EFSANELER: RİZE, SAKARYA, SAMSUN, SİİRT, SİNOP, SİVAS, TEKİRDAĞ, TOKAT, TRABZON, TUNCELİ'YE AİT EFSANELER..

RİZE

Gelin Kaynana Efsanesi

Vaktiyle çok yaşlı bir kadın uzak bir köyden gelin getirir. Gelin çok huysuz ve uyumsuz birisidir. Kendisi at sırtında düğün kafilesi ile birlikte gelirken köye yaklaştıklarında kaynanasına haberci göndererek evin anahtarlarını kendisine gönderip teslim etmesini ister. Gelinin bu hareketine son derece üzülen yaşlı kayınvalide ellerini açarak; “Ya Rabbi, bu kötü gelin ile beraberindekileri olduğu yerde taş eyle” diye beddua eder. Yaşlı kadının bedduası anında tutar ve gelin at üzerinde olduğu halde beraberindekilerle birlikte oldukları yerde taş kesilirler.
Bu efsanenin geçtiği kabul edilen yer konusunda farklı görüşler ortaya atılır. Bunlardan birisi Hemsin ilçesinin Akyamaç Köyü civarında olduğu şeklindedir.

Nolaçveri Efsanesi

Olay Gündoğan Köyünde geçer. Zengin kızı olan Nazlı ile Amansız Ali sanıyla anılan biri birbirlerine aşık olurlar. Kızın babası Nazlı’yı Ali’ye vermeye razı gelmez. Nazlı ile Ali, anlaşarak köyden tenha bir yere kaçarlar. Gittikleri yerde yiyecek bulamayan sevdalılar günlerce aç kalırlar. Bitkin vaziyette saklandıkları yerden aşağıya doğru derenin kenarına varırlar. Dereden su içerler. Derin bir of çekerek: “Bu dağları duman kaplasın, akan dereler de kurusun” derler ve orayı terk ederler.
Efsane bu ya; günlerce Nazlı ile Ali’yi aramışlar. Birgün ormanlık bir yerde birbirlerine sarılmış vaziyette bulmuşlar. Bunları alıp götürmek istemişler ama nefesleri ile çıkan alev etrafı yakıp kül etmiş. “Yanmış yer” anlamına gelen Nolaçveri buraya isim olmuş.
Dede ve ninelerimizden duyduğumuza göre eskiden “Cazı” diye bir yaratık varmış. Bunun en büyük özelliği gece karanlıkta çeşitli şekillerde görünür, özellikle süt bebeklerini uykuda yakalar, diri diri ciğerlerini çıkarıp yermiş.
Vakti zamanında evin birinde bir gelin, beyi ve kaynanası ile mutlu bir şekilde yaşarlarmış. Bir gün gelinin nur topu gibi bir çocuğu dünyaya gelmiş. Zavallı anne ve baba daha sevinçleri kursaklarında iken iki gün dolmadan bebek, ağzı kan revan içinde ölmüş. “Allah emri ne yapalım” diyerek anne-baba çocuğu mezara gömmüşler. Yıllar sonra ikinci çocukları olmuş. Ama aynı şekilde o çocuk da iki gün yaşadıktan sonra birinci çocuk gibi ölmüş. Artık anne-baba ne yapacaklarını şaşırmışlar. Gel zaman git zaman üçüncü çocukları dünyaya gelmiş. Ancak çocuğun annesi lohusa halinde gece yatağında uyurken bir ara bir örümceğin hızla bebek üzerine gittiğini görmüş. Elini vurup onu öldürmek istemiş. Ne varki örümcek düşmüş bir ayağı kırılmış. Uyku halindeki anne “sen artık ölürsün” diyerek örümceği bırakıvermiş. Yatağında uyuyan gelin her zamanki gibi sabah erkenden kalkmış, ateşi yakmış ve hayvanların bakımı için ahıra gitmiş. Eve dönünce kaynanasının daha kalkmadığını görmüş. Çünkü kayınvalidesi ondan çok daha önce kalkar ve işleri yaparmış. Ne ise vakit epeyce geçtikten sonra gelin kayınvalidesinin odasına girmiş. Kayınvalide “hastayım gelinim kalkamıyorum” demiş. Gelin “ilaç getireyim de iç” diyerek ilacı içirmiş. Kayınvalide ilacı içtikten bir müddet sonra tuvalete gitmek için yatağından doğrulmak istemiş. Ancak “Ah bacağım” feryadı içinde tekrar yatağa düşmüş. Bunu gören gelin durumu anlamış, hemen beyinin yanına koşmuş ve durumu bütünüyle anlatmış.
İşin sonunda o nur topu gibi bebeklerin ciğerini kazıyıp kanını içenin bu kaynana olduğu, babaannenin bir cazı olup örümcek şekline bürünmüş olduğu apaçık ortaya çıkmış.

