MUHYİDDÎN-İ ARABÎ KİMDİR?

HAYATI HAKKINDA KISA BİR GİRİŞ



Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin, Suriye, Şam-SALİHİYE'DEKİ TÜRBESİ!






Muhittin Arabi Hz. Daha doğmadan önce bir olay gelişir ki, bu olay anlatıldığında onun kim olduğu hakkında bir ön bilgi edinmiş oluruz.
Bu olay Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylani Hz. leri zamanında meydana gelmiştir.
Muhittin Arabî Hz. nin babasından rivâyet olunur ki: Cenâb-ı Hak bu zâta her türlü nimet ve devlet ihsan buyurduğu halde kendisine vâris olacak bir erkek evlâdı olmadığına çok müteessir olduğu için şimdiki İspanya olan Mağrib’de birçok evliyanın himmetlerine başvurmuş, malesef hiçbir zâtdan derdine derman olacağına dair müjde alamamış.
Çok zamanlar evlâd hayaliyle kalbi rahatsız olan bu zâta günün birinde bir meczûb-u ilâhi rastgelir ve ona der ki:
“Sana himmet ve inâyet, derdine derman ancak Hazreti Gavs-ı A’zam Abdülkadir Efendimiz’den olacaktır. Hemen Bağdat’a git, Cenâb-ı Gavs’a müracat et. Zira şimdiki zamanın tasarruf sahibi odur. Senin muradını Cenâb-ı Hak, O Zât’ın sayesinde ihsan buyuracaktır.”
Muhiddin-i Arabi Hz. Ali bu müjdeyi alır almaz derhal Bağdat’a sefer eder ve şehre girince doğruca Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylani Hz.lerinin huzuruna varıp el öper ve kendisi hiçbir şey söylemeden Hazreti Pîr kendisine der ki:
“Senin için erkek evlâd mukadder değildir. Biz nereden sana erkek
evlâdı bulup verebiliriz?”
Muhiddin-i Arabi Hz. Ali bu kelâmı işitince Hazreti Pîr’den şöyle niyazda bulunur:
“Sultânım! Nasîbimde erkek evlâdı olmadığını biliyorum. Fakat sizin, Hakk’ın izniyle her şeye kaadir olduğunu ve bana bir evlâd vermek kudretinde bulunduğunu da biliyorum. Gavsiyyetinize sığınan benim gibi âciz bir insanın lûtuftan mahrum edilmeyeceği kanaatindeyim. Cenab-ı ilâhiden bana çok hayırlı bir evlâd ihsân edilmesini sizin
kereminizden istirham eylerim. Zira, İlahi sohbet yerine başvuranlar, ümitsiz olarak geri dönmezler.”
Gavs-ı A’zam bu ihlaslı adamın hatırını memnun etmek için:
“Yâ Muhiddin-i Arabi Hz. Ali! Zürriyetimde bâkî kalan son evlâdımı İlahi kudret ile sana bahşettim.” deyince, Muhiddin-i Arabi Hz. Ali çok memnun kalarak, memleketi olan Mağrib şehrine döner. Bu manevî ilâhi sır ile Cenâb ı Hak da hikmetle tecellîsini gösterir. Bir müddet sonra Muhiddin-i Arabi Hz.ü’ş-şüyûh (Muhiddin-i Arabi
Hz.lerin Muhiddin-i Arabi Hz.i) Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri doğar.
Özetle bu İslam ümmeti içinde Cenâb-ı Hak iki Muhyiddin yaratmıştır ki, biri peder-i manevî Gavs-ı A’zam Seyyid Sultan Muhyiddin Abdülkadir-i Geylani, diğeri de O’nun manevî evlâdı olan Kutbü’l-Aktâb Hazreti Muhyiddin-i Arabî’dir. Bu iki Zât’ın evliyaullah
arasında kadir ve kıymetleri pek yüce ve mukaddesdir.
Allah O’nlardan razı olsun.

Gavs- A’zam Seyyid Muhyiddin Apdülkadir Geylani Hz.’leri vefatından evvel arkadaşlarına şöyle buyurmuştur: “Şu hırkayı alın, Mağripten gelecek aziz bir vücuda verin, o, Muhiddin-i Arabi’dir.”demiş, vefatından nice yıllar sonra bu hırkayı Muhiddin-i Arabi Hz.'lerine vermişlerdir. Muhiddin-i Arabi Hz.'leri de aynı hırkayı üvey oğlu,
çok sevdiği Sadrettin Konevi Hz.’lerine vermiştir.

