Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun'un 10.05.2013'te Türkiyat Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen konferansta sunduğu Divanu Lugati't-Türk Üzerine" adlı konuşmanın metni:

Dîvânü Lügâti’t-Türk Üzerine

Ahmet Bican ERCİLASUN

Aziz Meslektaşlarım, sevgili öğrenciler,
Bugün biraz Dîvânü Lugâti’t Türk’ü konuşacağız. Tam adı Kitâbu Dîvâni –eğer kitab’ı getirirsek Dîvâni yapacağız kelimeyi- Kitâbu Dîvâni Lugâti’t-Türk. Türk Lehçelerinin Divanının Kitabı. Divan burada “toplayıcı eser” anlamına geliyor. Yani “Türk Lehçelerini Toplayan Kitap” anlamında. Lugât kelimesi, uzun â ile; “lehçeler, diller, kelimeler” gibi çeşitli anlamlara geliyor. Onun için bazen diller diye çevirenler var; hatta Özbekler Türkî Sözler Divanı diye çevirmişler. Gerçekten lugat kelimesinin -teklik biçiminde kısa, lugat; çokluk olursa lugât- Arapça sözlüklerde hem kelime, hatta kelimelerin varyantları manaları var. Pek çok defa Besim Atalay’da yanlışlıkla “başka bir dilde” diye verilen kelimeler, “başka bir varyantı” anlamında olmalıdır. Lugat kelimesinin varyant anlamı var, lehçe anlamı var, dil anlamı var, sözlük anlamı var. Burada bağlama en uygun düşen terim lehçe anlamı, hatta Arap lehçelerinden de kitabın içinde lugât diye bahsediliyor. Biliyorsunuz Amerikalı yayıncılar Robert Dankoff ve James Kelly de kitabı “dialects” olarak İngilizceye çevirmişlerdir; onlar kitaba bir de Türkçe isim koymuşlardır. Orada da “şiveler” tabiri kullanılıyor ki, biz şive ve lehçeyi aşağı yukarı aynı anlamda kullanıyoruz.
Eserin adından başladık. Böyle bir isim vermiş Kâşgarlı Mahmud bu kitaba. Eseri Bağdat’ta 1070’lerde yazdı. Yazmaya başladığı tarih çok kesin bir şekilde belli. 1072 yılının Ocak’ı, yani Malazgirt Zaferi’nden aşağı yukarı 6-7 ay sonra. Malazgirt 26 Ağustos 1071. Demek ki 1072 Ocak’ında Bağdat’ta –belki de Bağdat’tan önce yazmaya başladı ama büyük ihtimalle Bağdat’ta- yazmaya başladı. Malzemeyi önce topladı ama yazmaya Bağdat’ta başladı 1072 Ocak’ında. Bitirdiği tarih şüpheli. Araştırıcılar hâlâ 1074 ve 1077 tarihleri konusunda anlaşmış değiller. Benim kanaatime göre 1077. Abbasi halifesine sunulmuş eser. Bağdat’ta yazılmış ve Abbasi halifesine sunulmuş. Kitabın yazarı Mahmut bin Hüseyin bin Muhammed el-Kâşgarî. Kitapta geçen adı böyle. Yani Muhammed’in oğlu Hüseyin’in oğlu Kâşgarlı Mahmud. Kitabın yazarı da bu. Eser, bir sözlük, Türkçenin bilinen ilk sözlüğü. Ancak bu, eseri ifade etmek için hiç de yeterli değil. Ansiklopedik desek, belki biraz ifade edebiliriz. Türkçenin bilinen ilk ansiklopedik sözlüğü. Şimdi düşünün 11. yüzyılın 3. çeyreğinin sonu. 1070’ler.  1070’ler dünyasını düşünün, o dönemde aşağı yukarı 9000 kelime civarında -ki o dönem için çok büyük bir rakam- belki şimdi 60000-70000-100000 hatta bazı dillerde birkaç yüz binlik sözlükler var ama 11. asırda, 9000 civarında kelimenin yer aldığı bir sözlük çok önemli. Sözlükte Türkçe kelimelerin karşısında Arapça açıklamaları var. Türkçe kelimeler var, karşısında Arapça açıklamaları var. Diyelim ki Türkçe tagkelimesini yazmış, yani bugünkü dağ; -tag o zamanki söylenişiyle- kelimesini yazmış, karşısında “ey” diyor Arapçada “yani” demek, iki nokta gibi düşünün “ey” kelimesini, “yani” manasına geliyor. Karşısında, dağ kelimesinin Arapçası veriliyor: el-cebel. Ancak bu kadarla yetinilmiyor. Hemen hemen bütün kelimelerde örnek veriliyor. Bütün kelimelerde bir örnek veriliyor, el-cebel dedikten sonra Türkçe bir örnek cümle veriyor. Diyelim ki er tagka agdı“adam dağa çıktı.” Sonra bunun Arapçasını veriyor; çünkü Araplara hitaben yazılmış bir sözlük. Araplar Türkçeyi öğrensin diye yazılmış bir sözlük. Sonra bu er tagka agdı “adam dağa çıktı.” Örnek olarak veriyorum, yani onun verdiği örnek başka olabilir, şu anda ben o dönemin Türkçesinden zihnimden bir örnek söyledim size. Buna benzer örnek cümleler veriyor ve sonra onun Arapçasını veriyor. Bu örnekler, bazen bir atasözü olabiliyor. Mesela kanatkelimesinin manasını Arapça olarak verdikten sonra er atın kuş kanatın atasözünü örnek gösteriyor. Yani “er atı ile, kuş kanadı ile”. Fiillerde durum değişiyor. Bir kere fiilleri madde başında bilinen geçmiş zamanın teklik 3. şahsında veriyor. Diyelim ki geldi’yi keldi şeklinde. O zaman bizim g’ler k’ydi kelime başında. Keldi diye veriyor. Neden öyle veriyor? Çünkü Arap sözlükçülük geleneğinde böyle; yani hâlâ da böyle Arap sözlükçülüğü. Alfabetik sözlükler var şimdi, modern zamanlarda; ama hâlâ da bu geçmiş zamanda verme Arap sözlükçülüğünün bir geleneği. Keldi diye veriyor, manasını Arapça olarak yazıyor, “ey” diyor “câe” Arapça “geldi” diyor. Ondan sonra fiilin mastarını ve geniş zamanını veriyor. Kelmek diye mastarını, kelür diye geniş zamanını veriyor. Bugün gelir diyoruz o zaman kelür diyorduk. Neden veriyor mastarını? Çünkü bizde sekiz ünlü, Arapçada üç ünlü var, yani sesli. Bizde bildiğiniz sekiz ünlü var. Arapçada sadece a, daha doğrusu a ile arasında bir ses; i ve u var, başka yok. Peki şimdi bildi kelimesini yazdı, farz-ı muhal.Bilmek fiilini verecek. Bildi kelimesini yazdı, esreyi koydu; çünkü Arap harfleriyle bu sözlük. b’nin altına esreyi koydu. Lam’ın üstüne sükûnu koydu. Sonra dal ve ye, dal’ın altına da esreyi koydu. Bu bildi de okunabilir, bıldı da okunabilir Türkçeye göre öyle değil mi? Mastarını verince, mastarındaki kef harfi, onun ı ile değil ile okunacağını gösteriyor. Bu maksatla Kâşgarlı Mahmud, bu mastarları mutlaka vermiştir. Geniş zamanını niçin veriyor? Çünkü geniş zaman eğer tek heceli ise fiil ve ünsüzle bitiyorsa kuralsızdır Türkçede. Bugün de öyle. Yani gelmek’ten gelir diyoruz ama yazmak’tan yazar diyoruz. Yani niçin gelmek’ten geler demiyoruz? Veyahut yazmak’tan niçin yazar yerine yazır demiyoruz? Bunun kuralı yok. Yabancılara öğretirken bunlardan az olanın listesini verip ezberletiriz. Bu sebeple her fiilin geniş zamanını mutlaka gösteriyor. Diyelim ki kelmek fiilinde kelür diye gösteriyor; yani yanlışlıkla bunun geniş zamanının keler olduğu zannedilmesin. Diyelim ki açmak fiilinin açar olarak geniş zamanı veriliyor, yanlışlıkla bu açur zannedilmesin. Demek ki dilbilimci hassasiyeti, bir dilbilimci dikkati var Kâşgarlı Mahmud’da. Bazen de örnekler cümle dedim, atasözü dedim, bazen de örnekler şiir şeklinde olabiliyor. Çoğunlukla, yüzde doksan dörtlük bu şiirler. Bazen de beyitler hâlinde olabiliyor. Gerçi bazen bizim dörtlük okuduğumuzu, beyit okuyan araştırıcılar da var ama içinde beyitler de var ve dörtlük hâlindeki şiirlerin büyük çoğunluğu heceyle yazılmış. Koşma tarzında kafiyelenmiş; yani a a a b. Koşma tarzında kafiyelenmiş şiirler ve çoğunlukla hece; ama içinde aruz da var. Bazı araştırıcılara göre hece kabul ettiğimiz şiirler de aruz olabilir. Onlardan da bazı örnekler vereceğim.