Hala Deresi Efsanesi 

Zamanın birinde kendisine yurt tutup oturacak yer arayan bir aile. Ayder yolu üzerinde boş bir yer bulur. Oraya yerlesir. Aradan yillar geçer. Bir gece derenin karsisinda sönük bir isik görürler. Uzun zamandır, yalniz yasadiklari bu yerde bir komsu sahibi olmak onları sevindirmis, tanismislar. Kendilerinin Hala isimli bir kizlari varmis. Komsunun da bir oglu. Zamanla birbirlerine asik olup, nisanlanmislar. Oglan evlenme parasi kazanmak için gurbete gitmis. Gidis o gidis oglan`dan üç dört sene ses seda çikmayinca uimut kesilmiş, kiz bir baskasina nisanlanmis. Dügün dernek kurulmus. Tam dügün gününde düğün evine oglanin gurbetten döndügü haberi ulasmis. Kiz bunu duyunca eski sevgisi depreşmiş. Gelinligi ile dügün evinden kosa kosa çikmis. Dere geçilecek gibi degilmis. Ama o heyecanla kendini dereye atmis. Dere o kadar azginmiski, karsiya geçmeyi basaramamis. Dere almış götürmüs Hala Gelini. O gün bugündür derenin adi Hala Deresi, Köyün adi da Hala Köyü olmuş.

*

SAKARYA

Ana Tanrıça

Mitolojiye göre, Friklerin Ana Tanrıçası Kibele'nin kocası Atis'i, Sakarya nehrinin kızı Nana doğurmuştu. Nana, Sakarya'nın güzellikte eşsiz kutsal perilerinden biriydi. Bahar geldi mi Sakarya nehri açılıp saçılıyor, su perileri, yeşeren toprakların dallarında, çiçeklerinde, güzel kokularla tabiata kucak açıyorlardı. Nana, böyle bir bahar günü, çiçekli bir badem ağacına 'şık olmuş, beyaz bir badem içini bağrına basarak gebe kalmış, sonunda Atis, ya da Temmuz'u doğurmuştu. Temmuz ayı, adını buradan almaktaydı. Ana Tanrıça Kibele'nin şehri, bugün Sivrihisar'ın on iki kilometre güney doğusundaki Pessinus olarak bilinir. Bugün, bu şehrin yerinde arkeolojik kazılar yapılmakta ve Kibele tapınağı meydana çıkarılmaktadır.Eskiçağ Anadolu efsanelerine göre, Kibele aynı zamanda hayat ve bereketin tanrıçasıydı, tabiatın anası sayılıyordu. İlkbaharda kız, yazın çeşitli ürünleri doğuran ana oluyordu. Kibele'ye ay tanrıçası gözüyle de bakılıyor, ay hilâl şeklindeyken kızı, dolunayken gebe kadını temsil ediyordu. Sakarya da Anadolu tapınağının damarında dolaşan, ona can veren, güç kazandıran kan misali bir hayat kaynağıydı. Bundan dolayı Sakarya nehri yüzyıllar boyu kutsal sayılmış, susuz, bağrıyanık Anadolu toprağını sulamış, geniş ovaları, yaylaları kıvrım kıvrım dolaşarak Karadeniz'e kavuşmuştur.


Sapanca'nın Efsanesi

Günün birinde Sapanca'ya bir ermiş gelir.Selam verir selamını alan olmaz.Konuk olmak ister kimse konuk etmek istemez.Akşama yorgun argın kasabadan dönerken uzaktan ışık sızan küçük bir kulübe görür.Bir adım daha atacak gücü kalmamıştır.Kulübeye varır,kulübede geçimini sapan yaparak sağlayan iyi yürekli bir insan yaşamaktadır.Ermişi güler yüzle karşılar:buyur eder."Hoş geldin safalar getirdin aşı şimdi ocaktan indirmiştim Tanrıdan bir misafir istiyordum sen geldin" der ve en rahat köşeye misafirini oturtur.İzzeti ikramda bulunur.Daha sonra da yatacak yer gösterip yatırır.Davranışı ermişi çok memnun etmiştir.
Ertesi gün erkenden kalkarlar.Ermiş teşekkür edip izin ister ve yola koyulur.Sapancı da karşı tepelere değin onu uğurlar.Dönüşte aşağıdaki kasabayı göremez.Yerinde kocaman bir göl olmuştur.Küçük kulübesinden başka ev kendisinden başka insan kalmamıştır.
Kasaba tüm kötülükleriyle yok olmuştur.O günden sonra göle Sapancı Gölü denilir.Zamanla da bu Sapanca'ya dönüşür.