İbn-i Arabi Hz, Endülüsün Mursiya kasabasında 7 Ramazan 560 (7-Ağustos-1165) yılında doğmuştur. 8 yaşında iken Mursiya’dan İşbiliye’ye taşınmışlar ve ilk tahsiline İşbiliye de başlamıştır.
Gençliğinin bir devrinde bazı valilere katiplik yaptığı bilinmektedir. Küçük denecek yaşta iken şiddetli bir hastalığa yakalanmış, hastalığın tesiriyle bayılmış ve kendisini ölü
sanmışlar. Bu hastalığı Futuhat-ı Mekkiye isimli eserinde şöyle anlatır: “Bu esnada çirkin suratlı kimselerin kendisine eziyet etmek istediklerini, buna karşılık güzel yüzlü ve kokulu bir şahsın kendisini kurtarmaya çalışıp, ötekileri dağıttığını görmüş, bu şahsa kim olduğunu sorunca, “Yasin suresi” cevabını almıştır.
Kendisine gelince, babasının başı ucunda ağlayarak, Yasin suresini okumakta olduğunu görmüş. Bu ve buna benzer olaylar hayatı boyunca defelarca tekrarlanmış ve onun tasavvufi fikirlerinin esaslarından birini teşkil etmiştir. Herhangi bir şeye delalet eden isimler ona bir insan şahsı gibi görünmüş ve bu insan kendisine türlü konular
hakkında bilgi vermiştir. Bu hadiseden bir süre sonra İbn-i Arabi Hz. Bir süre halvete çekilmiş, her sahada, bilhassa Tasavvufi marifetler sahasında hiç bir şey bilmezken, şahıs olarak görünen isimlerin telkini ile halvetten herşeyi bilir olarak çıkmıştır. Bu
halini gören babası onun yakın dostu, zamanın en büyük felsefecilerinden biri olan İbn-i Rüşd’ün yanına bir iş bahanesiyle göndermiştir.
İbn-i Rüşd, İbn-i Arabi Hz.’lerini görünce, ona sarılmış ve “Evet” demiş, kendiside buna “Evet” cevabı vermiştir. İbn-i Rüşd anlaşıldığına sevinirken, İbn-i Arabi Hz.’lerinin “hayır” demesi üzerine, canı sıkılmış, rengi atmış, felsefesinin yalnış olup-olmadığından şüpheye düşerek, ona şu suali sormuş:
-“İlham ve keşf ile nasıl bir netice elde ettin? Bu bizim mantıklı düşünce ile elde ettiklerimize uyuyormu?”
-İbn-i Arabi Hz.’leri buna: -“Evet, Hayır. Evet ile hayır arasında ruhlar bedenlerinden, boyunlar gövdelerinden ayrılır.” cevabını vermiştir.
Bunun üzerine İbn-i Rüşd, sararıp titremiş, böyle bir kimse ile görüşmeyi nasip ettiği için Allah’a hamd ve şükür etmiştir. O zaman İbn-i Arabi Hz.’leri henüz 18 yaşında idi. Kendisine vakıf olan ilhamlara rağmen, İbn-i Rüşd’ün yüksek düşünce ve bilgilerini kabul eden İbn-i Arabi Hz.’leri, onu bir daha görmek istediği halde, bunun mümkün olmadığını, aralarına gerilen bir perdenin (Hicap) buna engel olduğunu söylemiştir. 1194 yılına kadar, her ne kadar Endülüs ve Kuzey Afrika’nın bir çok şehirlerini dolaşıp, bu şehirlerdeki çeşitli tasavvuf büyükleriyle görüşsede esas olarak İşbiliye’de kalmış, 1194 yılında Tunus’a, 1195 yılında da Fas’a gitmiş, 1199 yılında Kurtuba’da İbn-i Rüşd’ün cenaze töreninde bulunmuştur.
Yanında bulunan arkadaşının dikkat çekmesi ile Marakeş’ten gelen cenazenin bir hayvan üzerinde, bir tarafında cenaze, bir tarafında eserleri olarak dengeli bir biçimde olduğunu görmüş ve arkadaşına, “Ümitlerinin gerçekleşip-gerçekleşmediğini ne kadar
bilmek isterdim.” demiştir. 1201 yılında Magrip şehrinde iken, Hz. Hızır ile Musa’nın (A.S) makamına erişmiştir. Buradan, Tunus’a, geçmiştir. Tunus’tan Mısır’a gitmek üzereyken yol üzerinde, sazlıklar içinde ömrünün 30 yılını geçirmiş bir adama tesadüf etmiş. Adamın hali hoşuna gittiğinden onunla 3 gün kalmış ve onunla birlikte ibadetle meşgul olmuştu. Adam her gün denizden 3 balık tutar, birini yer, birini azat eder, birini de misafire ikram edermiş. Ayrılacağı zaman Muhittin Arabi Hz.’lerine nereye gittiğini
sormuş, Mısır’a gideceğini öğrendiğinde gözleri dolarak, “Ah! Benim de üstadım Mısır’dadır. Ona git ve benim selamımı söyle, bana biraz hikmetli sözler ve nasihat iste” demiş. Muhiddin-i Arabi Hz.'leri hayretler içinde, bu dünyadan elini eteğini çekmiş bir kişinin nasıl olupta hala nasihat ve hikmetli söze ihtiyacı olacağını düşünerek Mısır’a varmış ve bahsettiği üstadın sarayını bulmuş. Üstadı, debdebe ve tantana içinde bir dünya ehli gibi yaşarken bulmuş, kendisinden, o şahıs için nasihat istediğinde; üstadı:
-“Ona git söyle, gönlünden dünya muhabbetini silsin.” Demesiyle hayret ederek bir süre sonra, o şahısla karşılaşıp üstadının söylediğini aktarınca, bu dünyadan elini çekmiş gibi
görünen şahıs derin bir ah çekerek “Ben otuz küsür senedir burada ibadet ediyorsam da hakikatte gönlüm dünyadadır. Üstadım dünya ziynetleri içindeyse de kalbinde zerre kadar dünya sevinci ve kederi yoktur. Ey Muhittin! işte bizim hakikatte farkımız budur” demiştir.