Kitabın görünüşü, yapılışı… Şurada, masa üstünde kitabın orijinalinden yapılmış tıpkıbasım görülüyor, oraya koydum. Kültür Bakanlığı iki defa, bir 1990’da bir de 2008’de tıpkıbasım olarak bastı; böylece tek nüsha olan eseri, dünyanın her tarafında olan insanlar elde edebilir ve orijinalinin üzerinden çalışmalar yapabilir. Bir de bu söylediğim yapı işinde şunu ifade etmeliyim. Tabii sözlük deyince, biçimini bugünkü gibi düşünmeyin. Hani madde başı, madde başları alt alta sıraya gelir, biraz paragrafın içinden, bazı sözlüklerde dışından. Eski dönemlerde sözlükler böyle yazılmıyordu. Efendim devam ediyor yani, yeni madde mutlaka devam ediyor. Diyelim ki aldı bitti, bildi’yi yazacak; örnek cümle ve onun anlamı bittikten sonra bildi’yi satırın kaldığı yerinden devam ediyor. O zaman bulmak zor. Bütün Türkçe kelimelerin üstü bir kırmızı çizgiyle çizilmiştir; dolayısıyla bu yazmada da baktığınız zaman üzerinde kırmızı çizgi olan yerler Türkçe madde başları veya örnek cümleler, şiirlerdir. Türkçelerin üzeri çizildiği için rahatlıkla onun üzerinde madde başlarını görebilirsiniz. Sıralama nasıl oldu? O uzun ve teknik bir iş. Alfabetik sıra değil; ama nasıl bir sıra? Efendim çok uzun ve teknik bir iş. Onu size burada anlatmayacağım.
Şimdi biraz da muhtevasına, içeriğine girmek istiyorum eserin. Ansiklopedik dememizin bir anlamı var. Niçin bu sözlüğe ansiklopedik sözlük diyoruz? Çünkü birçok kelimenin anlamını verip, onunla yetinmiyor. Eğer kelimeler kültürle ilgili, efsanelerle ilgili, âdetlerle ilgili kelimelerse bazen kısa bazen çok uzun açıklamalar yapıyor. Ansiklopedik olmasının sebebi bu. Diyelim ki bars yılı gibi bir madde geçti. Önce bars maddesi olacak, yani bildiğimiz yırtıcı hayvan, pars. Arkasından bars yılı maddesi gelir. Yani pars yılı. Biliyorsunuz bugün bazı ülkelerde, Çin’de de kullanılan 12 hayvanlı takvim var. Bars yılıda bu 12 yıldan birinin adıdır. İşte tavuk yılı var, pars yılı var. Çin takvimleri şimdi gazetelerde artık yer alıyor yılbaşında. O zaman “bars yılı Türklerin 12 yılından biri” açıklamasını verdikten sonra bunun nasıl doğduğunu bir sayfa kadar anlatıyor. Yani bu 12 hayvanlı takvimin nasıl ortaya çıktığını. Hayvanlar arasında bir yarış olmuş. Bu yarışta sıçan birinci gelmiş, nehri ilk defa o geçmiş. Ondan dolayı bu 12 yıllık süreler sıçan yılıyla başlıyor diye bunun açıklamasını yapıyor. Böylece ne oluyor? Türk âdet ve gelenekleriyle ilgili bize uzun bir açıklamada bulunmuş oluyor. Diyelim ki bir yemek adı geçti. Tutmaç yemeği -Türklerin çok meşhur bir yemeği- o yemeğin yapılışını anlatıyor. Bazı yemekleri Dîvânü Lugâti’t-Türk’ün açıklamalarına bakarak bugün de pişirmek mümkündür. Yörgemeç gibi bir yemek var, biraz kokoreçe benziyor anlattığına göre. Yörgemeç, onu anlatıyor. Diyelim ki bir top oyununu anlatıyor. Top oyununu hem de ayakla oynanan top oyununu. Tepük. Tepük tepmekten. Ayakla oynanan bir top oyunu diyor. Tabii Türklerin kullandığı bütün eşyalar, giydikleri elbiseler, inançları, bütün bunlarla ilgili bilgiler var. Yani 11. asır Türk hayatının, Türk dünyasının ansiklopedisi gibi görebilirsiniz eseri. Diyelim ki ütüg kelimesi var, elbise kırışıklıklarını gidermek için demir alet diye açıklama yapıyor. 11. asırda Türkler ütülü geziyorlarmış. Evet, böyle bir demir ütüleri varmış elbise kırışıklıklarını gidermek için. Top da oynuyorlarmış. Yani şimdi topçulara, futbolculara fazla kızmanın bir âlemi yok. Başka sporlar da var, mesela ok, yay, binicilik, çevgen oyunu… Ayrıca şiirlerden de o devrin hayatını anlamak mümkün. Kâşgarlı Mahmud’un eserinde 700 küsür mısra var; yani bir 11. asır Türk halk şiiri antolojisi bu kitap aynı zamanda. Düşünebiliyor musunuz 700 küsür mısra tutuyor mısraların tamamı. Çoğu dörtlük bir kısmı değil ve 300’e yakın atasözü var. 11. asra ait bir atasözü külliyatı. Onlardan bazı örnekleri biraz sonra vereceğim.
Harita var eserin içinde. Bakın, harita ekranda görülüyor. Bu harita, harita uzmanlarına göre Belhî ekolüne mensup imiş. Yani aşağı yukarı Gazneli Sultan Mahmud veya ondan hemen önce Afganistan’daki Belh’de doğmuş bir haritacılık ekolünün izlerini taşıdığını söylüyor haritacılar. Yuvarlak bir daire biçiminde ama Türk merkezli. Tematik harita diyor buna haritacılar. Tematik harita, Türk merkezli; yani merkezde Balasagun ve Kâşgar şehirleri var. Hatta orada tahta benzer bir şekil de bulunmakta. Kâşgar’ın, Balasagun’un bulunduğu yerde ve mesela en doğuda -bu arada haritanın renkli olduğunu da söyleyeyim; denizler, dağlar, nehirler ayrı ayrı renklerde gösterilmiş- en doğuda ne var biliyor musunuz bu haritada? Japonya var. En doğuda Japonya, Dîvân’daki adıyla Çaparka. Yani 11. asırda biz Japonya’ya Çaparka diyormuşuz. En güneyde Hint var ama biraz daha Afrika tarafına gidince Zengibar’a kadar olan yerler gösteriliyor. Habeşistan ve Zengibar’a kadar olan yerler gösteriliyor. Daha batıda İspanya’ya kadar olan yerler, kuzeyde işte Kıpçak ve Rum ülkeleri gösteriliyor. Yeni Dünya yok tabii o zaman. Eski Dünya’nın aşağı yukarı önemli bir kısmı bu haritada yer alıyor. Özellikle bu haritanın kaynakları arasında Birûnî’nin olduğunu yine haritacılar söylüyor ki Birûnî’nin çok büyük bir coğrafyacı olduğunu, birçok bilimde çok önemli bir isim olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat önemli olan Kâşgarlı Mahmud’un bu haritayı Türk merkezli yapmış olması. Biraz sonra Türklerle ilgili sözlerini de söyleyeceğim. Japonya’yla ilgili Japonların ilk haritaları 14. asırda. Japonların kendileri tarafından yapılan. Batılılar tarafından yapılan da 14-15. asırda. Düşünün, bizimki 1075’te. Tabii ki burada bildiğimiz anlamda bir Japonya haritası yok ama denizden ayrı; yani Çin’den sonra, daha doğrusu Mâçin’den, Yukarı Çin’den sonra deniz var, denizden sonra da uzunlamasına bir ada var. Elbette teferruatıyla çizilmiş bir Japonya haritası yok ama kabataslak da olsa belki dünyanın ilk Japonya haritası. Bilim tarihçisi Sevim Tekeli kabataslak da olsa dünyada çizilmiş ilk Japon haritası diyor buna.