*

SAMSUN

Kızılırmak Efsanesi

Kızılırmak’ın bir tarafından öbür tarafına gelin gidecekmiş. Gelin ailedeki yedi kardeşten tek kız imiş. Kızı ailesi ata bindirmiş. Kızılırmak’ın öbür tarafından gelen seymen alayı gelini alıp yola çıkmışlar. Düğün alayı Kızılırmak Köprüsü’nün üzerinden geçerken köprü seymen alayının ağırlığını çekemeyip çökmüş. Gelin ve düğün alayına katılanların çoğu ölmüş. Kurtulanlardan bazıları gelinin ailesine, bazıları ise erkeğin ailesine haber götürmüşler. Bu haberi duyup, gelinin ailesinden gelen kardeşi köprünün başında şunları söylemiş:

Yedi kardeştik de bindirdik ata
Köprünün başında oldu bir hata
Aldırdık gelini Kızılırmak’a
Ne yaptın Kızılırmak ne yaptın allı gelini
Gelini gelini de Türkmen torunu

Köprüden geçerken köprü bükülüp çöktü
Bütün seymen Kızılırmak’a düştü,
Bu hali görenin hep aklı şaştı
Ne yaptın Kızılırmak ne yaptın allı gelini
Gelini gelini de Türkmen torunu

Davulcusu kaya başı dolaşır
Seymeni koyun gibi meleşir
Damat Bey’e kara haber ulaşır
Ne yaptın Kızılırmak ne yaptın allı gelini
Gelini gelini de Türkmen torunu

Haber damat tarafına ulaşınca damat koşarak gelip, köprünün başında şunları söylemiş:
Bileydim de nazlı yare varaydım
Atının başından tutup yedektim
Düşüyorum dedikçe de sıkı sıkı tutaydım
Ne yaptın Kızılırmak ne yaptın allı gelini
Gerdanı beş karış benim yarimi

Damat bir süre sonra kendinden geçip, sersemleşir ve şunları söyler:
Avcıyı getirin de şu kartalı vursun
Dalgıcı getirin de gelini bulsun
Cerrah getirin de Damat Bey’in halinden bilsin
Ne yaptın Kızılırmak ne yaptın allı gelini
Gerdanı beş karış benim yarimi
 Bir süre sonra düğün alayından ölenleri bulmak için birçok kişi Kızılırmak boyunca dizilip ölenleri aramışlar. Bulanları köylüler kendi köylerine götürüp toprağa gömmüşler. Sonunda da bu olay günümüze kadar gelmiştir.

Karacaoğlan Efsanesi


 Yukarı Karacasu Köyünün sınırları içinde, Karacaoğlan tepesinde, moloz taslarla üçgen seklinde yapılmış bir mezar vardır. Halkın “Karacaoğlan ziyareti” diye adlandırdığı ve adaklar adandığı bu ziyaretin efsanesi şöyledir.

Rivayete göre Karacaoğlan bir ağanın kuzu çobanıdır. Vaktin birinde ağa hacca gider. Yolda giderken cani helva çeker ve “su bizim hanimin helvası olsa da yesem” der. Ağa bunları hac yolunda düşüne dursun, Diger tarafta Karacaoğlan ağanın evine gelip ağanın karısına “ağam helva istedi, yapta götüreyim” der. Ağanın karisi içinden “ağa hacda, çobanın cani helva çekti, bana da söylemeye kıyışamadı. Böyle bir yalan söyledi” diye geçirir. Helvayı yapar bir tasın içine koyup çobana verir.
Ağa yolda giderken bir bakar ki kendisine bir tasın içinde helva uzatılıyor. Ağa tası alır, bakar ki bu tas evindeki tastır. Ağa olup bitenlere bir anlam veremez ama helvayı da yer. Helvayı yedikten sonra tası çantasına koyup yoluna devam eder. Ağa hacca gider, görevini yapar ve köyüne geri döner. Evine geldiğinde hanımına yolda kendisine gelen tası sorar. Hanımda Karacaoğlan ile arasında geçen konuşmayı anlatır ve “Tası ona vermiştim, daha getirmedi” der. Bunun üzerine ağa kendisini ziyarete gelenlere dönerek “keramet Karacaoğlan ‘dadır. Gidin onun elini öpün “ diye söyler. Böylece Karacaoğlan yörede “keramet sahibi “ olarak tanınır.
Karacaoğlan bir gün yine kuzuları otlatmak üzere dağlara doğru gider. Ancak ecel, Karacaoğlan bir tepenin üstünde yakalar. Karacaoğlan öldüğü tepede defnedilir. Karacaoğlan tepesi ve ziyareti bundan sonra halk arasında kutsal kabul edilir Olur yöresinde Karacaoğlan ile birlikte “Sari Baba” ve “Horasan Baba“ ziyaretleri de halk arasında adakların adandığı yerlerdir. Hatta bu üç şahsın birbirleriyle kardeş oldukları söylenir. Bunların bulunduğu bölgeye “Üç ziyaretler“ denir ve kutsallığına inanılır.

*

SİİRT

Cudi Dağı'na ilişkin Efsane

Siirt'in güneyinde Hakari sınırlarındaki Cudi Dağı,Nuh Peygamber'in gemisinin tufandan sonra karaya çıktığı yerdir.Şirnak İli'nin güneyindeki dağdan inen Nuh Peygamber ve oğulları yaşamı yeniden burada başlatmışlardır.Nuh Peygamber'in Cudi Dağı'nı aşıp Şırnak'ı da kurduğu söylenir.Bir zamanlar Şehrin Şehr-i Nuh adıyla anılması bundandır.Günümüzde Haziran ve temmuz aylarında Cudi Dağları'na çıkılır.Geminin oturduğuna inanılan tepe ziyaret edilir.söylenceye göre Nuh'un Karaya çıktığı vakit kurban kestiği yerde burasıdır.

