler var ki, her biri ham mermerden
yapılmış kafesli birer maksureciktir. Büyük kubbenin altında sekiz adet
kemer var ki, her biri gök kuşağına benzer. Kubbe dahi bu kemerler
üzerine oturtulmuştur. Bu kemerlerin altında, caminin sağında ve
solunda, kıble kapısının içi hep yan maksurelerden oluşmuştur ki, cemaat
çok olunca buralarda da ibadet yapılır”. (Temelkuran, T., vd. 1986; (3)
340)
Edirne’nin simgesi olan Selimiye Camii’ni İstanbul Tahtakale’deki
Rüstempaşa Camii’ne benzeten ve görmek isteyenlerin bu camiyi ziyaret
etmelerini tavsiye eden Evliya Celebi, Selimiye Camii’nin mihrabını
şöyle anlatmaktadır: “Bunun mihrabı bir alçak yarım kubbe içinde Hint
sedefkârisine benzer sihirli bir mihraptır ki, sanki Sivas eyaletinde
Keskin kazasındaki Şeyh Şami Hazretlerinin mihrabıdır. Minberin
mehdinde ise lisanı hakikaten acizdir. İnce sanatkâr, dağ kazan ve
mermer delen hünerli usta, bu faydalı minbere öyle yontucu ve delici bir
darbe vurmuş ki, sanki Karadeniz sahilindeki Sinop Kalesi’ndeki Sultan
Alaaddin Camii’nin minberdir. Onun ve bu Selimiye’nin minberleri bu
köhne yeryüzünde yapılmamışlardır. Caminin ta ortasında sütunlar
üzerine bina edilmiş dört köşe müezzinler mahfili güzel bir makamdır. Bu
mahfil altındaki bir şadırvan sürekli akmaktadır. Bazı susayanlar ve
abdestini tazelemek isteyen müminler buralardan içip abdestlerini alır,
Allaha ibadet ederler. Bu büyüklükte havuz bir burada, bir de Bursa’daki
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
137
Yıldırım Bayezid Han’ın Ulucamii’nin içinde vardır. (Temelkuran, T.,
vd. 1986; (3) 340)
Bu caminin dört köşe duvarında iki yüz elli adet cam billur ve necef
muran var. Güneşin ışıkları bu çamlara vurunca caminin içi nurla dolar.
Her pencerede çeşitli ince sanat eserleri vardır. Burada bulunan sanatlı
avizeler ve çeşit çeşit kıymetli askılar pek pahalıdır. Dört tarafında ta
nurlu kubbesine varıncaya kadar, üç kat kandil tabakaları vardır.
Mübarek gecelerde on iki bin kandil yakılarak cami aydınlatılır. Bu süs
başka yerde yoktur.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 340)
Evliya Çelebi Selimiye Camii’nin işlemelerinin Hattat Hasan
Çelebi tarafından yapıldığından ve bu dönemin büyük sanatçısının
yaptığı son eser olduğundan bahsetmektedir. Selimiye Camii’nin
avlusunu, baştanbaşa beyaz mermerden yapılmış bir beyaz sahraya
benzeten Evliya Çelebi avlu hakkında şu ifadelere yer vermiştir:
“Derinliği ve genişliği yüz seksen ayaktır. Dört tarafında yirmi altı adet
çeşitli sütunlar vardır ki, çoğu Mora diyarına yakın Atina’daki Temaşalık
denilen yerden gelmedir. Her birini birer Mısır hazinesi harcanıp yüz bin
çeşit zorluklarla getirilmiş ve bu cami avlusunun yan sofraları üzerine
dizilmiştir. Bu sütunların üzerinde yirmi dört adet yuvarlak kubbe vardır.
Amma nakışlı değildir. Amma kubbe altındaki kemerlerdeki çeşit çeşit
kıymetli taşların bir birine olan uyumu, seyrettiğimiz binaların hiç
birinde yoktur. Bu avlunun üç tarafında on tane sanatlı kapı ve yine üç
tarafında yirmi altı adet pencere vardır ki, dışarıdaki büyük avluya
bakar.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 341)
Selimiye Camii’nin, görenleri kendisine hayran bırakan ve her biri
bir kalem inceliğinde olan minarelerini, Evliya Çelebi anlatamaya şu
ifadelerle başlar: “Bu emsalsiz ve cennet misali mabet öyle bir cennettir
ki, dört köşesinde dört tane ibretle seyredilecek minareleri dört büyük
rükün gibidir. Mavi renkli kubbe bu minarelerin ta ortasında olup,
minarelerin kubbeye olan uzaklıkları hep aynıdır. Hesabı pergelle
yapılmış olup, üçer şerefeli uzun minarelerdir. Bu dört minareden iki yan
kapının dibindeki iki minare üçer yolludur. Yani aşağıdaki kapıdan üç
müezzin girip, her biri birer yolla çıkarak, üç tabakadan birden “Essela”
dedikleri halde birbirlerini görmezler. Böyleyken öyle ince minarelerdir
ki, her birini ikişer genç adam kucaklayabilir. Ta bu derece incedirler.