Bu hikayeden bize ders; insanlık cemiyet hayatı üzerine kurulmuştur. Kalbin arınması da yine insanlar arasında yaşıyarak ve Allah’ın isim ve sıfatlarının zuhurunu müşahede ederek tefekkür ve kalb temizliğinin, yüzlerce yıl halvette kalmaktan daha önemli bir irfan yolu olduğudur.
Muhiddin-i Arabi Hz.'leri bir yıl sonrada Tunus’tan gemi ile Mısır’a geçmiş. Mısırda; Taki Al-din b. Abdulrahman’ın elinden Hızır A.S’ın hırkasını giymiştir. Buradan Kudüs’e geçmiş, Kudüste bir kaç gün kalarak, yürüyerek Mekke’ye gidip Hacc’ını yerine getirmiştir. Burada iki yıl kalarak manevi hallerinin en yüksek noktasına
erişmiştir. Mekke’de kaldığı iki yıl boyunca sık sık Kabe’yi tavaf edermiş. Bir seferinde Kabe’yi tavaf ederken, herkezin gölgesini olduğu halde, çok uzun boylu bir adamın gölgesinin olmadığını farketmiş. Uzun boylu adam tavaf ederken; -“Bizler de sizler gibi bu beyti tavaf ediyoruz” dermiş.
Yanına yaklaşıp, kim olduğunu sorduğunda:
- Ben senin büyük atalarındanım, demiş.
- Sordum:
- Hangi asırda yaşadınız?
- Kırkbin sene evvel vefat etmiştim.
- İnsanın atası olan Adem’in (A.S) altıbin sene evvel halkolunduğunu söylerler.
- Sen hangi Adem’den bahsediyorsun? Bil ki; insanın ilk atası olan Adem’den evvel yüzbin Adem gelip geçmiştir.” dedi.
1202 yılında Allah’a kendi kendine söz vererek oruca başlamış ve üç ay boyunca hiç bir şey yemiyerek ve içmiyerek, Allah’ın ona açtığı ilahi bilgilerle kendisinden hiç bir şey katmıyarak fütuhat-ı Mekkiye adlı eserini yazmıştır. Bu üç ay süresince Kabeyi tavaf
ederken, zemzem, kulak ile duyacak şekilde, kendisinden su içmesini isterdi. Fakat kendisi, Ulhi yakınlığın son noktasına geldiği bu haller içerisinde, onu dinlemenin bu hali sona erdirecek bir perde olacağını düşünerek, Zemzem’e susmasını söylerdi.
Bir rivayete göre Fütuhat-ı Mekkiye’yi tamamladığı vakit, sayfalar halinde onu Kabe’nin damına koymuş. “Eğer bu kitapta benden bir kelime varsa, bu sahifeler kaybolsun” demiş, bütün kış bu sahifeler evinin damında kaldığı halde, hiç bir sahifesi kaybolmadıktan sonra kitap tamamlanmıştır. 1203 yılında gördüğü bir rüyada: Kabenin
duvarları altın ve gümüş tuğlalarla örülmüştü, kendisi bunun güzelliğini seyrediyordu. Orada iki tuğlalık bir boşluk vardı ve nefsi iki tuğla halini alarak bu boşluğu dolduruyordu. Kendisi hem onları seyrediyor, hemde yerlerini doldurduğunu, yani zat’ı ile
onların Zat’ının aynı olduğunu görüyor ve anlıyordu.
1204 yılında Ali b. Abdullah b. Caminin elinden ikinci defa Hızır’ın (A.S) hırkasını giymiştir. Aynı yıl Muhiddin Arabi Hz. Malatya’ya geldiği yıldır. Malatya’dan Konya’ya geçmiş. Konya’da, Selçuklu hükümdarlarından büyük destek görmüştür. Kendisine 100.000 dirhem değerinde ev bağışlanmış, fakat kendisine gelen bir dilenciye “Ey
dilenci, şu anda saraydan başka bir şeyim yoktur. Allah rızası için şu ev senin olsun” diyerek, bu evi sadaka olarak bağışlamıştır. Bu arada bir çok kereler Kudüs, Mısır’ı ve Halep’i ziyaret etmiştir.
Büyük dostu Maceddin İshak’ın vefatı ile onun dul karısı ile evlenerek Sadrettin-i Konevi Hz. Üvey babası olmuştur. Muhiddin-i Arabi Hz.'lerinin bu evlilikten iki oğlu ve bir kızı meydana geldi.
Oğullarından Sadullah 1222 senelerinde Malatyada doğdu. Bütün ömrünü hadisi şerifle, nakil tedrisiyle (Tarikat öğretimi) geçirdi. 44 yaşında Şam’da öldü. İmadettin de Sadullah’tan 6yıl sonra Şam’da vefat etmiştir. Kızı Zeynep küçük yaşta iken ölmüştür.1230 yılında, üvey oğlu Sadrettin Konevi Hz. ile birlikte Şam’a yerleşti ve
ölünceye kadar burada kaldı. 
1240 yılının bir cuma gecesi, Rıhlet (Geçmek, göçmek) kelimesinin bir remzi olarak bu dünyadan ayrıldı. Ömürleri 75 yıl olup Hakim ismine mazhar olmuştur.
Muhiddin-i Arabi Hz.'leri bu günkü Şamı’ın Salihiye mevkiine gömüldü. Bir süre sonra mezarı kaybolmuş ta ki, Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı alınca, Vasiyeti gereğince mezarı buldu. Zira, Muhiddin-i Arabi Hz.'leri kitabında: “Şin Şın’a girerse benim mezarım meydana çıkar” demiştir. Yavuz Sultan Selim, Şam’a girince de mezarı buldurtup, oraya mükemmel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırmıştır. Ayrıca Muhiddin-i Arabi Hz.'lerinin ayak vurduğu yere giderek buradaki hikmeti anlamak istedi. Tam Muhiddin-i
Arabi Hz.'lerinin ayağını vurduğu yeri kazdırdığında, bir küp altın bulmuşlardır.

