Palanka
Palanga, Yunancada “ağaç kütüğü” ya da “ağaç gövdesi” anlamına gelen “falanx”, “falangos” kelimelerinden türeyen bir terimdir. Türkçede “palanga” şeklinde kullanılmıştır. Bu terim, etrâfı ağaç kütüklerinden koruyucu bir çit ve hendeklerle çevrilip muhkem hâle getirilmiş basit kaleleri ifâde etmektedir.
Osmanlı’nın fetihlerle XIV. yüzyıldan îtibâren, adım adım ilerlediği Avrupa’da, aradaki sınır hep yoğun çatışmalara sahne oldu. Bu mücâdele meydan muhârebelerinin yanı sıra çoğunlukla, kale muhârebeleri olarak cereyan etti. Osmanlı bu mücâdelede farklı bir yol tâkip etti. Adriyatik’ten, Karadeniz’e kadar geniş bir yay şeklinde uzanan bu savunması zor sınır boyuna, mâliyetli taş kaleler dikmektense, daha ucuz ağaç kaleler inşâ etti. Kritik olduğu değerlendirilen her noktaya, her geçide, her yola, bu ucuz ve yapımı kısa sürede gerçekleştirilebilen ağaç kaleler yaptı. Palanka adı verilen bu askerî yapılar Osmanlı sınır savunma sisteminin temel unsuru hâline geldi.
Palanka, çevresi derin ve genelde içi su dolu bir hendek ile çevrili, girişte köprüsü ve girişi gözetleyen kulesi olan, dikdörtgen şeklinde, arkası toprak ile desteklenmiş tahta çit duvarlara sâhip, içinde yerleşim ve garnizon barındıran kale tipidir. Daha küçüklerine “parkan” adı verilir. Palankanın dört köşesi yarım dâire biçimindeki tahta kuleler, yâni tabyalar ile korunur ve bu kulelerde genellikle toplar bulunurdu. Kelimenin Macarcadan dilimize girdiği düşünülmektedir.
Bu tarz tahta çitli savunma noktaları Osmanlı’ya özgü değildi. Eski çağlarda, Roma garnizonlarına ev sâhipliği yapan tahta kalelerden beri tahta çitle çevrili, içinde asker bulunan kaleler yapılmıştır.
Palankalar birbirine bağlı yapılardı. Tek bir palanka, düşmana atılmış bir yem gibi olurdu, bu yüzden Osmanlı, palanka ağı yaratmıştı. Birbirinin yardımına yetişebilecek mesâfede kurulan palankalar düşman için büyük sorun teşkil ediyordu. Hem ucuz, hem de kolayca yapılan palankalarla sınır donatılmıştı. Budin Eyâleti’ni gezmiş olan Evliyâ Çelebi’ye göre bu eyâlette 1.061 köy ve irili ufaklı 360 kale ve palanka vardı ki her kalenin bir veya birkaç palankası olduğu düşünülürse bu 360 yapının çoğunluğunun palanka olduğu kabul edilebilir. Bir palankanın karşı koyamayacağı kadar güçlü bir ordu saldırıya geçerse, diğer palankalar yardıma koşar, eğer bunlar da etkisiz kalırsa ki güçlü haber ağına sâhip Osmanlı için bu nâdir bir durumdu, akıncılar ve asıl Osmanlı Ordusu, harekete geçerek düşmanı kovalar ve nihâyet bir meydan muhârebesinde o bölgedeki tehdidi sona erdirirdi.
Avrupalıların gözünde, özellikle daha gelişmiş mühendislik yöntemlerini uygulamaya çalışanların gözünde, Osmanlı kaleleri kendi kalelerinden daha aşağı kalitede, değersiz ve çağdışı idi. Bu görüş elbette tek tek yapılar ele alındığında doğru sayılabilirdi fakat Osmanlı, bu kaleleri tek başına kendini savunabilecek dayanıklı, yıkılmaz yapılar olsun diye planlamamıştı. Osmanlı, palanka ağı kurma stratejisi benimsemişti. Palanka ağı, Osmanlı’nın güçlü haber alma unsurları, akıncı teşkîlâtı ve güçlü asıl ordusu ve etkili siyâsî stratejisi ile bütün olarak düşünüldüğünde çok akıllıca ve üstün bir sistemdi. Hazır çitlerle bir anda dikilebilen, yıkılması çok sorun olmayan ama içine Osmanlı askeri koyduğunuzda ve birbirine bağladığınızda düşmana aslâ geçit vermeyen bir savunma ağıydı. Palankalar tahta çit ve arkası toprakla doldurulmuş yapılar olduğundan, duvarlara atılan top gülleleri tahtayı kırıp toprak bende saplanırdı. Yâni taş kalelerde olduğu gibi duvar çökmezdi. Zayıf noktası, tahta olduğundan dış çitlerin ateşe verilmesindeki kolaylıktı. Fakat içinde onlarca Osmanlı askeri ve etrâfında bu kadar su varken bu da baş edilebilir bir problemdi. Etkili atış gücü ile savaşan Osmanlı askerlerini bu müstahkem mevkilerden sökmek imkânsızdı. Bu direnişi kırmayı başarsalar bile çoktan yola çıkmış diğer palankadan destek kuvvetleri düşmanı iki ateş arasına alıp durdurabilirdi.
Osmanlı târihçisi İbrâhim Peçevî Efendi, eserinde böyle bir olay aktarır. 1554 senesinde, Kânûnî Sultan Süleyman döneminde, serhad boyunda bulunan Gerjgal (Grijgal) Palankası’nın içinde az sayıda asker bulunduğu bir sırada saldırıya uğradığını ve palankayı savunanların yardım istediğini aktarır. Bu kalenin savunulmasında gösterilen kahramanlık ve yaşanan olağanüstü bir olay, ünlü yazarımız Ömer Seyfettin’in “Başını Vermeyen Şehit Destânı” hikâyesinde anlatılır.
“...hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen haber toplarını atmasını söyledi. Bu bir âdetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen işâret topu atarak etrâfındaki kaleleri imdâdına çağırırdı.... Ansızın, uzaktaki Türk kalelerinden atılan işâret topları işitildi. Bu, ‘biz, dörtnala geliyoruz’ demekti.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.