Ama kıble duvarı köşelerinde olan minarelerin ikisi sadece birer
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
138
yolludur. Fakat sanat ve gösterişte tekdirler. Dört minare üçer şerefeden
on iki tabak eder. Buda İkinci Selim Han’ın on ikinci Osmanlı padişahı
olduğuna işarettir. Her şerefesinin duvarı öyle güzel oyulmuş ki, sanki
üstat, makasla Hatay kâğıdını oymuştur. (Temelkuran, T., vd. 1986; (3)
341)
Edirne şehrine girmek için dört taraftan dört tane büyük cadde
vardır. Hangisinden Edirne’ye girsen, Selimiye Camii’nin dört
minaresini iki ve şerefesini de altı görürüsün. Yanına yaklaşsan bile
mademki ana cadde üzerindesin, böyle göreceğin şüphesizdir. Bu çeşit
hendese üzerine terkedilmiş binalardır. Amma şehir içindeki caddeler
eğri büğrü olduğundan, oralardan yine dörder görünür. Hâsılı
yeryüzünde benzeri olmayıp taklit dahi kabul etmeyen seçkin bir eserdir
ki, gören “Bin takdir sana, ey iş ve resim meydanın ustası” mısrasını
söylemekten kendisini alamaz. Bu camide kurşun ustası, öyle
sanatkârane kurşun kaplamıştır ki, yağmur yağdığı vakit bir damla ziyan
olmadan hepsi mihrabın alçak olan yarım kubbesi yanındaki büyük
kuyuya akar. Oradan caminin iki tarafındaki abdest çeşmelerinin
sarnıcında toplanır. Bu dahi görülmeğe değer bir ustalıktır. Sözün kısası,
bu camii üç yüz yetmiş beş sanat ve hüner üzerine yapılmış sağlam bir
camidir. Her hüneri ayrı ayrı açıklasak, hakkında ayrı bir kitap
yazmamız gerekir”. (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 342)
Edirne şehrini bir nevi timsali olan bu camilerin haricinde Evliya
Çelebi Edirne şehrinde bulunan, Gazi Muradbey Camii, Bayezid-i Veli
Camii, Süleymanhan Camii, Defterdar Kara Mustafapaşa Camii gibi
camiler hakkında önemli ve ilgi çekici ayrıntılara yer vermiştir.
Evliya Çelebi Edirne şehrini sosyal ve manevi hayatın merkezi olan
camilerin yanı sıra burada bulunan mescitler hakkında da bilgiler
vermiştir. Aynı zamanda dönemin eğitim ve öğretimin merkezleri olan,
medreseleri ve tekkeleri kaleme almıştır. Evliya Çelebi dönemin, sosyal
ve kültürel hayatının merkezi konumunda olan tekkeler üzerinde ayrıntılı
olarak durmuş ve bölgede bulunan tekkeler hakkında geniş bilgiler
vermiştir.
Edirne Şehrinin Çarşı Pazar ve Mahalleleri
Evliya Çelebi, Edirne şehrinin abide eserlerini ve kültürel
dokusunun oluşturan tekkeleri anlattıktan sonra, şehrin fiziki dokusunu
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
139
oluşturan eserleri anlatmaktadır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde
Edirne şehrinde bulunan çeşme ve sebillere yer vermiştir. Buna göre
Edirne şehrinin suya ihtiyacı olmamakla birlikte, hayır sahipleri
tarafından mahalle, çarşı ve pazar içlerine çeşmeler yapılmıştır. Ayrıca
Edirne’nin en süslü sebilinin Arasta başında bulunan Selimhan sebili
olduğunu belirtmiştir.
Evliya Çelebi, her ne kadar Edirne şehrinin mahalle sayısının 414
olduğunu söylemiş olsa da, hem bu dönemdeki Edirne şehrinin nüfusu
hem de dönemin diğer Osmanlı şehirleri göz önünde bulundurulduğunda
bu sayının abartı olduğu görülmektedir. Evliya Çelebi, başlangıçta, kale
içerisinde, on dört mahalle bulunduğunun, bunların on tanesinin Rum,
dört tanesinin de Yahudi olduğunu belirtmekle birlikte, Topkapısı
içerisinde bir Müslüman mahallesinin bulunduğunun, beş mahallede
çingenelerden oluştuğunu belirtmiş ve başlıca mahallelerin adlarını şöyle
sıralamıştır: Hünkâr, Saray, Muradiye, Taşlık, Kayık, Selimiye,
Eskicami, Üçşerefe, Arasta, Mahkeme, Fildamı, Kasımpaşa,
Timurtaşpaşa, Kızılminare, Eşekadın, Darülhadis, Katırhanı, Beylerbeyi
ve Saraçhane mahalleleri (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 351).
Edirne şehrinin caddeleri hakkında kapsamlı bilgiler veren Evliya
Çelebi, Edirne şehrinin caddelerini şöyle anlatır. “Edirne’de altı bin yüz
yetmiş adet santrançvari şekilde yüksek ve alçak umumi yol vardır. Bütün
yolarda araba işler; geniş kaldırımlıdır. Üç yüz adedi, sultani çarşı
yollarıdır. Diğerleri mahalle içerisinde hususi yollardır”. Şeklinde
ifadelerle anlatmakla birlikte Edirne şehrinde karanlık gecelerde üç bin
gece bekçisinin silahlı olarak bekçilik yaptığını da belirtmektedir.
Edirne şehrinin dokusunun ve sosyal hayatının önemli bir
parçasının meydan getiren çarşı ve pazarları anlatan Evliya Çelebi,
Edirne şehrine ait çarşı ve pazarlar hakkında şu ifadelere yer vermiştir:
“Bütün sultani çarşılarındaki dükkânların toplamı altı bin yedi yüzdür.