Muhiddin-i Arabi Hz.'leri hakkında Hakikat ehli olmıyan bazı kimseler kendisinin hayatta olduğu zaman da olduğu gibi, şimdi de ilimleri yeterli olmadığından ötürü bazı yersiz karşı çıkmalar olmaktadır. Zaten bizim bu kitabı hazırlamamızdaki temel neden de
budur. Şimdi Yavuz Sultan Selim Han zamanına dönelim ve Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislamı büyük insan ve Müftiyüssakaleyn ünvanını kazanmış İbni Kemal paşa’nın Muhiddin-i Arabi Hz.'leri hakkındaki fetvasını bugünkü dile aktaralım.
“Ey İnsanlar! Biliniz ki Şeyhlerin en büyüğü, kerimlerin en önde gideni, Arifler kutbu ve Allah’ın birliğine inananların İmamı Endülüslü Muhammed İbnül Arabi Ayet ve Hadislerden hüküm çıkarabilenlerin en kamili ve Fazilet sahibi bir Yol göstericidir.
Zamanın Alim ve Faziletli kişilerinin bilgilerindeki hayat hikayelerini, (kıssalarını) inkar ve inkarında ısrar ederse, şüphesiz delalette kalır. Kendilerinin “Füsusül Hikem ve Futuhat-ı
Mekkiye” gibi bircok eseri vardır. Bu eserlerdeki meselelerden bazılarının lafız ve manası malum ve emri ilahi, bazısı Nebevi açıklamalar ve bazısı keşif ve manevi bilgileri bilenlerden başkasına kapalıdır, zahir ehlinin idrakinden gizlidir. Bu manaları
anlamayanlara bu makamda susmaları vacip olur. Zira Cenab-ı Allah “Bilmediğin şeye tabi olma, tahkik, kulak, göz ve kalb bunların herbirisinden sahibinin ilmi derecesinde sual olunur.”
Ayrıca “bir mümine kafir diyen, şüphesiz küfretmiş olur” hadisini de hatırlatırız.