*

SİNOP

Bey kızı söylencesi

Sinop Beylerinden çok güzel bir kızı vardır.Dönemin ünlü bilginlerinden ders alan kız,ilmiyle çevresinin ilgi ve hayranlığını kazanmıştır.

Günün birinde bey,kızını evlendirmeye karar verir.Ülkesinin her yanına tellallar salar:

"Kızımla evlenecek yiğit,kızım gibi bilgili olmalıdır.Üç ay sonra yapılacak sınavda kızım tek soru soracak ,bilen damadım olacaktır.

Ülkenin kendine güvenen beyleri delikanlıları büyük bir hazırlığa girişir.Gün gelir çatar herkes kızın karşısına dizilmiştir.Aralarında saz benli bir delikanlı dikkatini çekmiştir.Herkesin heyecanına karşın delikanlı bir an gözlerini kızdan ayırmaz,kız da onu görmüş ve dikkatini çekmiştir.

Sınav başlar kız sorusunu sorar "Evrende bilgiden üstün ne vardır?" Herkes sırayla yanıtlar.Sıra saz benizli delikanlıya geldiğinde gözlerini kızın gözlerinden ayırmadan "Sevda vardır ,sevda sultanım" der."Bilgiden de üstün Sevda vardır,Bilim sözdür,sözde kalır,bilim bilgidir,öğrenilir,Sayıysa sayı,Ölçüyse ölçüdür.Ama sevdan ne gözde ne kitaplardadır.Şu anda ben oyum.Sevdanın ta kendisiyim.Bunu benden başka kimse bilemez,kimse de okumakla öğrenmekle benim gibi olamaz."

Sarı kum gölü efsanesi

Bir zamanlar, günümüzdeki Sarıkum Gölü'nün yerinde bir köy vardır.Günün birinde köye bir derviş gelir.Bir kaç kapı dolaştıktan sonra evinin önünü süpüren bir kadına "Açım beni doyur" der. Kadın kocasının değirmene gittiğini,unları,katıkları bulunmadığını çocuklarını kandırmak için ateşe külden çörek attığını söyleyince ermiş onu getirmesini söyler.Kadın getirir.Ermiş çöreği kırar,Çörek mis gibi buğday ekmeği olmuştur. "Çocuklarına ver yesinler" deyip kadını atının terkisine alır.Ardına bakmamasını söyler.Biraz gittikten sonra kadının aklına çocukları gelir.Dönüp bakar ki köy sular altında.Ağlayıp dövünmeye başlar.Sözünü tutmadığı için ermiş "taş ol" diye onu kargışlar.Kadın attan düşer,taş olur,köyün yerinde de Sarıkum Gölü oluşur.

*

SİVAS

Semertepe Efsanesi 

Koruköy sınırları içerisinde ve köyün doğusunda bulunan bir tepedir. Belli mevsimlerde burasının yemyeşil olması nedeniyle, ziyaret edenler için bu ziyaret yeri, hayatı, canlılığı, insanın içindeki yaşama sevincini ifade etmektedir.
Rivayete göre, Allah dostlarından bir ermişin yolu bu bölgeye düşer. Ziyaret tepesi denilen bölgede otların içerisinde hayvanının semerini kaybeder. Sonra semersiz olarak yoluna devam eder. O gece köyden birisi rüyasında, semerini kaybeden kişinin aksakallı birisi olduğunu görür. O şahıs kendisini, tepede semerini kaybeden kişi olarak tanıtır. Bu civarda yaşayanlar, semerini kaybeden ve rüyaya giren kişinin Seyyit Battal Gazi Hazretleri olduğuna inanırlar ve bu inanç günümüze kadar da devam eder. Bu nedenle bu ziyaret yerine semertepe ziyareti adı verilmiştir. Ziyaret olarak bilinen bu tepede bir ağaç, ağacın yanında da bir çeşme bulunmaktadır.
Söz konusu ziyaret yerinin, o bölgedeki Borular, Koruköy, Altınca, Kılıçlar, ve Delice köyleri tarafından ziyaret edildiği belirtilmektedir. Ziyaretçiler, Hıdrellez ve Nevruz bayramlarında ailecek bu tepeye gelirler. Gelirken imkanları ölçüsünde yanlarında kurbanlarını, yiyecek ve içeceklerini getirirler. Herkes getirdiği kurbanını kesip onun etiyle beraber getirdikleri yiyecekleri yiyerek şifalı olduğuna inandıkları çeşmeden su içerler. Bolluk ve bereket getirsin düşüncesiyle ziyaret edilen yere para atarlar. Sağlık ve mutluluk getirir inancıyla, ziyaretin toprağından yerler. Genç kızlar, kısmetlerinin açılması, işsizler de iş sahibi olabilmeleri için ağacın dallarına çaput (ip) bağlarlar (Batıl inanış ama). Ayrıca özellikle Haziran ayında olmak üzere Hızır-İlyas orucu tutanların tuttukları oruçları bu tepede açmayı makbul saydıkları verilen bilgiler arasındadır.