Hepsinin eskisi, şehir ortasındaki Muradhan Bedesteni’dir. Gayet mamur
olup kubbeleri mavi kurşunla kaplıdır. Osmanlı ülkesinin bütün kıymetli
eşyaları burada bulunur. Bedesten içinde küçük dükkânlı üç yüz dolap
vardır. Her birinde nice hazineler saklanır. Bu bedesten içine giren
insanın altın ve kıymetli kumaşları seyretmekten aklı başından gidip, öd
ve amber konusundan dimağı sarhoş olur. Bu bedestende yüzlerce Mısır
hazinesi bulunduğundan, her gece atmış adet bekçisi kandil yakarak ta
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
140
fecir zamanına kader bekçilik edip dört tarafı demir kapıları kapatırlar.
Eski bedesten, Gazi Hüdavendigâr’ın yapısıdır. Burada kıymetli eşyalar
yoktur. Zira kubbelerinden birkaçı yıkıldığından içinde hallaçlar çalışır.
Dışarısı Bitpazarı’dır. Yirmi tane kubbesi vardır.” (Temelkuran, T., vd.
1986; (3) 356)
Edirne şehrinin önemli pazarlarını anlatan Evliya Çelebi, Edirne
kentinin diğer bir önemli bir çarşısı olan ve Kanuni Sultan Süleyman
Han’ın vezirlerinden Ali Paşa’nın Mimar Sinan’a yaptırdığı Alipaşa
Çarşısı’nı şöyle anlatmaktadır: “Süleyman Han vezirlerinden iyi huylu ve
çok cömert Ali Paşa’nın hayratı ve mimarı Koca Sinan Ağa’nın yapısıdır.
Doğrusu bunda bütün kudretini sarf edip Balıkpazarı adlı kapı dibinden
ta İğneciler kapısı dibine kadar büyük bir caddenin iki tarafına koca
üstat öyle güzel bir çarşı yapmıştır ki, anlatması mümkün değil. İki
başında muazzam kale kapıları gibi kapıları var ki, güya her biri Mısır’ın
Babünasır’ıdır. Amma gerçekten Babünasır’dan sağlam kapılardır.
Burayı her gece yüz bekçi bekler. Çünkü burada hesapsız mal dikkatle
muhafazaya muhtaçtır. Bu güzel çarşı kuzeyden güneye doğru uzanmakta
olup, bir demir kapıdan diğerine varıncaya kadar tam bin adımlık bir
caddesi vardır. Sağında ve solunda tam üç yüz atmış adet kepenkli
dükkân vardır. Bütün kepenkleri üstat öyle hesaplı yapmıştır ki,
birbirinden zerre kadar ayrılmaları imkânsızdır. Kepenkler sağ ve sola
kanat açıp dururlar. Bu çarşının üzeri kisra takı gibi tamamen kahir olup
üzeri kurşunludur. Aydınlık olması için kemerlerinden demir kapaklı
pencereleri vardır. Bekçiler her gece o pencereleri kapatırlar. Burada
zengin tüccarlar vardır. Dükkânlarda kıymetli eşyalar çoktur ve gayet
pahalıdır. Bu çarşının ne İstanbul’da ne de Bursa’da benzeri vardır. Bu
Alipaşa Çarşısı’nın arkasında, geniş bir cadde üzerinde, büyük bir işyeri
olan Saraçhane vardır. Attarlar pazarında binlerce ilacın kokusunda
insanın burnu sızlar”. (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 356)
Evliya Çelebi’nin anlattığı buradaki ekonomik ve sosyal hayatın
nabzını tutan çarşılardan anlaşılacağı üzere bu dönemde Edirne şehri
ekonomik yönden önemli bir şehir olma özelliğini devam ettirmektedir.
Zira Evliya Çelebi Edirne şehrine ait halk pazarı diye niteleyebileceğimiz
pazarlara da değinmiştir ki, bu pazarlar hakkında şu ifadelere yer
vermiştir. “Uzun çarşı, iki bin adım uzunluğunda bir caddedir. Sağında
ve solunda binlerce sanat erbabı, << Elkasibi Hakibullah>> deyip,
lokma ve hırka parası çıkarmanın derdine düşmüşlerdir. Zira dünya işi
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
141
böyle ola gelmiştir. İğneciler, bakırcılar, balcılar, demirciler,
pamukçular, hallaçlar, ketenciler, çadırcılar, balıkçılar, boyacılar,
çuhacılar ve helvacılar pazarı dahi vardır. (Temelkuran, T., vd. 1986;
(3) 357)
Tertemiz, gönül açıcı bir pazardır. Bütün kubbeleri baştanbaşa
atlas gibi gök mavisi kurşunla örtülü mamur bir kavafhanedir ki, Edirne
şehrinin yüz akıdır. Kırk bir senelik seyahatim sırasında başka benzerine
rastlamadım. Temmuz ayında Bağdat mahzenleri gibi buz parçası kesilir,
bir dinlenilecek çarşıdır. Bütün sanat erbabı ve kibar ayanın uğrak
yeridir. Sonra ona yakın Küçük Arasta vardır. Böyle kavafhane gibi
kâgir değildir amma, güzel ve süslü çarşıdır.” (Temelkuran, T., vd.