Şimdi Kâşgarlı Mahmud’un da özellikleri çıkıyor burada. Kâşgarlı Mahmud âdeta bir coğrafyacı. Âdeta bir halk bilimci. Birçok hastalık ve bu hastalıkların da tedavi usulleri öğretiliyor. Hangi otlarla, hangi ilaçlarla falan hastalıkların geçeceği de söyleniyor. Yani ilk halk hekimliği de var Kâşgarlı Mahmud’un bu eserinde. Aynı zamanda o bir onomastik bilgini. Yani bir ad bilimi uzmanı. Hem kişi adları hem yer adları. Yani Türk dünyasının aşağı yukarı önemli gölleri, önemli nehirleri, önemli dağları, önemli şehirleri. Kendi bölgesine yaklaştıkça hatta köy ve kasabalarının adları veriliyor. Mesela bugün onun doğduğu yer kabul edilen Opal adı ki yakın zaman kadar Abul filan okunuyordu; ama bu isim Doğu Türkistan’da hâlâ Opal biçiminde var. Yani bu bizim memleketimizin adı, kasabamızın adı diyor onun karşılığında Kâşgarlı Mahmud. İşte Kası gibi, kendi memleketine yaklaştıkça o beldelerin adları var. Kişi adları çok var, epeyi kişi adı var. Dolayısıyla aynı zamanda bir onomastik uzmanı; yani bir ad bilimci Kâşgarlı Mahmud ve boy adları, antroponimi. Boy ve oymak adları. Türk boylarının, Türk oymaklarının adları. Biliyorsunuz Oğuzlar 24 boydur. İlk defa Oğuz boylarının ismi Kâşgarlı Mahmud’da geçer. İlk defa bu 24 Oğuz boyu; yani Bayındır, Peçenek, Kayı, Kınık, Avşar vb. 24 Oğuz boyunu başta 22 olarak verir. 22 Oğuz boyu. Başka bir yerde sonradan katılmıştır diyerek iki boyun adını daha verir. Böylece 24 Oğuz boyunun geçtiği ilk kaynak Kâşgarlı Mamud’un eseri oluyor. Sadece boyların adını vermekle yetinmez, damgalarının şeklini de koyar. Kırmızıyla, bu şekiller de kırmızıyla çizilmiştir. Mesela Kayıların damgası, yani iki çizgi arasında bir V. Biraz değişir daha sonraki kaynaklarda. Daha sonra Reşideddin’de geçecek, Yazıcıoğlu’nda geçecek; ama ilk kaynak Kâşgarlı Mahmud’un eseridir. Damgaların biçimlerini de vermektedir. Diğer Türk boylarının oymaklarını saysam bu kitaba sığmaz diyor; ama 20 Türk boyunu sayıyor. Oğuzlar bunlardan sadece biri. En batıda Karadeniz’in kuzeyinde dediği Rum sınırı, Bizans sınırıdır. Karadeniz’in kuzeyindeki Bizans sınırından, Rum sınırından başlar ve oradan Çin içlerine kadar Suvar, Bulgar, Kıpçak, Peçenek, Oğuz, Kırgız filan diye Çin içlerine kadar 20 Türk boyunun adını daha eserinin başında vermektedir; ancak bunların alt boyları dediğim gibi verilmemiştir. Sadece Oğuzların alt boyları verilmiştir. Oğuzlar biraz imtiyazlıdır bu eserde. Biraz sonra bir başka imtiyazı söyleyeceğim. Hemen şimdi de oraya geçiyorum. Kâşgarlı Mahmud’un sözlüğü her şeyden önce döneminin standart dilinin sözlüğüdür. 11. yüzyılın standart Türkçesi, ölçünlü Türkçesi Kâşgar, Balasagun civarında kullanılan ağızdı ve daha çok Çigil boyunun ağzına dayanıyordu. Nasıl şimdi İstabul Türkçesine dayanıyorsa Türkiye Türkçesinin standardı, o da Kâşgar civarında yani Karlukların ve Çigillerin, kısmen Yağmaların ağzına dayanıyordu; ama en tipiği Çigillerdi. Çigillerin ağzına dayanan bir standart Türkçe, ölçünlü Türkçe vardı. Edebî eserler, ilmî eserler onunla yazılıyordu. Kâşgarlı Mahmud’un sözlüğü de işte bu standart dilin sözlüğüdür. Ancak bununla yetinmiyor, önemli Türk boylarının ağızlarındaki biçimleri ve farklı kelimeleri de veriyor. Demek ki standart dilin sözlüğü olmakla beraber; başta Oğuzlar olmak üzere, ikinci de Kıpçaklar olmak üzere önemli Türk boylarında kullanılan farklı kelimeleri, onlardaki farklı fonetik özellikleri de veriyor. Diyelim ki y ile başlayan kelimelerin c ile başladığı Kıpçaklarda daha o zamandan, 11. asırda belirtilmiştir Kâşgarlı Mahmud tarafından. Yahut da Oğuzlarda bu y’nin düşürüldüğü, -ki bugün Azerbaycan Türkçesinde yıl > il, yıldırım > ildırım-  belirtilmiştir. Çift dudak v’si standart dilde diyelim ki ew, bugün Kazaklarda olduğu gibi çift dudak v’si var: aw, ew. Oğuzlarda bunun daha o zaman v’ye döndüğü belirtilmiştir. Yani diş dudak v’siyle ev, av şeklinde v’ye döndüğü belirtilmiştir. Böyle fonetik özelliklerini verdiği gibi, farklı kelimeleri de veriyor ve en çok da Oğuzlara ait farklı kelimeler veriliyor. Üç yüzden fazla kelime Oğuzlara ait. Tabii ki 9000 kelimelik bir sözlükte, 300’den fazla kelime; yani Oğuzların 300 kelimesi mi var? Hayır diğerleri müşterek; yani aynı dilde diğerleri ortak elbette standart dilde ortak ama Oğuzlarda farklıysa, o mutlaka verilmiş oluyor. İkinci derecede Kıpçakların, sonra Arguların -ki Argular o zamanki lehçeler arasında en arkaik olanını temsil ediyor- lehçelerine ait birçok kelime veriyor. Bunun anlamı nedir? Kâşgarlı Mahmud aynı zamanda ilk diyalektoloji uzmanıdır. İlk ağız araştırmaları, diyalektoloji uzmanıdır ve hatta diller arasındaki ilişkilere, bugün dil ilişkileri dediğimiz konuya da az da olsa temas etmiştir. İki dilli Türkler, tek dilli Türkler… Diyelim ki Kençekler, işte iki dil bilir, bunu da bilir ama onu da bilir. İki dilli Türkler gibi bugün dil temasları dediğimiz, dil ilişkileri dediğimiz konuya da girmiştir. Bir nevi mukayeseli dilciliğin de -Caferoğlu böyle diyor- mukayeseli, karşılaştırmalı dil biliminin de ilk önemli isimlerinden biri oluyor Kâşgarlı Mahmud.
Peki Oğuzlara bu imtiyaz neden? Yani niçin en çok Oğuzlara ait ağız kelimeleri veriliyor ve niçin diğer Türk boylarının alt boyları sayılmıyor da Oğuzların 24 boyu sayılıyor? Tahmin edebilirsiniz; çünkü o dönemde Türk Dünyası’nın değil sadece, bütün dünyanın en büyük gücü Oğuzlardır. Bütün dünyanın diyorum, dikkatinizi çekerim. Tabii ki Amerikaları, Avustralya’yı bir yana bırakıyoruz. O zaman bilinen Eski Dünya’nın en büyük gücü. Malazgirt Savaşı’nın anlamı ne? Dünyanın iki büyük gücü var; biri Bizans biri Selçuklu Türkler, Oğuz Türkleri. Bu iki büyük güç Malazgirt’te karşılaştı ve Selçuklu Oğuz Türkleri yendi. Bunun anlamı ne? Birinci güç oldu; yani dünyanın birinci gücü oldu. Şimdi bakın Kâşgarlı Mahmud ne diyor? Kitabının daha girişinde, başında. Bunu Besim Atalay’dan da bulursunuz; ama ben biraz daha farklı bir tercüme yaptım. Bu arada, bu tercümeyi, arkadaşım Ziyat Akkoyunlu ile birlikte yaptık; ama onu birkaç ay önce kaybettik. Allah’tan kendisine rahmet diliyorum. Şimdi de henüz başında, mukaddimede bakalım ne diyor Kâşgarlı Mahmud?