*

TEKİRDAĞ

Barbaros Yolunun Efsanesi 

Tekirdağ’a bağlı deniz kenarında bir köy olan Barbaros’da bir bey yaşarmış. Barbaros Beyinin dünyalar güzeli bir kızı varmış. Kızı gören Tekirdağ Beyinin oğlu Barbaros beyinin kızına gönlünü kaptırmış. Babasına kıza aşık olduğunu ve onu istemesini rica etmiş. Barbaros Beyi Tekirdağ Beyine kızını bir şartla vereceğini söylemiş. Bu şartta Tekirdağ’dan Barbaros’a kadar denizin hemen yanından bir yol yapılmasıymış. Tekirdağ Beyi yolu yaptırmış. Böylece çocukları birbirleriyle evlenmişler. Bir gün Tekirdağ’dan Barbaros’a giderken deniz çok dalgalıymış. Deniz kenarındaki yolda giden araba, atlar ve iki genç dalgalara kapılarak uçsuz denizde boğulmuşlar. Barbaros Beyi yolun yapılmasını istediği için gençlerin ölümünden  kendini sorumlu tutmuş.
O zamandan beri denizin içinde taşlardan bir yol bulunmaktadır. Kral Yolu da denilen Barbaros Yolunun  bazı kısımları çökmüş ve üzerini midyelerle yosunlar kaplamıştır.

*

TOKAT

TAŞ GELİN EFSANESİ


Yaylacık Dağı Akbelen (Bizeri ) yaylasındaki taş gelin hikayesi.

Erbaa’nın yaylacık dağına yakın bir köyünden Kazova’nın bir köyüne, çok güzel, sevimli, ahlaklı saygılı bir kız gelin verilir. Beyi çok sevecen olgun efendi biriymiş. Fakat kayınvalidesi, kayınbiraderleri pek fena imişler. Geline iyi davranmamışlar.

Gelin sabırla onlarla iyi geçinmiş kendini sevdirmeye çalışmış. Mutlu yuvası varmış. Fakat gönlü sıla hasretiyle yanmaktaymış çünkü anne ve babasını beş yıl boyunca görememiş köyüne ziyarete göndermemişler. Köyünün havası suyu burnunda tütmektedir. Bu halde iken hamile kalır. Yine köyüne gönderilmemesi için bahane çıkmıştır. 

Bir oğlan çocuğu doğar, evladının sevgisi baba ocağına olan sevgisini azaltmaz bilakis daha fazla özlem duyar. Evlat sevgisi bu isteğini engeller. Zaten kayın validesi bu duruma çok sevinir. Köyüne göndermeyen o dur.

Canı kadar sevdiği oğlu altı aylık olunca köyüne gitmekte ısrar etmiş . Tam gelini köyüne götürecekleri zaman aniden beyi hastalanır. Yine sıla ziyareti ertelenmiştir. Ne yapsın o sevgi dolu yüreğine taş basmış beyine iyi bakıp hastalıktan iyileşmesine çalışmış. Fakat hastalığı iyileşeceğine daha da ilerlemekte imiş . Aradan üç ay geçmiş beyi vefat etmiş.

Hayat arkadaşını kaybetmenin üzüntüsüyle evine kapanmış, günlerce ağlamış. Onu sevenleri üzüntüsünün azalması için köyüne ziyarete gönderilmesini söylemişler. Beyinin yakınları onu kovmak için iyi bir sebep ortaya çıktığını söylemişler.

Nihayet bunca yıl sonra kayınvalidesi ve kayınbiraderleri bu güzel kadını çocuğu ile birlikte çeyizlikleriyle beraber bir ata bindirip Topçam dağı üzerinden kestirme yoldan gitmesi için zorlamışlar. Talihsiz gelini dağın zirvesine kadar getirip buradan sonraki yolu kendin git deyip geri dönmüşler. Güzel kadın aldatıldığını anlamış fakat ne yapsın çaresiz yoluna devam etmiş , Yaylacık dağı kırına geldiğinde içi biraz ferahlamış çünkü ormanlık alandan çıktığından kendini güvende hissetmiş bu sevinci çok sürmemiş yaylanın kıyısında gürgen ağaçlarının altında oturan eşkıyalar bu güzel gelini görmüşler hemen bunu yakalamak için peşine düşmüşler atını koşturmuş kaçmaya çalışmış kırda hayli atını koşturmuş atı koşmaktan çatlayıp ölmüş zavallı gelin çocuğu kucağında oturmuş ağlayarak şöyle ağıt söylemiş:

Topçam’ada çıktım başı dumanlı
Eşkıya da yoluma çıkmış eli kanlı
Kurtar Allah’ım kurtar bu gelini
Katilde merhamet yok ben ise gamlı

Eşkıyalar gelinin yanına yaklaşırken başlamış Allah a dua etmeye. Ellerini kaldırıp “Ya Rab beni bu zalimlerin ellerine düşürme, namusuma leke getirme, bu darda kalmış kulunu koru, ya beni taş et , ya da kuş et uçurda bana dokunamasınlar” diye duasına devam eder. Allah hemen onun bu duasını kabul edip o anda kendini ve çocuğunu taş kesiverir.