1986; (3) 357)
Evliya Çelebi Edirne’de bulunan diğer pazarları şu şekilde
sıralamıştır. “Bunlardan başka kırk bir yerde çeşitli sultani çarşı ve
pazar olup, herkes geçinmek için alışveriş eder. Bunlardan şehrin içinde
ve dışında perişan halde bulunan pazarlar: Küçükpazar, Saraçhane
Köprüsü pazarı, Muradiye pazarı, Dakik pazarı, Taşlık pazarı,
Bayezidhan pazarı, Yıldırımhan pazarı, Mihalbaşı pazarı, Manyas pazarı
ve Debbağhane çarşısı, Eşekadın pazarı, Kale pazarı, Meyhane pazarı,
Esir pazarı, Avret pazarı bildiğimiz bunlardır.” Evliya Çelebi bu
pazarların özelliklerini şu şeklide anlatmaktadır: “Debbağhanede beş bin
kadar ahi evran köçeği genç, serbaz, şahbaz yiğitler çıkar. İçlerine katil
katıldığında, yanlarına hâkim varmaz. Fakat katil dahi onlardan
kurtulamayıp, tövbe edip debbağlığı öğrenerek tam usta olur. Meriç
Nehri’nin kenarında kurulmuş büyük bir iş yeridir. Odun pazarı, araba
pazarı, at pazarı, koyun pazarı, sığır pazarı, çingene pazarı, Katırhane
denilen bir pazarı vardır. Osmanoğulları’nın bütün katır ve katarları
buradadır.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 357)
Edirne şehrinin çarşılarını anlatan Evliya Çelebi bu çarşılardaki
sosyal hayatı ve düzeni şöyle anlatmaktadır. “Kavaf civanlar
seccadelerinde oturarak ellerinde cirit sopaları ile zergerdan pabuçları
sersem kimselere verirler. Levendlere de lorta, kurtağzı, telleli, kubberüzgâr,
ulu lorta, merdabe pabuç satarlar. Ağalara saray pabucu,
düztaban, hangan pabuç verirler. Çocuklara orta ayak, kütate, sayşı,
kabadı, orta lorta verirler. Parası az olana forta verirler. Kadınlara
yaşmak, alaca dik, iç edik dış edik, fular ve terlik edik verirler. Bu çeşit iş
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
142
olur.” Yukarıda bahsedilen sultani çarşılarda her esnaf ayrı bir köşede
olup şeyhleri, nakibleri, yiğitbaşıları, kethüda ve çavuşları vardır.
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 357)
Edirne Şehrinin Sarayları
Edirne Şehri Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci başkenti
olmasından dolayı, devletin idari ve sosyal işlerinin yapıldığı, sultan
sarayları bulunmaktadır. Edirne şehrine renk katan bu eserleri Evliya
Çelebi şöyle dile getirmiştir. “Evvela Selimhan Camii yakınlarında,
Kavak meydanı denilen yerde Eski Saray: Edirne fatihi Gazi Murad
Hüdavendigar’ın fetihten hemen sonra yaptırdığı saraydır. Eski Edirne
kralları Manyas kapısı yakınında otururlarmış. Sonra bu eski sarayı
Musa Çelebi genişletip, kaleye benzeyen kapı ve duvarlarını büyük bir
sur haline getirdi. Etrafı beş bin adımdır. Şekli dört köşeden uzunca bir
sultan sarayıdır. Duvarlarının yüksekliği yirmi zira olup kuzeye açılan
bir adet demir kapısı vardır. Süleyman Han Engerus (Macar) seferine
önem verince, bu sarayı ve yeniçeri odalarının imar etti. Kırk bin
yeniçeriyi hazır bulundurarak, altı bin gılman-ı hassı bu büyük sarayda
oturtmak üzere, bu eski sarayı divanhane-i aliler ve has oda, büyük ve
küçük hazine, kiler, doğancılar ve seferliler odalarıyla donattı. Amma
bağ ve bahçesi yoktur. Fakat su ve havası, yeri yüksek oluğundan, güzel
ve mutedildir. Yapılış tarihi 767’dir. Eski bina olmakla buradan yetişen
saray oğlanları ve öteki enderun ve birun hizmetçileri emeklerinin
karşılığının mutlaka görür ve iyi bir hayat sürüp iki cihan saadetine
ererler. Süleyman Han kanunu üzere bu eski sarayda üç bin has gulam
ibadetle meşgul olmaktan başka çeşitli ilimler de okuyarak tahsillerinin
tamamlar, üç senede yoluyla İstanbul’a gelip derecelerine göre yeni
saraya girer, padişaha hizmet ederler. İşte Edirne eski sarayı böyle bir
padişah sarayıdır. Kıyamete kadar Osmanoğulları elinde mamur ola.”
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 352)
Evliya Çelebi Edirne şehrindeki ilk ve en eski sarayı olan, Eski
Sarayı anlattıktan sonra Hünkâr Bahçesi Sarayı’nı anlatmaya başlamıştır.