“Şimdi Muhammed oğlu Hüseyin oğlu Mahmud dedi ki: Yüce Tanrı, Türk burçlarında doğdurdu devlet güneşini; onların ülkeleri etrafında döndürdü göklerin çemberini; ve onlara ad verdi Türk diye;” -kim vermiş adı? Tanrı- “Onlara ad verdi Türk diye; ülkelerin idaresini verdi mülk diye; zamanın hakanları yaptı onları; ellerine verildi günümüzdeki insanların yuları; onları görevlendirdi halk üzre; onları kuvvetlendirdi hak üzre; aziz kıldı onlara yanaşanları ve idareleri altında çalışanları.” Bir daha okuyorum; çünkü bu, bugüne de mesajdır. “Aziz kıldı onlara yanaşanları ve idareleri altında çalışanları” -yani Türk olmayıp da onlara yanaşan, onların idaresi altında uslu uslu çalışıp duranları aziz kıldı diyor ve- “Türkler sayesinde muratlarına erdiler ve ayak takımının şerlerinden esen oldular.” -Başkalarının şerrinden de esen oldular-. “Aklı olan herkes onlara” -yani Türklere- “katılmalı ve onların oklarından korunmalı. En iyi yol konuşmaktır onların dillerini” -yani Türklerin dillerini- “duyurabilmek için onlara ve meylettirebilmek için gönüllerini.” Yani bizim gönüllerimizi meylettirmek istiyorlarsa bizim dilimizi konuşmak en iyisidir diyor Kâşgarlı Mahmud. Arkasından meşhur hadisi söylüyor, “Türk dilini öğreniniz; çünkü onların uzun süren saltanatları olacaktır”. Peygamberimiz böyle demiş. Bu hadisi naklediyor Kâşgarlı Mahmud ve diyor ki “Vallahi bu hadis doğru mudur yanlış mıdır bilmem.” Objektif bir bilim adamı, hadis sahih de olabilir uydurma da olabilir. “Doğru mudur yanlış mıdır bilmem”, yani dinî terimle mevzu mudur sahih midir, uydurma değil midir onu bilmem; ama eğer doğru ise, sahih bir hadis ise Türk dilini öğrenmek dinin emridir. Değilse aklın emridir Türk dilini öğrenmek diyor arkasından. Müthiş bir mantık da var. Şimdi gördüğümüz gibi kendisi, o zaman dünyanın bir numaralı gücünün Türkler olduğunun ve Oğuz Türkleri olduğunun farkında. Bu kitabı yazarken bu bilinçle, bu şuurla yazıyor. Zaten daha başta, mukaddimesinde bunları söylüyorsa, bu belli bir şey.
Hazır Türk’ten bahsederken Türk maddesini de size okumalıyım. Yazmanın 176, 177. sayfasında Türk kelimesini açıklıyor: “Türk. Nuh’un (S.A.) oğlunun adı”. Aslında Nuh’un oğlu Yafes, Türk ise Yafes’in oğlu ama burada Yafes atlanmış. “Türk Nuh’un (S.A.) oğlunun adı. Nuh’un oğlu Türk’ün oğullarına.” Bu sefer oğluna değil oğullarına, topluluğa; çünkü topluluk ve bireyi ayırıyor Kâşgarlı Mahmud. “Nuh’un oğullarına Yüce Allah tarafından verilmiş bir isimdir…” Biraz atladım şimdi, “Ne var ki biz daha önce Türk’ün Allah tarafından verilmiş bir isim olduğunu söylemiştik.” Şimdi burada yine bir hadis nakledecek. Hem de Kudsi Hadis bu defa. Kudsi Hadis nedir? Bu sıralarda dinî söylemler fazla moda; ama burada Kâşgarlı Mahmud söylemiş ne yapalım? Kudsî Hadis anlamı Allah tarafından ama ifade edilişi Peygamber tarafından olan hadislere deniyor. Diyor ki “Bize şeyh, imam ve zahit Hüseyin bin Ḫalef el-Kâşgarî” Böyle bir din adamı var. “Kâşgarî haber verdi ve ona da İbnülgarḳî’nin haber verdiğini söyledi kendisine. Ona da” Yani İbnülgarḳî’ye de,  “Âhir zaman hakkında yazdığı kitabında İbni Ebiddünya diye tanınan şeyh Ebû Bekir el-Muġîd el-Cercerânî,” ki bu büyük bir âlim.  “Cercerânî Allah’ın elçisine (S.A.) isnat ederek anlatmış.” Yani bir nevî ravîler zincirini veriyor. “(Peygamber) dedi ki.” -Kudsi hadisde-  “Allah (C.A.) diyor ki ‘Benim bir ordum vardır; onları Türk diye adlandırdım.” İşte Allah’ın isim vermesi buradan çıkıyor. “Türk diye adlandırdım ve doğuya yerleştirdim. Bir kavme kızdığım zaman onları (yani Türkleri) onlara -yani kızdığım kavme- musallat ederim’ Bu, diğer” Şimdi burada bitiyor Kudsî Hadis, Kâşgarlı Mahmud devam ediyor. “Bu diğer bütün insanlara karşı, onlar için -yani- Türkler için bir üstünlüktür.”
Allah Allah bu milliyetçilik ne zaman doğmuş? Fransız İhtilali’nden sonra doğmuş. İnandınız mı? Fransız İhtilali’nden sonra mı doğmuş Milliyetçilik? Onlara karşı bir üstünlüktür diyor. Sadece Türklerde değil yani yanlış anlaşılmasın, Doğu milletlerinde çok eskilerden beri milliyetçilik vardır. Millet ve milliyetçilik kavramı Batı şablonuna göre 1789’da doğmuştur. Doğrudur, onlarda öyledir; ama Çin’de, Türklerde, Araplarda, Farslarda çok eski tarihlerden beri millet kavramı da, milliyetçilik kavramı da farklı farklı isimlerle var. Burada da onun bir yansımasını görüyoruz. Hatta bir Yahudi araştırıcı daha 1925’lerde Azerbaycan’da yazdığı bir makalede Kâşgarlı Mahmud’un Şuubiyye hareketinden haberdar olduğunu söylüyor. Şuubiyye hareketi, Arap Milliyetçiliği hareketidir. Emevîler ve Abbasîler devrinde. Kâşgarlı Mahmud bundan herhâlde haberdardır diyor. Evet şimdi Kâşgarlı Mahmud devam ediyor:
“Bu diğer bütün insanlara karşı onlar için” -yani Türkler için- “bir üstünlüktür. Çünkü onların adını bizzat O (C.A.)” -yani- “Allah vermiştir; onları en yüce ve yeryüzünde havası en güzel yere yerleştirmiş; onları kendi ordusu olarak adlandırmıştır. Bunun yanından onlar” -yani Türkler-; “güzellik, tatlılık”,-şimdi de var mı bunlar bir düşünün bakalım- “güzellik” -bu salonda hep güzel görüyorum insanları- “tatlılık” -gülünce hepimiz tatlı oluyoruz- “aydın yüzlülük”, -evet- “aydın yüzlülük, edep…” Edep adap değil; böyle terim yok Türkçede; onu da söyleyeyim. Edep terimi var, edep adab diye bir terim yok Türkçede. Âdab görgü demek ve başka bir şey.
“Edep, yaşlılara hürmet ve riayet, ahde vefa,” -eh bunu arıyoruz biraz galiba- “alçak gönüllülük, yiğitlik ve daha sayılamayacak birçok meziyeti hak etmişlerdir…” diyor ve böylece Türk’ün vasıflarını da sayıyor. Bir de dedim ki demin toplulukla, kişiyi ayırıyor. Yani “hem topluluğa, yani millete Türk denir” diyor. Hem de “onlardan herhangi birine Türk denir” diyor. Şöyle de bir örnek veriyor cümleyle:
“Onlardan biri için de Türk denir, hepsi için de Türk denir”. Yani işte Ahmet Türktür, Fatma Türktür, hepsi Türk. ‘Kimsin?’ anlamında kim sen denir;” O zamanki Türkçe. Birisi ile karşılaşınca “kim sen?” denir. Öbürü de “‘Türküm’ anlamında Türk men der diyor. Yani “ben Türküm” diye cevap verir.