Muhiddin-i Arabi Hz.'leri sadece Asya ve Arabistan da değil tüm dünyada bilinmektedir. İşte buna bir örnek:
İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika’yı ziyaret etmektedir. Cumhur başkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen heyetimizle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zattan dinliyelim:
“Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine;
“Bir Türk heyetinin Amerika’yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim” diye başladı ve devamla;

“Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen ilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada ilim, felsefe ve mistik alanda sayıları bir çok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beşyüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış Alim ve Mutasavvıf Muhittin el Arabinin üzerinde birleştiklerini tesbit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Füsusül Hikem ve Fütuhat-ı Mekkiye gibi değerli bir çok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üçyüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu geçikme neden? İşte bunu bilmek
istiyorum.”
Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı:
“Efendim, önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyhül Ekber Muhiddin-i Arabi’nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah’ın vücud
birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam alimleri ve
önderleri) ve Mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.” Dedik.
Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve “Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim” diyerek önündeki çekmeceyi açtı. “Bakınız ben hergün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütuhat-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım” dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık”

KAYNAK:http://arabi.blogcu.com/muhittin-arabi-hz-hayati-hakkinda-kisa-bir-giris/347880



****

İSTER İNANIN İSTER İNANMAYIN, 700-800 YIL ÖNCE YAŞAYAN M.ARABÎ VE ATALARININ 40.000 YIL ÖNCE YAŞADIĞINI KEŞF YOLUYLA ÖĞRENİP-YAZAN MUHYİDDİN-İ ARABÎ HAZRETLERİ...


VE BUGÜN, BİLİM İNSANLARI; DİYOR Kİ;

TÜRKLER'İN 40 BİN YIL ÖNCESİNE UZANAN TARİHİ !


National Geographic'teki bilim adamlarının araştırmalarına göre Türkler'in DNA'sı 40 bin yıl öncesine dayanıyor. Buna göre tüm Avrupa, Amerikan yerlileri, Hintlilerin çoğu ve Ruslar Türk'tür. 

http://www.youtube.com/watch?v=D_-XdImz4pw

***

MUHYİDDÎN-İ ARABÎ (ŞEYH-İ EKBER)



Resim 31- Şeyh-i Ekber İbn-i Arabî (1165-1239)
(Muhyiddin İbn-i Arabî, Ebu Abdulah Muhammed b. Ali b. Muhammad b. el-Arabî el-Hātimī al-Tā’ī)





(ŞEYH-İ EKBER)




Muhyiddin İbn Arabiye Câmii











Ünlü mutasavvıf, İslam düşünürü ve şâiridir.



Muhyiddîn İbn-i Arabî, Muvahhidun Dönemi’nde 27 Ramazan 560’da Mursiye (Murcia), İspanya’da doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında âilesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi (muhtemelen babasının mêmuriyeti nedeniyle). Âilesi Arap Tayy kabîlesi’ne mensuptu. Yakın cetleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve îtibar sâhibi kimseler olduğu anlaşılır. Akrabaları arasında tasavvufi bilgilere sâhip kimseler vardı. Dayısı Ebu Müslim el-Havlânî de, kutupların büyüklerinden sayılır.

İlk tahsîlini bu şehirde yaptı, uzun bir süre burada kaldı. Çocuk yaşlarında Ahmed İbnu’l-Esirî adında genç bir sûfî ile arkadaş oldu. İbnu'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık halvete çekilmiş, her sahada ve özellikle tasavvufi mârifetler sahasında hiçbir şey bilmezken ve bu hususta hiçbir kitap da okumadan, keşif ve kerâmet yoluyla birçok şeylere muttalî olarak halvetten çıktı.