Evliya Çelebi bu sarayın, Edirne kralının av yeri olan ağaçlık bir koruda
olduğunu belirtmekte ve sarayın Murad Han ve Kanuni dönemlerinde
tadilattan geçtiğini ve bazı eklemelerin yapıldığını belirtmekle birlikte
Hünkâr Bahçesi Sarayı’nı şöyle anlatmaktadır. “Bu bahçenin yeri
Edirne’nin dışında, kuzeyde, alçak bir Lalelikte olup, etrafını Tunca
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
143
Nehri kuşatmış geniş ve verimli bir adadır. Bir tarafı ta Saraçhane
Köprüsü’ne varıncaya kadar göğe baş uzatmış söğüt, çınar, servi, kavak
ve karaağaç ile süslü bir meşeliktir. Bu ağaçlık içinde her cinsten çeşitli
kuş ve vahşi hayvanlar vardır. Bu dağın güney tarafı büyük bir çayırlık
sahradır ki, kapısı o tarafa açılır. Onun yanındaki adalet köşküdür. Adı
geçen sahranın tam ortasında, göğe baş uzatmış yüksek bir sütunun ta
tepesinde altın bir top vardır. O topa bütün okçular ve silahşör
pehlivanlar ok ve tüfek atıp, padişah huzurunda hünerlerini göstererek
padişahtan hediyeler alırlar.
Bu bahçenin kuzeyindeki ovada has ahırlar vardır. Bu dağın dört
tarafında kale gibi duvarları yoktur. Zira her taraf deniz gibi Tunca
kuşattığından duvara ihtiyaç yoktur. Sadece bir kat sağlam duvar vardır.
Bostancıbaşısı, üç bin adet bahçıvanı ile gece gündüz bekçilik eder.
Doğu tarafındaki çimenlik vadide bir namazgâh vardır. Amma bahçe
içerisinde, kale gibi harem-i hümayun vardır. Bütün hadım ağalar ile
darüssaade ağası orada hizmet eder. Hepsinden yüksek, göğe baş
uzatmış cihannüma köşkünün güzelliğini anlatmakta dil acizdir. Yedi kat
olup, her katta birçok odalar, şahnişinler, fıskiye ve havuzlar vardır.
Sonra Sultan Ahmedhan Köşkü, ondan sonra Dördüncü Muradhan Kasrı
gelir. Fakat Dördüncü Mehmethan ava meraklı olduğundan vaktinin
çoğunun bu Edirne şehrinde geçirmektedir.” (Temelkuran, T., vd. 1986;
(3) 354)
Evliya Çelebi Dördüncü Mehmedhan döneminde yapılan fetihler
ve elde edilen ganimetler ve mallarla Edirne şehrinin nasıl ihya olduğunu
söyle anlatmıştır. “Edirne bahçesi öyle oldu ki, hala yeryüzünde böyle
bahçe yoktur. Meğerki Nemse Kralı’nın Alman diyarındaki Peşhel şehri
bağı ola. Bu Edirne bahçesindeki gül, sümbül, menekşe, lale, hatayi,
reyhan, yasemin, erguvan, zerrin, nergis, zambak, nesrin, şebboy,
şakayık, karanfil ve benzeri, kokulu çiçekler her yerde bulunmaz. Bu
ağaçlık bahçe Sultan Mehmed Han’ın özellikle ilgilendiği bir yerdir.
Hülasa, bu bağı anlatmakta dil acizdir. Bu hakir küstahlık edip,
‘denizden damla, güneşten zerre’ kabilinde yazmaya cesaret ettim.”
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 354)
Evliya Çelebi Edirne şehrinin saraylarının ve bahçelerini
anlatırken, Edirne şehrinin evlerine, konaklarına ve diğer saraylarına dair
bilgiler de vermiştir. “Şehrin büyük evlerinin hepsi kiremitle örtülüdür.
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
144
Ben Selimiye minaresine çıkarak şehrin içine ve dışına dikkatle bakarak,
kırk sekiz yerde kurşunla örtülü mimari eseri gördüm. Bu yazdığım iki
sultan sarayından, başka, üç yüz kırk adet vezir sarayı vardır. Bunlardan
Sokullu Mehmetpaşa Sarayı üç yüz altmış adet oda ve salon, birçok
divanhaneler, havuz ve şadırvan, içinde ve dışında iki hamam ile mamur
yüksek bir saraydır. Geniş avlusunda cirit meydanı vardır.”
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 354)
Evliya Çelebi Edirne şehrine ait diğer sarayları söyle sıralamıştır.
“Makbul İbrahimpaşa Sarayı, Timurtaşpaşa Sarayı, Beylerbeyi Sarayı,
Hüseyinpaşa Sarayı, Şakşakipaşa Sarayı, Ferhatpaşa Sarayı,
Mahmutpaşa Sarayı, Mihalbey Sarayı, Defterdar İsmailefendi Sarayı,
İshakpaşa Sarayı, Kazasker Sarayı, Bostancıbaşı Sinan Sarayı olmakla
birlikte dördüncü Mehmed Han devrinde mamur olan saraylar ise
şunlardır: Köprülü Mehmedpaşa Sarayı, Musahib Mustafapaşa Sarayı,
Reisülküttab Şamizade Sarayı, Ruznameci Aliefendi Sarayı, Vaniefendi
Sarayı, kele içinde Yemiçeriağası Sarayı, Hasanpaşazadeler Sarayı.
Bunlar bildiklerimiz olup, kırmızı kiremitle örtülüdür. Amma yeni ve eski
saraylar hükümdar sarayı olmakla, hepsi kâgir binadır ve has kurşunla
örtülüdür.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 354)
Evliya Çelebi şehrin yapısal eserlerini anlatırken, ikinci başkent
Edirne’nin kervansaraylarını ve misafirhanelerine dair bilgiler de
vermiştir. Evliya Çelebi’nin ifadelerine göre yörede, elli üç adet büyük
kervansaray bulunmaktadır. Muradiye, Yıldırımiye, Muhammediye,
Koca Muradiye, Selimiye, Bayezidiye, Eski Alipaşa Yemişçi Hasanpaşa
kervansarayları Evliya Çelebi’nin eserinde bahsettiği kervansaraylardır.