Evet demek ki Türklerin sözlüğünü yazmış; üstelik dediğim gibi onların pek çok âdetlerini, boylarını yazmış bir insanın Türkler hakkında bu kadar duyarlı olması, bu kadar bilgi vermesi de son derece tabiî. Hatta biz birçok Türk efsane ve destanını da ilk defa bu eserde görüyoruz. Mesela Şu Destanını. Hepiniz liselerde belki okumuşsunuzdur, hatırladınız mı? İskender geliyor -Zülkarneyn diye geçer bütün Şark literatüründe İskender. Tarihteki İskender, yani milattan önce 330’larda Makedonya’dan çıkarak taa Hindistan’a, Türkistan’a kadar sefer yapmış olan İskender bizim Şark literatüründe çoğu defa Zülkarneyn diye geçer. Hâlâ bazı dillerde, Şark dillerinde Zülkarneyn’dir. Burada da Zülkarneyn diye geçiyor. Bu tefsircilerin yanlış tefsirinden kaynaklanan bir şey ama artık böyle yerleşmiş. İskender 330’da geldiği zaman Ceyhun kıyılarında, Hocend’de, Türkler oturuyor. Hakanları da Şu. İskender geliyor diyorlar, Zülkarneyn geliyor diyorlar Şu’ya. Hükümdar da diyor ki… Şimdi bunlar biraz öyle konar göçer ama bu konar göçerlerin yanında neler var biliyor musunuz? Hep böyle çadırda, at üstünde filan tahayyül ediyoruz bunları da, yapma havuzları var bunların biliyor musunuz? Yani kondukları yere bir yapma havuz yapıyorlar, hâlleri vakitleri iyi olan beyler, hükümdarlar ve orada ördekler, kazlar yüzdürüyorlar. Yani bu hikâyeden anlıyoruz bunu. Haber verenlere, tehlikeyi haber verenlere hükümdar “şu kazlara bakın ne güzel yüzüyor” diyor. Şimdiki idareciler de biraz Şu’ya mı benziyor ne? Şimdi öyle diyor ama bir yandan da tedbiri aldırmış. Ta bilmem kaç fersah öteye adamlarını yerleştirmiş; fakat bunu halka söylemediği için İskender yaklaştığı zaman büyük bir kaos doğuyor. Gece yarısı herkes kalkıyor, kim kimin atına bindi, kim kimin malını aldı belli değil. Büyük bir göç, doğuya doğru. Hocend bölgesinden doğuya doğru. Belki Türklerin tarih öncesinde batıdan doğuya göçlerinin bir izi var bu efsanede. Genellikle bildiğimiz tarihte hep Türkler doğudan batıya göçtüler ama bu 22 Oğuz boyu gitmiyor. 22 Oğuz boyu orada kalıyor, iki boy daha geliyor ki onlar Halaçlardanmış. Halaç Türklerinden. Onlara da diyor ki o iki Halaç boyuna, bu İskender gelip geçicidir. Biz burada kalıyoruz, siz de kalın manasındaKalaç diyor onlara. Oradaki  pekiştirme. Pekiştirme yani “mutlaka kal” anlamında. Kalaç diyor ve onların adı da oradan kalıyor. Halk etimolojileri de var böyle, Kâşgarlı Mahmud’da. Böylece onlar da Oğuzlaşıyor ve 22 Oğuz boyu 24 Oğuz boyu oluyor. Şimdi bu bir efsane. İçinde bazı tarihî izler olsa da bir efsane ve bu efsanenin ilk ve tek kaynağı Kâşgarlı Mahmud’un eseri.
Hepinizin bildiği Alp Er Tonga. Alp Er Tonga’nın Kâşgarlı Mahmud’dan önce bir kaynağı var ama Farsça ve o kaynakta düşmandır; yani Şehname’de İranlıların düşmanıdır ve oradaki adı Afrasiyab’dır biliyorsunuz. Şehname aşağı yukarı 1000 civarında Gazneli Mahmud’un sarayında yazılmış. İşte İran’ın en büyük milliyetçisi de bu Firdevsî. Şehname’yi yazmış, yani İranlıların destanını yazmış. Onlara göre ilk insan Âdem değil Keyûmers. Keyûmers’in altıncı göbekten oğlu Ferîdun, Ferîdun’un da bir oğlu Tur, bir oğlu İr, bir oğlu Selm. Biz de Tur’dan gelmişiz. Biz nereye gidersek bizim soyumuzu oraya bağlıyorlar yani. Çinliler kendilerinin ilk hükümdarlarına bağlıyor, Farslar ilk hükümdarlarına. Sonra Müslüman olduk Yafes üzerinden Hz. Nuh’a bağlandık. Ben Türklerin kendilerine göre ilk atalarını buldum. Onu başka bir konuşmada anlatırım. Evet kendi kaynaklarımızı, Çin, Arap, Fars kaynaklarını karşılaştırarak ilk ataya gittim ben. İlk atanın adı Apa Eçe. Bu kelime sonra Abulca Han olmuş Reşideddin’de. Apa Eçe, Abulca, Abılca olmuş. Her neyse… Afrasiyab yani Türkçesiyle Alp Er Tonga hakkında ilk bilgi veren Türkçe kaynak; Şehname’de Farsça olarak çok anlatılıyor tabiî; ama ilk kaynak Kutadgu Bilig ve Dîvânü Lugâti’t-Türk’tür. Hem Kutadgu Bilig’de hem Dîvânü Lugâti’t-Türk’te Farsların Afrasiyab dediğine Türklerin Alp Er Tonga dediği kayıtlıdır; ama Dîvânü Lugâti’t-Türk’ün diğerinden farkı; orada Alp Er Tonga hakkında 9 -bazı araştırmalara göre 11- dörtlük verilmiş olmasıdır. Bu dörtlükler tabiî ki konusu itibariyle, Yusuf Has Hacib’de yok. O sadece Afrasiyab’ın Türklerde Alp Er Tonga olduğunu söylüyor. Kâşgarlı Mahmud onun söylediğinin dışında 9 veya 11 dörtlük veriyor. Hepinizin bildiği şu dörtlük:
Alp Er Tonga öldi mü
Esiz ajun kaldı mu
“Yaman dünya” demek ha, “ıssız” falan değil, liselerde öğrendiniz. Bu mısraların anlamı, “Alp Er Tonga ölünce, yaman dünya kalınca” demek oluyor.
Esiz ajun kaldı mu
Ödlek öçin aldı mu  “Felek öcünü aldı mı?”
Emdi yürek yırtılur
Şimdi bu bir ağıt tabii, Alp Er Tonga’nın ölümü üzerine yazılmış bir ağıt ve arkasından Türklerin cenaze töreninde onun etrafında, çadırının etrafında nasıl dönüp yüzlerini, gözlerini yırttıklarını da anlatıyor. Bundan sonra gelen dörtlükte. O dörtlükten de onu çıkarabiliyorsunuz. Demek ki Türk efsaneleriyle ilgili, Türk destanlarıyla ilgili birçok ilk bilgiyi de buradan alıyoruz biz. Kâşgarlı Mahmud’un eserinden alıyoruz.
Biraz şiirlerinden bahsedeyim; ama şiirlere geçmeden önce birkaç atasözü örneği vereyim. Sonra şiirlerine de geçeriz. Şimdi hep bunları kelimelere örnek veriyor. Mesela bulut kelimesine, o zamanki söyleyişle bulıt kelimesine şöyle bir atasözünü örnek vermiş:
Kara bulıtıg yįl açar                   “Kara bulutu yel açar”
Urunç bile įl açar                        “Rüşvet ile devlet kapısı açılır.”
Yani geçmiş tarih, kutsuyoruz, takdis ediyoruz, günahsız münahsız zannediyoruz; ama öyle değil. İnsanoğlu her zaman insanoğlu. Bunu unutmayın ve bakın, ben şimdi metin üzerinden Türkçesini verdim ama Kâşgarlı Mahmud’un Arapça olarak verdiği açıklamayı şimdi Türkçe olarak okuyorum.