Eşkıyalar yanına geldiklerinde geline ellerine uzatırlar gelin ve çocuğu taş kesilmiştir. Kızarlar bellerindeki hançerlerini çıkarıp gelinin taş kesilmiş vücuduna vururlar. Çizdikleri her yerinden kanlar akar. Al kanlı taş gelin kayası asırlarca Yaylacık Dağı’nda Avlunlar yaylasıyla ile Akbelen yaylasının arasında bulunmaktadır. Eşkıyalar onun yanındaki kıymetli eşyalarını almışlar, fakat namusuna dokunamamışlar. Taş gelin hikayesi sabır, doğruluk ve metanetin simgesidir. Gelin kayası bakıldığında aynen bir kadın ve göğsüne bastırılmış bir çocuk halindedir. Vücudunun bazı yerleri kırmızı lekelidir. Define avcıları 1992 yılında altın bulmak için bazı yerleri kırılmış tahrip edilmiştir.
*

TRABZON

Meryem Ana - Sümela Manastırı'nın Efsanesi

Trabzon'un Maçka ilçesine bağlı Altındere Köyü yakınlarında Hristiyanlarca önemli bir manastır bulunmaktadır. Yunanca adı Panagia Sumela (Παναγία Σουμελά) veya Theotokos Sumela'dır
Panagia Meryem ana demektir ve aynı zamanda manastırın yakınlarındaki derenin de adıdır.


Sümela kelimesinin doğuşuna yani etimolijisine baktığımızda şöyle bir rivayet vardır. Karadenizli Hristiyan Rumlar Mela dağındaki mucizevi Panagia ikonosundan bir şey diledikleri zaman 'stou mela' diyorlarmış bu kelimenin de zamanla Sumela'ya dönüştüğü düşünülüyor ayrıca bu yüzden manastıra ‘Karadağın (Mela dağının) bakiresi' de denilmektedir.

Manastırın ne zaman yapıldığı bilinmemekle birlikte yaygın olarakanlatılan bir efsane şöyledir.

Atina'lı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryemin bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlar.

Bu efsanenin başka bir şekilde anlatımı da

İsa Peygamberin havarilerinden olan Lukas'ın bir tahta parçası üzerine çizdiği Meryem Ana resmi (ikona) yıllar sonra kendiliğinden Atina'ya uçmuş. Renginin koyuluğundan ötürü daha sonraları Kara Meryem, Kara Melek, Kara Madonna gibi adlarla ünlenen bu resim, Theodosius döneminde, 4'üncü yüzyılda Atina'dan ayrılmak istemiş.
İkona daha sonra melekler tarafından uçurularak, Maçka dağlarının yamaçlarındaki dağ kavuklarından birine yerleştirilmiş. O günlerde Barnabas ve Sophranios isimli keşişler rüyalarında Meryem Ana'yı görmüşler ve Meryem Ana keşişlere Trabzon'a gidip ikonanın olduğu kovukta kendisi adına bir kilise yaptırmalarını söylemiş. Keşişler deniz yolu ile Trabzon'a gelerek, Maçka dağlarının yamaçlarındaki taş kovuğu içindeki Meryem Ana ikonasını bulmuşlar.
Onlardan önce bu resmi gören yerliler, ikonayı yakmak istemişler, yanmamış. Balta ile parçalamak istemişler kırılmamış. Dereye atıp uzaklaştırmak istemişler, derenin suyu ikonayı sürüklememiş. Meryem Ana tarafından görevlendirilen iki keşiş, melekler tarafından ikonanın konulduğu kovuğa önce bir kilise, sonra bir manastır yapmışlar. Hayatlarının geri kalan kısmını Sümela'da geçiren iki keşiş, aynı gün ölmüşler."

Manastırın ortasında bulunan kutsal havuz için ise kutsal damla efsanesi adında şöyle bir inanç bulunmaktadır
Manastırın ortasındaki kutsal havuza, 30-40 metreden iri su damlaları değişik aralıklarla düşermiş. Kutsal olduğuna inanılan bu damlalar, yüzyıllar boyunca umutsuz hastaların ve kısırların umudu olmuş.

Tarih boyunca Müslüman, Hristiyan birçok hasta, efsanenin getirdiği umudu paylaşmak amacıyla manastırı ziyaret ederek zengin adaklar ve kurbanlar adayarak damla tedavisine girmişler.
Zincirli kaya
Arsin yeni yaylada bulunur. Uçurumlu bir kayadır. Kayalığın aşağıya yakın kesiminde bir mağara vardır. Mağaranın içinden değişik sesler gelir. Korkudan dolayı mağaraya girilmemektedir. Anlatan Metin Kurt (Fındıklı Köyü/Arsin)