Bununla birlikte dönem itibari ile önemli bir ticaret merkezi olan Edirne
şehrinin misafirhaneleri olan hanlarından bahsetmiştir. Rüstempaşa,
Yemiş, Kapan, Beylerbeyi, Viran, Süca, İmaret, Mihal, Şahabüddinpaşa,
Eşekadın hanların olduğunu söyleyen Evliya Çelebi, Edirne’de
benzerinin İstanbul’da dahi bulunmayan hanların olduğuna dile
getirmiştir. Evliya Çelebi eserinde yer vermiş olduğu bu hanların
haricinde elli üç kadar tüccar hanı olduğunu belirtmektedir. Ayrıca
yetmiş kadar bekâr hanının olduğunu söylemektedir.
Edirne Şehri’nin Görülmeye Değer Eserleri:
Evliya Çelebi Edirne şehrinin fiziki dokusunu oluşturan birçok
önemli yapıyı anlatmıştır. Bu yapılara ek olarak Edirne de görülmeye
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
145
değer en büyük diğer bir eser olarak Evliya Çelebi Mihal Köprüsü’nü
tasvir etmiştir. Arda, Meriç ve Tunca nehirlerini birbirine bağlayan geniş
ve uzun bir köprü olan Mihal Köprüsü’nü Evliya Çelebi şöyle
anlatmıştır: “O kadar geniş ve uzundur ki, yeryüzünde eşi yoktur. Belki
Alman diyarında Tuna üzerindeki Kolvar Köprüsü ola… Yahut Edirne’ye
bir menzil uzaklıkta Koca Murad Han’ın altmış dört göz Ergene Köprüsü
ola. Bu köprünün bu üç nehir üzerine bina edilebilmesi keramet
nev’indendir. Bir tarafı batı tarafta ve bir ucu doğuda olup, boyu
ziyadece uzun ve genişliği üç aracın yan yana geçmesine müsaittir. Fil
gövdesi kadar taşlarla yapılmış kaldırımlı, sanatlı bir köprüdür. Gözleri
gök kuşağına benzer kemerlerdir. Amma kemerleri Bosna hududundaki
Mostar Köprüsü kadar yüksek değildir… Yüksekliği kırk arşın vardır.
Sanki İskender seddidir”. (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 358)
Evliya Çelebi Edirne’de bulunan hamamlara da değinmekte ve her
birisinin iç acıcı, gayet temiz yapılar olduğunu belirtmektedir. Evliya
Çelebi şehir aynalarını şahit göstererek Edirne’de üç bin yüz elli adet
hanedan hamamının bulunduğunu dile getirir. Bununla birlikte, vekil ve
vezir saraylarında ikişer, üçer hamamın olduğunu, en azından en küçük
evde dahi bir gusülhanenin olduğunu belirtmiştir. (Temelkuran, T., vd.
1986; (3) 358)
Bayezidhan Hastanesi: Edirne’de bulunan ve tıp alanında büyük
gelişmelere ve keşiflere ev sahipliği yapan Bayezid Han (Şifa Külliyesi)
hakkında kapsamlı bilgiler veren Evliya Çelebi bu hastanede çalışan
doktorları “Belirli maaşlı mütehassıs doktorlar, nabız ilminde usta
cerrahlar vardır”. şeklinde anlatırken Hastaneyi şöyle tasvir
etmektedir.“Bayezidhan Camii’nin büyük dış avlusunun sağında İrem
bağı içinde bir hastane vardır. Ayrıca Medrese-i Etibba (Tıp Medresesi)
ve odalarında öyle talebeleri vardır ki, her biri Eflatun, Sokrat, Filikos,
Aristetatis, Calinos, Fisagoras-ı tevhidinden bahseden mütehassıs ve
usta doktorlardır. << El -İlmi ilman, ilmüh edyan vessani ilmi ebdan>>
hükmüne göre her biri bir ilim yönetip tıp ilminde muteber kitaplara
dayanarak insanların derdine deva ve ilaç yetiştirmeye çabalarlar.
Orada bir hastane var ki, dil ve kalemle anlatılması imkânsızdır. Fakat
denizden bir damla kabilinden bazı vasıflarının açıklayalım.”
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 362)
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
146
“Adı geçen bağın ortasında göğe baş uzatmış yüksek bir kâgir
kubbedir ki, sanki aydınlık hamam camekânı gibi tepesi açıktır. Bu açık
yerde, altı adet ince mermer sütunlar üzerinde, İran şahlarının tacı gibi
bir kubbecik var. Amma gayet mütenasip…. Sanatkâr usta bu küçük
kubbenin ta tepesine saf altınla yaldızlanmış bir çeşit demir mil üzerine
bir barak yapmış, ne yönden rüzgâr eserse bayrak o yöne döner. Garip
bir görünüşü var. Amma aşağıdaki büyük kubbe sekiz köşelidir. Bu
kemerli kubbenin içinde de sekiz kemer vardır. Her kemer altında bir kış
odası vardır. Bu odaların her birinde ikişer pencere vardır.”
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 362)
Evliya Çelebi bu hastaneyi daha geniş ayrıntılar birlikte anlatırken
bu hastanede karşılaşmış olduğu garip bir durumu şöyle anlatmıştır.