“Kara bulutlar çökerse -biraz daha geniş; yani bir nevi meal veriyor Kâşgarlı Mahmud- kara bulutlar çökerse rüzgâr onları iter; aynı şekilde rüşvet de hükûmet kapısını açar. İşini yürütmede parayı esirgememek için kullanılır” diyor. Âdeta teşvik ediyor; yani şimdi işini yürütmek istiyorsan bu parayı esirgememek lazım, diyor.
Evet, bir başka atasözü. Yazmanın 203. sayfasında kadın kelimesi var. Bu, bugünkü kayın; yani dünür tarafı. Dünür tarafı, kayın, kaynata, kaynana filan diyoruz ya. “Sıhrî akrabalık” diye manasını verdikten sonra atasözünü örnek olarak yazıyor.
Kadaş tįmiş kaymaduk, kaın tįmiş kaymış.
Kadaş yani kardeş, akraba deyince hiç kimse yüzüne bakmamış; ama kayın deyince herkes ona iltifat etmiş; yani kayına daha fazla iltifat etmek gerektiğini -ara bozulmasın diye- anlatıyor.
Bįrim yani berim, borç demek. Borç için şu atasözünü getirmiş:
Alımçı -yani alacaklı- arslan, bįrimçi sıçgan.
Evet, evet alacaklı aslan oluyor, borçlu da sıçgan, sıçan oluyor.
Çuwga sözü rehber ve komutan anlamında, kılavuz anlamında. Diyor ki:
Kalın kulan çuwgasız bolmas.
Yani kalabalık bir at sürüsü rehbersiz olmaz; ama Kâşgarlı Mahmud’un verdiği anlamı okuyacağım size: “Kalabalık sürü rehbersiz ve kılavuzsuz olmaz.” Bir de açıklamasını yapıyor: “Bu söz, başkasına uyması gereken bir iş için söylenir.” Şu cümleye dikkat! “Eğer uyulan bunu hak ediyorsa.” Ne diyorsunuz? Uyalım mı? Uyulan hak ediyorsa uyacağız. Hak etmiyorsa uymayacağız diyor. Kâşgarlı Mahmud böyle de bir yorum getirmiş.
Evet şimdi mesela, kalp sektesi, kalp durması ile ilgili bir kelime bekler misiniz 11. asırda? Böyle bir kelime var. Kültgü veya külgü.
“Buzagu” -bu atasözüne aşinasınız buzağı- “Ewdeki buzagu öküz bolmas”. Yani çocuk hiçbir zaman büyümez annesinin babasının gözünde. “Ewdeki buzagu öküz bolmas”.
Şimdi kısrakla ilgili çok enterasan bir şey var. Bakın ne diyor?
Kīz birle küreşme, kısrak birle yarışma.
Anladınız değil mi? Kız ile güreşme, bakire kız burada. Şimdi açıklamasını okuyacağım. “Bakire kızla güreşme; çünkü o güçlü olur ve seni yener. Yarışlarda da genç kısrakla yarışma; çünkü o attan daha güçlü ve ataktır; seni geçer. Sultan” -bakın burası çok enterasan- “Sultan Mes’ud’un” -Mahmud’un oğlu Sultan Mesud var ya biz perişan ettik; yani Oğuzlar onu Dandanakan’da yenmişti; onu söylüyor- “Sultan Mes’ud’un gerdek gecesinde eşinin tekmelemesi ve yere yıkması üzerine Hakanlıların” -yani Karahanlıların- “kullandığı sözdür” diyor. Aslında böyle tarihî bir olaya veya şahsiyete atıf çok azdır Kâşgarlı Mahmud’da ama bu çok enteresan. Yani bir genç kadınla evlenmiş Sultan Mesud, sonra da gerdek gecesinde…
Şimdi Kâşgarlı Mahmud deyince böyle şeyler beklemiyorsunuz tabiî. Herkesin anlattığını anlatmıyorum; böyle püf noktaları bulacağım. Evet, körmekfiiline şu atasözünü örnek veriyor:
“Yǖzke körme, erdem tile” yani insanın görünüşüne bakma -görmek “bakmak” demek o zaman- yüze bakma, görünüşüne bakma; erdem dile. Erdem bugün anladığımız manadan biraz farklı. Bugün anladığımız “ahlak, fazilet” anlamları yanında erdemde, “hüner” manası da var.
Togmak, doğmak fiili yani, onun için şu atasözüni verir:
“Müş oglı” -müş kedi demek- “Müş oglı muyavu togar” miyavlayarak doğar. Yani kedinin yavrusu miyavlayarak doğar.
Tāg tāgka kavuşmas, kişi kişike kawuşur.
Bunu hepiniz biliyorsunuz. Şiirlere geçebiliriz. 
Şimdi tabiî Kâşgarlı Mahmud’da yedi yüz küsür mısradan oluşan önemli bir şiir külliyatı var. Bunların çok önemli bir kısmı savaş şiirleridir, kahramanlık şiirleridir. Mesela Alplar başın togradım / emdi meni kim tutar? “Alpların başını doğradım, şimdi beni kim tutar?” Şimdi her kelimeye ayrı verildiği için bu dörtlükler, sonradan araştırıcılar, aynı kafiyeyi, koşma kafiyesini taşıyan dörtlükleri ve konuları da birbirine benziyorsa aynı şiirin parçaları kabul ederek bir araya getirmişlerdir. Brockelmann ilk defa bunu 1920’lerde yaptı, daha sonra Türkiye’de yapıldı. İşte en son Talat Tekin’in bir eseri var. Elbette Amerika’da neşredenler de yaptılar. Şimdi genellikle bu savaş şiirleri, Uygurların üzerine nasıl atlarla hücum ettikleri… O zamanlarda Uygurlar kâfir. Kâşgar bugünkü Uygurların yaşadığı yerin merkezi. Yani merkezi demeyeyim ama en Batıdaki, en önemli şehirlerinden biri. Tarihteki Uygur kavramı ile bugünkü Uygur kavramı yüzde yüz örtüşmez; yüzde yetmiş örtüşür. Özellikle daha doğu kısımları tarihî Uygur ama Kâşgar bölgesi o zaman Karahanlıların elinde. 1925’te -25’e kadar Uygur denmiyordu; unutulmuştu Uygur adı- Doğu Türkistan’dakilere Uygur denmeye başladı; dolayısıyla onlara da Uygur denmeye başladı. Her neyse ama daha doğuda olan yani İli Nehri’nin doğusunda -Karahanlılarla o zamanki Budist Uygurların sınırı oradan geçer- kalan Uygurlara, Budist olan Uygurlara nasıl hücum ettiklerini anlatır şiirlerde. Sonra Katun Sını savaşı var, o savaşla ilgili çok önemli dörtlükler burada yer alır. Bir beyin cömertliği ile ilgili şiir vardır. Yaz ile kışın atışması, münazarası vardır.  Yaz der ki böyle olur, kış der ki böyle olur. Onların atışmaları vardır. Bir kurt avını anlatır. Böyle gençlerin, ava çıkmalarını, meyva toplamalarını anlatır. Bunlar bilinen şeyler; ama ben size biraz daha özel, aşk şiirlerinden bir iki örnek vermek istiyorum. Sevda şiirlerinden, şimdi bahar ya! Şimdi bakın budak kelimesine örnek veriyor. Budak “dal” demek, butak o zamanki söylenişiyle.
Kim ayıp iştür kulak, yani birisi söyler kulak da işitir.
Ay ewi artuç butak. Ayın evi ardıcın dalıdır. Burada bir metafor var. Manzarayı şöyle düşüneceksiniz. Mehtap var, ayın on dördü. Aydınlık bir gece, ardıç ağacı ve o ayın on dördü tam da ağacın dalının ucuna gelmiş. Manzara bu. Manzara bu ve ardıç ağacının o dalı ayın evi oluyor. Ayın evi oluyor ve ayın on dördü ama metafor ne? Metafor bu ardıcın dalı, kızın boynu. Kuğu gibi boynu, ay da yüzü, tamam mı? Evet yani bakın Kâşgarlı Mahmud nasıl açıklıyor? Şimdi hocam bunu siz mi çıkardınız demeyin, Kâşgarlı Mahmud şöyle açıklıyor:
“Hangi kulak duydu ve kim dedi ki ayın evi ardıç dalıdır. Cariyeyi niteleyerek” açıklıyor yani Kâşgarlı Mahmud, “Cariyeyi niteleyerek” -kızı yani- “onun yüzünü aya, boyunu dala benzetiyor”. Gördüğünüz gibi metaforu Kâşgarlı Mahmud’un kendisi açıklamıştır. İlk defa buna dikkat eden Hikmet İlaydın oldu taa 1970’lerde. Hikmet İlaydın diye bizim önemli bir araştırıcımız var biliyorsunuz.