*

TUNCELİ

Seyyid Kureyş ve Baba Mansur Efsanesi

Baba Mansur bugünkü Tunceli’nin Mazgirt ilçesine bağlı Muhundu köyünde bir ev inşaatına  başlamıştır. Fakat kimsesi olmadığından, tek başına evini yapmak mecburiyetinde kalır. Durum, Seyyid Kureyş’e ayan olur ve yardıma koşar. Baba Mansur’un ikamet ettiği Muhundu köyü ile Seyyid Kureyş’in ikamet ettiği Zeve köyü arası dört saatlik yoldur.
Seyyid Kureyş, yola çıktığı vakit “Kızıl Yılan” asasını eline alır ve eline aldığı anda da asa zehirli yılana dönüşür. Dağlık, ormanlık ve engebeli arazide ilerlemeye başlar. Muhundu köyü yakınına vardığında ziyankâr bir boz ayı (Kimi yerlerde aslan ile karşılaştığı anlatılır) ile karşılaşır. Ayı, Seyyid Kureyş’i görünce saldırır, şaha kalkar ve pençeleriyle hücum eder. İkisi arasında birkaç metrelik mesafe kaldığında, Seyyid Kureyş “Ya Allah” deyip, sağ elini ayıya doğru uzatır.Seyyid Kureyş’in elini uzatmasıyla ayının olduğu yerde durması bir olur. O an, Seyyid Kureyş ayının yanına gider ve eliyle sırtını sıvazlar. Sırtına binerek yoluna devam eder.
Baba Mansur kesme taşlardan ördüğü duvarları bir metre kadar yükseltir. O gün, ördüğü duvarın üstüne çıkar ve köşe taşlarını yerleştirmekle meşgul olur. Birden, vahşi hayvan bağırtısını işitir ve başını çevirip sesin geldiği tarafa baktığında, Seyyid Kureyş’in boz bir ayıya bindiğini ve “Kızıl Yılan” asasını da kamçı olarak kullandığını görür. O anda, kendi kendine:
“Seyyid Kureyş vahşi ayıya binmiş, Kızıl Yılan’ı eline almış, bizden keramet istiyor.” der ve ayağa kalkarak “Ya Kureyş’in Ceddi” diyerek üzerinde oturduğu duvara “Yürü” der ve o anda üstünde oturduğu duvar yürüyüp Seyyid Kureyş’in önünde durur.
Seyyid Kureyş, Baba Mansur’un üzerine oturduğu duvarı yürütüp geldiğini ve önünde durduğunu görünce, onun eline gider ve ikrar verir. O anda Baba Mansur:
“Benim senin eline gelmem gerek. Sen niye geldin?” diye sorunca, Seyyid Kureyş: “Benim bindiğim canlıydı, sen cansız duvara can verdin” yanıtını verir. Bu karşılaşmadan sonrada Seyyid Kureyş, Baba Mansur’un ikrarı olur.