“Amma bu hakir Evliya garip şey gördüm: Merhum ve mağfur Bayezid-i
Veli – Allah rahmet eylesin- hazretleri vakıfnamesinde hastalara deva,
dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve sevdalılarını gidermek üzere
on adet şarkıcı ve sazcı görevlendirmiştir ki, bunların üçü okuyucu, biri
neyzen, biri kemancı, biri musikar, biri santurcu, biri çengi, biri santurcu
çengi, biri udcu olup, haftada üç kere gelerek hastalara ve delilere
konser verirler. Allah’ın emriyle nicesi, saz sesinden hoşlanır ve sükûnet
bulurlar. Doğrusu musiki ilminde neva, dügâh, rast, segâh, çargâh,
suzinak makamları onlara mahsustur. Amma zengule makamı ile buselik
makamında rastta karar kılsa, adama hayat veriri. Bütün saz ve
makamlarda ruha gıda verir.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 363)
Evliya Çelebi’nin garipseyerek anlattığı bu tedavi yöntemi dünyada
ilk olarak uygulandığı müzikle tedavi yöntemidir. Evliya Çelebi, bu
hastane haricinde, Edirne’de başka hastane bulunmadığını, burada halka
çeşitli ilaçlara vererek şifa dağıtıldığını belirtmiştir.
Evliya Çelebi’nin Gözünden Edirne’de Sosyal Hayat
Evliya Çelebi bulunmuş olduğu bütün şehirleri çok yönlü olarak ele
almış ve kent kültürüne ait bütün değerleri, dönemin şartlarının en güzel
şekliyle anlatmıştır. Edirne şehrine ait bütün fiziki yönlerini, okuyanları
ardından sürükleyen ifadelerle, betimlemelerle ve kendisine has etkileyici
anlatımıyla, tarihin karanlık helezonlarından günümüze yansıtmıştır.
Edirne şehrinin beşeri özellikleri üzerinde de duran Evliya Çelebi, Edirne
yaşayan halkı, “Erkekleri iyice yaşlanınca, yani yetmiş yüz yaşına
basınca, biraz sohbetten kalır. Amma yine iş ve güçleri yerinde olup,
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
147
yüzlerinden sıhhat akar. Gençleri güzellikte orta olup, sözleri birer inci
tanesini andırır. Sohbet nehirlerinde sanki denizkızları gibi yüzerler.”
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 360)
Edirne’nin suyu ve havası son derece güzeldir. Ebced okuyan
küçük çocuklar fevkalade anlayışlı olup efendi, olgun ve zeki
tabiatlıdırlar. Nicesi nice kitapları ezberlemişlerdir. Kadınları, güzellik
yönünden vasattır. Hareketleri ölçülü olup, konuşmaları düzgün ve her
işleri kendilerine uygundur. Rabia-ı Adviye derecesinde kapalı, dindar,
edepli hatunlardır. (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364)
Gerçi böyle büyük şehirde “Çam çalıksız olmaz” meşhur sözünün
gereğince koç kaçkını isyankâr kadınlar da bulunur. Amma başka yerlere
göre Edirne çok daha edeplidir. Zira yıldız gibi temiz, parlak kızları öyle
namuslu bakirelerdir ki, henüz babalarından başka erkek yüzü görmemiş,
seslerini kimse işitmemiştir. (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364)
Nice yabancılar bu şehri her bakımdan beğenerek burada
yerleşmiş, evlenerek ev bark sahibi olmuşlardır. Ayan ve eşrafın tamamı
konuk severdirler. Her biri birer yolla garip kimselere iyilik yaparak
onları bu şehre bağlar. Nimetleri bol, iyi huylu ve cömert hane sahipleri
olup ahlaklı, dürüst, mütevazı halkı vardır. Allah cümlesinden razı olsun.
(Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 364)
Edirne’de yaşayanları bu şekilde tasvir eden Evliya Çelebi, şehirde
yaşayan çalışanları ve sanatkârları anlatmıştır. Buna göre, Edirne
şehrinde belirli maaşla çalışan ve alanında uzman doktorların, imam ve
hatiplerin derin bilgilere sahip olduklarını ve ilim ve fazilet kaynağı,
salihler ve şairler yatağı bir şehir olarak nitelemiştir. Meslek erbaplarının
ve halkın giyim tarzını şöyle ifade etmiştir: “Ayan ve büyükleri samur
kürk ve çeşit çeşit Akmeşe kumaştan elbiseler giyip, sarıklarının uçlarını
sarkıtıp dolaşırlar. Orta halli olanları çuha kaftan giyerler. Amma
kadınları çuha ferace ve elvan soflar giyip yassıbaş ile gezerler.
İstanbullular gibi selamiye takke giymezler”. (Temelkuran, T., vd. 1986;
(3) 351)
Evliya Çelebi Edirne şehrinde en çok kullanılan isimleri ise şöyle
sıralamaktadır. “Erkekler, Sehi Bey, Siyami Bey, Kubad Bey, Kasım Bey,
Suhrab Bey, Haydar Bey, Memi Can Bey, Resul Ağa, Kadir Ağa,.