Şimdi kıwal burun diye bir şey var. Tam çıkaramadık yani biçimli burun gibi bir şey. Kızlarda biçimli burun nasıl burunsa? Herhâlde Güzel Helen’in burnu değil. Yani öyle kalkık burun var ya, şimdi biraz Amerikan filmlerinden öylelerini seviyoruz ama Türklerinki öyle değil. Türk kızlarının ağızları da küçük, koşa badem ağızlı. Batılılarınki at ağızlı. Evet şimdi biçimli burun, kıwal burun, ben “biçimli burun” diye çevirdim ama onun mutlaka daha özel bir anlamı var. Şimdi diyor ki:
Ardı sini kīz, -kız seni aldattı diyor,
Bodı anıŋ tāl -onun boyu, bod boy, onun boyu dal gibidir ve seni de yordu-
Yaylır anıŋ artuçı, burnı takı kıwal.
Yayılır onun ardıcı yani, ardıç dalları böyle yayılır; yani sana doğru gelir ve burnu da biçimli burundur, kıwal. Şimdi Kâşgarlı Mahmud’un açıklamasını ben okuyayım:
“Bir kızı tasvir ederek diyor ki: Bedeni körpe, vücudu nazlı nazlı salınan” -işte o yayılır anıŋ artıçı dediği nazlı nazlı salınan- “ardıç dalı gibi titreyen, burnukıwal” yani “biçimli kız seni” aldattı. Armak yormak anlamına da geliyor, fakat buradaki aldatmak. Aldattı seni diyor. Yani senin üstüne doğru geldi ve seni aldattı.
Argurmak fiilinde, örnek cümlesi şöyle: “ol atın argurdı, o atını yordu”; ama bir şiir de veriyor arkasından:
Köŋlüm aŋar kaynayu                     
İçtin aŋar oynayu                              
Keldi maŋa boynayu                        
Oynap mini argurur
Gönül kaynıyor, bahar geldi gönül ona kaynıyor, kaynayarak
İçerden ama burada evin içi kastediliyor, ona oynayarak
Boynunu kırarak bana doğru geldi
Benimle oynuyor ve beni yoruyor
                                                              
Evet böyle şiirler de var Kâşgarlı Mahmud’da. Mesela alsıkmak fiili, yani aldırmak, kaptırmak anlamında. Ol tawarın alsıkdı yani o malını kaptırdı. Birileri gasp etti onun malını. Buradaki şiir şöyle:
Koygaşıp yatsa anıŋ yǖziŋe              onun yüzüne yatsa
Alsıkar āgin anıŋ söziŋe                    kızın sözü onun ögünü yani aklını başından alır
Miŋ kişi yulugı bōlup āziŋe              ve bin kişi o güzel kıza feda oluyor
Bįrgeler özin anıŋ köziŋe                   bin kişi özlerini feda olup onun gözlerine veriyorlar
İşte böyle şiirler de var. Sonra Terken Katun’a yazılan birkaç beyit var. Terken Katun kim biliyor musunuz? Melikşah’ın hanımı; ama bir Karahanlı prensesi. Ona hitaben yazılmış bir şiir. Ömer Faruk Akün’ün -bizim önemli bir edebiyat tarihçimiz- Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki Kâşgarlı Mahmud maddesi çok önemlidir. Orada diyor ki Ömer Faruk Akün, bu özel bir şiir bunu kendisi yazmış olmalı, diyor; yani Terken Hatun’dan bir nevi iş istiyor bu şiirde. Başkasının özel şiiri nasıl eline geçecek? Kâşgarlı Mahmud’un kendisi yazmış olmalı diyor.
Terken Katun kutıŋa tegir mindin koşug -Terken Katun’un huzuruna benden bir şiir ulaştır-
Aygıl siziŋ tapugçı -de ki sizin hizmetkârınız-  ötnür yaŋı tapug -yeni bir hizmet yani yeni bir iş rica ediyor.- Rica ediyor yani bu özel bir şey, ondan bir iş, bir hizmet istiyor. Kâşgarlı Mahmud maalesef bu şiirlerin şairlerinin hiç birisini söylememiş. Bir şairin adı geçiyor. Onun da şu şiiri vardır demiyor. Çuçu diye bir şairin adı geçiyor. Bir de Kulbak diye bir adam geçer Kâşgarlı Mahmud’da. Şair değil ama Kulbak bir velî. Diyor ki, Kulbak halk arasında din ulusu olarak bilinir. “Bu kara taşın üzerine beyazla yazar, beyaz taşın üzerine karayla yazar” filan diyor, bu da bilinen bir şeydir diyor, gerçektir filan diyor. Bu Kulbak da ilgi çekici bir madde.
Şimdi kitabın muhtevasını aşağı yukarı size anlattım. Kitabın tek nüsha olduğunu, bir tek nüsha olduğunu söylemedim. Biricik, yegâne. Batı’daki karşılığı ne bunun? Ünik. Ünik bir nüsha ve o nüsha şu anda İstanbul Fatih semtinde Millet Kütüphanesi’nde bulunuyor. Masada duran tabiî onun tıpkıbasımı. Millet Kütüphanesi’nde bulunuyor. Bunu kim buldu? Ali Emirî Efendi. Diyarbakırlı büyük bir Türk kitapseveri. Büyük bir Türk bilgini, yalnız kitapsever değil, büyük bir Türk bilgini Ali Emirî Efendi. Bunun bulunuş hikâyesi bir roman olacak kadar önemlidir; ama bu tek nüsha kitap kimlerin elinden geçti? Onu da ben merak ettim. Yani bu tek nüsha. Kitap elbette tek nüsha değil; yani kitabın diğer nüshalarından biz bir şekilde haberdarız; ama onlar bugüne gelmedi. Mesela Ayıntaplı bir Memlük tarihçisi var, Antepli. Onun kitabında Kâşgarlı Mahmud’un Oğuz boylarıyla ve damgalarıyla ilgili bilgi ve şekilleri aynen var. Bu fakültenin dekanının da bu konuda önemli bir makalesi var. Aynen var. Demek ki Antepli tarihçi görmüş Dîvânü Lugâti’t Türk’ü. Ayrıca Kâtip Çelebi’de bilgi var. Kâtip Çelebi’dekinin de farklı bir nüsha olduğu tahmin ediliyor. Fakat elimizdeki bu nüshanın macerası ne? Bu nüsha tabiî önce müstensihinin elinde. Müstensih yani bunu ilk defa eliyle yazan adam. Bu Muhammed bin Ebîbekir bin Ebi’l-feth es-Savî. Save şu anda Orta İran’da, Batı Orta İran’da önemli bir Türk şehri. O zaman da Türkler yaşıyor orada; ama bu adam Şam’a gelmiş. Şam da o zaman Memlük Türklerinin; yani Kıpçak Türk Devleti’nin elinde. 1266 yılında bu kitabı eliyle istinsah etmiş, eliyle kopyasını çıkarmış ve “ben” diyor “bunu esas kitabı telif edenin, bizzat kitabı Kâşgarlı Mahmud’un elinden çıkan nüshaya bakarak, onun tarihini şimdi yazıyorum” diyor. Demek ki müstensihin eline kadar gelmiş Kâşgarlı Mahmud’un elinden çıkan nüsha. Aşağı yukarı 200 yıl sonra 1266’da Şam’da bunu istinsah etmiş. Sonra 1401’de bu kitabın Kahire’de olduğunu ve Muhammed bin Ahmed Hatip adlı birinin elinde bulunduğunu biliyoruz. Neden? Kitabın birinci sayfasına “bu kitabın sahibi Ahmed Hatip” diye yazmış adam; tam tarihini de yazmış yani 1400-1401 -elbette hicrî tarih yazıyor ben miladîlerini söylüyorum.