Sultan Hıdır Efsanesi 

Rivayet edilir ki , bugünkü Pertek ilçesine bagli Merkez Dorutay köyü yakinlarinda yasli bir zat yasarmis. O tarihlerde bunlarin, buralarin kumandani olan Alâeddin Pasa ordusu ile birlikte buralarin denetimini yaparken aksam olur ve Dorutay köyü yakinlarindaki sultan gölü mevkiinde geceyi geçirmeye karar verir. Çadirlar kurullur , yerlesme baslar. O sirada Sultan Alâeddin’in yanina gelen gözcülerden biri “Sultanim su ileride çadira benzer bir sey ve içinde bir isik hüzmesi var ” der . Sultan Alâeddin de; gidin bkin bakalim. Kimler varsa gelip bana bilgi verin der. Iki tane atli asker bu çadirin yanina gönderilir. Askerler gelip bakarlar ki bir eski çadir ve bu çadirin içinde yasli bir zattan baska kimse yok.
Askerler sorarlar:
-Ihtiyar kimsin sen? burada ne isin var?
ihtiyar:
-Gördügünüz gibi bir ben-i Ademim, adim Sultan Hidir’dir der. Bir toprak güvecim , bir seccadem ve bir de atima yedirmek için bir miktar arpam var
Askerler:
-Biz Sultan Alâeddin’in askerleriyiz , seni sultanimiza götürmek istiyoruz , deyince bu defa ihtiyar , buralara kadar zahmet edip gelen sultainiza söyleyiniz buyursun misafirim olsun. Fakirhanemize seref versin.
-Iyi ama gelecek olan koca bir sultan. Yaninda bir hayli vezir , vezirâzam ve kumandalari var. Bunlari oturtmak için halin bile yok. Hem kaldi ki koca ordu, gelince ekmek ister , as ister . Bunlari nasil agirlarsin? Iyisi mi biz seni oraya huzura götürelim. Ihtiyar:-Tanri misafiri umdugunu degil buldugunu yer. Yüce Allahin izini ile mahçup olmayiz. Buyursunlar gelsinler diye cevap verir.
Askerler geri döner , durumu Sultan Alâeddin Keykubat’a anlatirlar. Alâeddin Keykubat da bu ihtiyari merak eder ve ertesi gün ihtiyari ziyare eder. Çadira gelir gelmez ihtiyar nezaketle sultani selâmlar ve altina seccadesini serer. Her gelen bu seccadeye oturur, fakat seccadenin bir kenari daima bos kalir. Sultan Alâeddin hayretler içinde kalir ve hayretini gizlemez , durumunu ögrenmek için seccadeye oturan vezir , kumandan ve askerlerine bir komutla “Ayaga kalk” der. Herkes ayaga kalkar. Sultan bakar ki yerde küçücük bir seccade var. “Otur” diye emir verir. Bakar ki yerde oturan kimse yok . Herkes seccadenin üzerinde oturmus. Hayretler içinde kalirsa da sesini çikarmaz.
Biraz sonra yasli adam topraktan yapilmis güvecin içerisinde bir miktar as oldugu halde Sultan Alâeddin’in önüne birakir.
Sultan:
-Baba erenler , bunu hangimiz yiyecegiz?
Ihtiyar da; Sultanim Besmele ile baslayin yemeye insallah hepinize kadar yetecek vardir. Diye cevap verir.
Sultan Alâeddin ve yanindakiler baslarlar yemegi yemeye , küçük güvecin içerisindeki yemek bütün askerler tarafindan yenilir. Herkesin karni doyar. Fakat yemek bit türlü bitmez. Sonra direkte asili bulunan dagarcik’in(kuzu ve oglak derisinin tabaklanmis, kurutulmus ismi) içindeki arpadan atlara arpa dagitmaya baslar. Bütün atlara arpa verildigi halde dagarciktaki arpanin hala bitmedigi görülür.
Sultan Alâeddin bu zatin ermis ve keramet sahibi bir zat oldugunu anlar ve ona: -Sen burada yalniz basina yasli bir ihtiyar olarak zor yasarsin. Ben sana askerlerimin içerisinden akilli, dürüst , itaatkâr asker verecegim. Bunlar ölünceye kadar senin emrinde ve hizmetinde olacaklar , der , 3 veya 5 askeri ve bulundugu bölgeyi de vakif olarak kendisine birakir ve vedalasarak ayrilirlar.
Rivayet olunur ki Sultan Alâeddin’in biraktigi 3 askerin isimleri Resul , Munzur ve Delil’dir. Bunlar yasli Sultan Hidir’in ölünceye kadar ona hürmet ve itaatte kusur etmezler. Sultan Hidir öldügü zaman Dorutay köyünün güneyinde ve köyün alt tarafinda fakirlik denen mevkiiye defnedilir. Ancak burasi köylüler tarafinfan temiz tutulmaz. Gübre dökülür , hayvanlarin yatak yeri yapilir.
Bir süre sonra bir Cuma gecesinin sabahinda bir de bakarlar ki oradaki mezar bugünkü Dorutay(eski ismi ile Zeve) köyünün ortasinda bulunan yüksek tepenin üzerine gelmis ve buradaki ulu agacin altinda mekân kilmistir. Bilahare üzerine Selçuklu Sultani tarafindan bugünkü türbesi yapilmistir.

Elti Hatun Efsanesi 

Tunceli ili Mazgirt ilçesi merkezinde bulunan Elti Hatun Türbesi 14. yüzyıl eseri bir kümbettir. İçinde ikisi büyük , bir tanesi de küçük olmak üzere birbirine yapışık üç tane mezar bulunur. Mazgirt ilçesi ve yöresi uzun süre Akkoyunlular’ın idaresinde kalmıştır. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yanında bulunan kız kardeşi Elti Hatun hastalanır. Artık öleceğini tahmin eden kadın , kardeşi Uzun Hasan’a: Ben yılandan çok korkarım. Şayet ölürsem benim tabutumu yere gömme. Bana bir kümbet yapıp tabutumu burada astır, diye vasiyette bulunur. Kardeşinin vefatından sonra isteğini yerinne getiren Uzun Hasan bugünkü Elti Hatun türbesini yaptırır ve içerisine uzunca bir zincir asarak kardeşinin tabutunu havada kalacak şekilde bu zincire asar.
Rivayete göre ertesi gün kız kardeşinin mezarını ziyarete gelen Uzun Hasan türbenin kapısını açar açmaz kız kardeşinin tabutuna sarılı büyük bir yılan görür ve irkilerek geri kaçar. Tanrı Buyruğuna karşı gelinmez. Mukadderata boyun eğmek lazımdır, diyerek havada asılı duran tabutu zincirden indirir ve toprağa defnettirir. Zincir hala kümbetin tavanından aşağı ucunda dört halkası ile sarkık durmakta, mezar da zincirin tam altında kümbetin ortasında yer almaktadır. Sekizgen şeklinde yapılan Elti Hatun Türbesi’nin yanında bir de çeşme olduğu söylenmekte ise de izine raslanmamıştır.
Türbeye ait bilgileri içeren kitabenin restoresi sırasında muhafaza altına alınacağı kaydıyla ilgililer tarafından götürüldüğü söylenmektedir.
Türbenin içerisinde bulunan iki büyük bir de küçük mezarın bir tanesinin Elti Hatun’a bir tanesinin Uzun Hasan’ın annesine , bir tanesinin de Uzun Hasan’ın yeğenine it olduğu rivayet edilmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.