Bayanlarda ise, Emetullah, Afife, Emine, Mihrimah, Zühre, Übeyde,
MEHMET KARAKUYU –FARUK SARIUSTA
148
Zübeyde, Gülşah, Ümmehan ve Havva’dır.” (Temelkuran, T., vd. 1986;
(3) 360)
Evliya Çelebi Edirne’nin yaz ve kış mevsimlerinin açık bir şekilde
yaşandığı, dördüncü iklimin son üçte birinden (karasal iklimden)
olduğunu belirtmekte ve yörede yetişen belli başlı ürünleri şöyle
sıralamaktadır: “Yedi çeşit, deve dişi adıyla meşhur buğdayı olur.
Baklası, mercimeği, börülcesi ve sair hububatı bol olur. Fakat arpası
azdır. Gülsuyu yeryüzünde yoktur. Gül ve gül bahçeleri dünyayı
süslemiştir.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 361)
Edirne yöresinin yiyeceklerini ve meyvelerini Evliya Çelebi şöyle
anlatmaktadır. “Evvela, çeşitli kokulu helvası bir yerde bulunmaz. Meğer
Basra’daki Hamavi ve Kureyş helvaları ola. Bir okka gelir. Çeşitli ekmek
ayvası, baba ayvası, kokulu perverdesi, şeftalisi, amma et şeftalisinin al
yanakları beğenilir. Hıram şarabı çok meşhurdur. Frenkler çok severler.
Saltuk Bey mamulü Culab gibi koyu bozası olur. Şarabı, suyu,
hardaliyesi meşhurdur.” (Temelkuran, T., vd. 1986; (3) 361)
Evliya Çelebi içinde bulunulan dönem itibari ile sosyal ve
toplumsal hayatı aynı zamanda ekonomik hayatı çok yönlü olarak
etkileyen ve İslam kültürünün ve şehirleşmenin temel taşlarını oluşturan
tekkelerden bahsetmiştir. Her biri farklı misyonlara sahip tekkeleri ve
özelliklerini anlatmıştır. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde anlatmış
olduğu tekkeler şunlardır: Derviş Tekkeleri, Hızır Dede Tekkesi,
Güreşçiler Tekkesi, Hazret-i Celaleddin Rumi Dervişleri Tekkesi,
Hazret-i Şeyh Zindan Tekkesi, Şeyh Abdulkadir Ceylani Tekkesi, Şeyh
Hazret-i İbrahim Gülşeni Tekkesi, Hacı Ömerağa Tekkesi, Hazret-i Edu
İshak-ı Karüni Tekkeleri.
SONUÇ
Evliya Çelebi, seyahatnamesinde 1653 yılındaki Edirne şehrini
anlatım, gezi-gözlem ve gösteri metotlarını ve coğrafyanın ilkeleri olan
dağılış, karşılaştırma ve nedensellik ilkelerini kullanarak kaleme almıştır.
Özellikle Edirne şehrinin sahip olduğu tabii, tarihi ve mimari güzellikleri
başka şehirlerin özellikleriyle karşılaştırmalar ve bir derecelendirme de
yaparak ortaya koymuştur. Edirne’nin bütün bu güzelliklerini ve
harikuladeliğini kendisine has üslubu ve mütevaziliğiyle anlatan Evliya
Çelebi’nin özellikle şehrin tarihi ve mimari eserlerle ilgili vermiş olduğu
EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE 17. YÜZYILDA EDİRNE’NİN ŞEHİR COĞRAFYASI VE KÜLTÜREL
HAYAT
149
bilgiler oldukça dikkat çekicidir. Bu nedenle de Seyahatname şehrin
sadece 17. yüzyıldaki durumuyla ilgili bilgiler vermemekte ayrıca 17.
yüzyıl öncesine de ışık tutmaktadır.
17. yüzyıl Edirne siluetini canlandıran Evliya Çelebi, şehir hayatına
dair bütün sosyal ve ekonomik müessese ve olayları bütün derinliğiyle
ortaya koymuştur. 17. yüzyıl şehir hayatının temel dinamiklerini
oluşturan, şehrin camilerini, çarşılarını, pazarlarını ve kalesini bütün
yönleriyle anlatmıştır. Evliya Çelebi Edirne şehrine ait bu yapılardan
çarşılar ve pazarlar üzerinde ayrıntılı olarak durmuştur. Şehir hayatının
nabzını tutan pazarlardan ve çarşılardan hareketle Evliya Çelebi şehirdeki
günlük hayatı da ortaya koymuştur. Bununla birlikte 17. yüzyıl Edirne
insanına ait antropolojik özellikleri anlatmanın yanı sıra şehrin kültürel,
ahlaki ve edebi yönünü de yansıtmıştır.
Evliya Çelebi Edirne şehrinin simgesi olan sanat tarihi açısından
büyük önem taşıyan camileri, okuyanların zihinlerinde canlandıracak
şekilde etkileyici bir biçimde anlatmıştır. Cami ve kaleler hakkında
ayrıntılı bilgilere yer verirken, bu eserlerin bilinen yönlerinin dışında
mistik yönlerini de dile getirmiştir. Sonuç olarak Evliya Çelebi Edirne
şehrine ait elde ettiği bilgileri ve kendisine vazife olarak gördüğü
seyahati süresince gördüklerini ve izlenimlerini okuyanları kendisine
hayran bırakacak şekilde ortaya koymuştur.
KAYNAKLAR
Okumuş, E., (2007), “Evliya Çelebi Kütahya’da” Dokuz Eylül
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı 26, s. 83-120.
Temelkuran, T., Aktaş, N., (1986), Evliya Çelebi Tam Metin
Seyahatname ” Üçdal Neşriyat, İstanbul.
KAAYNAK
KAAYNAK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.