- Sonra uzun süre bu kitaptan haberdar değiliz. Taa Ahmed Nazif Paşa’ya kadar. II. Abdülhamid’in Maliye Nazırı Ahmed Nazif  Paşa. Vanîzadelerden bir adam bu Ahmed Nazif  Paşa. 1905 tarihinde öldü; yani ölümüne kadar bu adamın elinde olduğunu biliyoruz kitabın. Neden? Çünkü bir hısımı olan bir kadına bırakmış bu kitabı ve o kadına demiş ki “paraya sıkıştığın zaman bu kitabı götür sat, 30 altından aşağı da verme”. Kadının adını bilmiyoruz; aşağı yukarı yedi yıl sonra paraya sıkışmış olmalı ki bu kitabı sahaflara götürmüş. Demek ki yedi yıl da o kadında kalmış. Ahmed Ahmed Nazif Paşa’da ne kadar kaldı? Tahminime göre 20-30 yıl, 40 yıl kaldı. Sonra o kadında yedi yıl kaldı. 1912’de paraya sıkışınca bunu sahaflara götürdü. Beyazıt’taki bildiğimiz sahaflar. Orada Burhan Efendi var, sahaf. Ona verdi; birkaç hafta da Burhan Efendi’de kaldı. Böyle kitapların da hikâyeleri var, romanları var yani. Burhan Efendi’de kaldı ve birkaç gün de o zamanki Maarif… -çünkü oraya veriyor Burhan Efendi. Maarif Nezaretine-. Birkaç gün de onlar inceliyorlar, on beş altından fazla etmez diyorlar, geri Burhan Efendi’ye geliyor ve işte o zaman Ali Emirî, kitap kurdu Ali Emirî… Her gün oraya uğruyordu Ali Emirî. Ne var, ne yok filan diyerek Burhan Efendi’ye uğruyor. Kitabı görüyor. Yazarı Mahmud Kâşgarî, bu kim bu Sarı Çizmeli Mehmed Ağa? filan diyor. Yok, görür görmez kimin olduğunu anlıyor da kitabın fiyatı çıkmasın diye böyle söylüyor. Fakat sonunda 30 altına alıyor kitabı. Bin bir rica vesaire uzun hikâye, sonra Ziya Gökalp araya giriyor, sadrazamla buluşturuyorlar filan. Sadrazam iltifat ediyor Ali Emirî Efendi’ye… Derken bunun basılmasına devlet tarafından, harp yıllarında 1. Dünya Savaşı yıllarında basılmasına karar veriliyor. Sadrazam Talat Paşa ayağına gidiyor Ali Emiri Efendi’nin bu kitap basılsın diye. Kitap daha o yıllarda Kilisli Rifat tarafından yayımlanıyor. Kilisli Rifat’a veriyor kitabı, ama diyor ki bunu böyle matbaaya falan götürmeyeceksin. Hakikaten de gitmez yani matbaaya. Dizgicinin önüne gider mi? O zaman, dizgici kutuların içinden her harfi alıyor, yerine koyuyor. Tek nüsha yazma o dizgiciye verilir mi? Sen diyor evde günde on sayfa yazarsın yirmi sayfa yazarsın, o sayfaları dizgiciye götürürsün, o da sayfalardan bakarak dizer. Öyle yapılıyor; onun için Kilisli Rifat’ın elinden çıkmış bir nüsha da var efendim müzelerden birinde ve kitap basıldıktan sonra Talat Paşa 300 altın gönderiyor Ali Emirî Efendi’ye 300 altın. “Bu milletin kitabıdır” diyor “ben bunu almam” ve getirene diyor ki “Paşaya geri götürün bunu gerçekten fakir fukara olan kimselere dağıtsın, sadaka versin ve adına da Dîvânü Lugâti’t-Türk sadakası desin”. Yani bir de Dîvânü Lugâti’t-Türk sadakası var. Evet o 300 altın dağıtılmış. 1916’ya kadar Ali Emirî’nin elinde kitap. 1912’de buldu. Uzun süre Kilisli Rifat’ta kaldı basımı sırasında. 1916’ya kadar Ali Emirî’nin elinde kitap. 1916’da Ali Emirî Efendi bütün kitaplarından bir kütüphane kuruyor. Millet Kütüphanesi, İstanbul’a gidenler görsünler. Fatih semtinde Millet Kütüphanesi. Millet Yazma Eserler Kütüphanesi şu anda adı. Bütün kitaplarını ki 20000’e yakın kitap, 4000 küsürü yazma olmak üzere 20000 kitap. O kitaplarla kütüphane kuruluyor. Ali Emirî 1924’e kadar da müdürü oluyor o kütüphanenin, yani ölümüne kadar. Demek ki 1916’dan itibaren kitap nerede? Millet Kütüphanesi’nde. Bir ara deprem oldu falan, kaçta oldu Sakarya depremi? O arada da Millet Kütüphanesi epeyi zarar görüyor. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde kalıyor 1-2 sene. Hatta 1-2 seneden de fazla kalıyor; ama şimdi orada. Evet, böyle de ilgi çekici bir hikâyesi var kitabın.
Ne demiştik, 1401’de Mısır’da görüyoruz kitabı ve geliyoruz taa 1900’lerin başında bir maliye nazırında görüyoruz. Yani o arada ne oldu o kitap? 1400 yılından 1900 yılına kadar, 500 yıl bu kitap neredeydi? Benim tahminim, özellikle maliye nazırının Vanîzadelerden olması dolayısıyla, benim tahminim şu. Bu maliye nazırının altıncı göbekten dedesi Vanî Mehmed Efendi; II. Viyana Bozgunu’nda ordunun imamı, sarayda şehzadelerin hocası. İstanbul’da Vaniköy’ün kurucusu. Zengin adam, şehzadelerin hocası, 1000 dirhem kazanıyor günde. Büyük bir bilgin. Kur’an tefsir ediyor filan ve onun Kur’an tefsirini okuduğunuz zaman Türklerle ilgili düşünceleri görüyorsunuz orada. Tabiî Kâşgarlı’dakileri nakletmiyor ama Türklerle ilgili son derece ilgi çekici fikirlerini söylüyor. Yani Kâşgarlı ile bir nevi fikirdaş. 1670’lerde Osmanlılarda Türk ne? Millet ne? Bunlardan hiç bahis yokken Vanî Mehmed Efendi bize Türk’ten bahsediyor. Onun bu fikirlerini öğrenmek için 1940’larda çıkan Türklük Mecmuası’nda -kütüphaneden bulacaksınız- 1940’larda çıkan Türklük Mecmuası’nda, İsmail Hami Danişmend’in uzun incelemesini okuyacaksınız. İşte bu Vanî Mehmed Efendi şehzadelerin hocası olduğu için çıkmıyor saraydan. Bence okumak için bu kitabı aldı ve onun elinde kaldı ve çocuklarına intikal ede ede 6. göbekte Nazif Paşa’ya geldi.
Peki niye sarayda olsun bu kitap? Çünkü 1518’de Yavuz Sultan Selim Kahire’ye geldiği zaman, orada bir seneye yakın, 7-8 ay kaldı ve kayıtlara göre bütün kıymetli eşyayı ve çok kıymetli kitapları gemilerle İstanbul’a gönderdi. Bunlar da normal olarak Topkapı Sarayı’nda tabiî. Yani ben kitabın macerasının bu olduğunu düşünüyorum. Yavuz Sultan Selim birçok kıymetli kitap arasında bunu da aldı, gemilerle İstanbul’a yolladı. “Denizden Gelen Kitaplar” diye bir yazı düşünüyorum yani başka kitaplar da var. Denizden Gelen Kitaplar ve bunlar İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda. Şimdi yeni bir kitap çıktı Osmanlı padişahlarıyla ilgili. Sarayın İmgeleri. Okuyorum birkaç gündür. Hangi padişah, II. Mehmet, III. Mehmet, III. Murad, hangi yazmaları okumuş? Hangi yazmaları istetmiş okumak için? Onlar kaydedilmiş Osmanlılar tarafından. Onlarla ilgili bilgiler var bu Sarayın İmgeleri kitabında. Topkapı Sarayı’nda bugün de çok kıymetli ve zengin bir kütüphane var. Oraya geldi ve orada yıllarca şehzadelere ders veren böyle bir adamın, Vanî Mehmed Efendi’nin eline geçti bu kitap ve sonra da onun çocuklarına. Çocukların da hemen hepsi önemli görevlerde bulunmuşlar. Derken altıncı göbekten torununa geldi. Benim tahminim böyledir. Bugünlük bu kadar diyelim ve burada konuşmamızı bitirelim.