Endülüs'te bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdat ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbn-i Rüşd’ün bilginin akıl yoluyla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddîn gerçek bilginin sâdece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.

Bu senelerde Şekkaz isminde bir şeyhle tanıştı. Bu zât küçük yaşlardan îtibâren ibâdete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayâtında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddîn o ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de Lahmî isimli bir şeyhten, bu zâtın adını taşıyan bir mescitte Kur'an dersi aldı.

1184-1185'de Ureynî isimli bir şeyhle tanıştı. Eserlerinde ondan “ilk hocam” diye bahseder, çok faydalandığını söyler. Ureynî, ubudiyet (kulluk) meselesinde derin bir bilgiye sâhipti. Bu yıllarda Martilî adlı bir şeyhten de istifâde etti. Ureyni ona: “Sâdece Allah’a bak” derken Martilî “Sâdece nefsine bak, nefsin husûsunda dikkatli ol, ona uyma” diye öğüt vermişti. Martili’ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu. Bu zât, kendi nasîhatinin doğruluğunda ısrar edecek yerde, “Oğlum, Ureynî'’nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lâzım. Bizim ikimiz de, kendi hâlimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermiştir” dedi.

Bu yıllarda İşbiliyye’de Kordovalı Fatma adında yaşlı bir kadına (tanıştıklarında 96 yaşındadır) 14 sene hizmet etti. Bu kadın, erkek ve kadınlar arasında müttakî ve mütevekkile olarak temâyüz etmişti. Çok iyi bir kimseyle evliydi. Yüzü o kadar güzeldi ki, İbn Arabî onun yüzüne bakmaktan utanırdı.

1189'da Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefî adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyyeli olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Câmii'nde kılardı. İbâdete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayakları şişerdi.

Harita 250- İşbiliye (Sevilla), Mürsiye (Murcia), Gırnata (Granada) ve Sebte şehirlerinin İspanya ve Fas’taki konumları

Arabî, İşbiliyye’deyken (1190) hastalandı. Okuma kâbiliyetini kaybetti. İki yıl bu halde kaldıktan sonra 1193’te Sebte şehrine giderek orada ahlak makâmına erdiğini söylediği İbn-i Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi. Burada Ebu Medyen (ö. 1197/98) hakkında gördüğü bir rüyâyı anlatacaktır.

1196'da Fas’a gitti. Orada yaptığı seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı. 1198'de tekrar Endülüs’e geçti. Gırnata şehri dolaylarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyâret etti. Onun tasavvuf yolunda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söyler. 1199-1200'de İlk defâ Hac için Mekke’ye gitti. Orada el-Kassar (Yunus İbn-i Ebi’l-Hüseyin el-Hâşimî el-Abbâsî el-Kassar) isimli bir şahısla sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Rûhü’l-Kuds""Tâcu'r-Resul"adlı eserlerini yazdı.

1204’te Medîne, Musul, Bağdat'ta bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye"yi yazdı. Musul’dan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddîn Konevî’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risâletü’l-Envâr"ı yazdı. Selçuklu Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Sonra Mısır’a geçti. Orada Fütuhât-ı Mekkiye'deki sözlerinden ötürü Mısır ulemâsı tarafından hakkında verilen îdam fetvâsıyla yüz yüze gelince gizlice oradan kaçtı. Tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Mekke'de el-Futuhatu'l-Mekkiyye, Fusus'u rüyâda gördüğü Peygamber'in emriyle ve onun istediği şekilde yazdığını, bu eserin önsözünde belirtir."Velîler bilgilerini, peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan almaktadırlar." Bağdat ve Halep’te bir süre dolaştıktan sonra 1215’te tekrar Konya’ya geldi. 617de Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı.

Harita 251- Tlemsen kentinin Cezâyir'deki konumu

Muhyiddîn-i Arabî Şam'da ayağını bir yere basarak insanlara şöyle seslendi: "Sizin taptığınız benim ayaklarımın altındadır." İnsanlar bunu anlayamadı ve kendisini küfürle suçladılar. Bu sözlerinden dolayı ölüme mahkûm ettiler. Büyük velîyi şehit ettikleri gibi cesedini de Şam'ın çöplüğüne attılar. Bir müddet sonra ayağını bastığı yeri kazdıklarında bir küp altın buldular. Aslında büyük velî insanlara bir ders vermek istemiş onları paraya, maddeye, kapitale tapmakla suçlamış gerçek tapılması gerekenin Allah olduğu mesajını vermiş fakat insanlar bunu anlayamamışlardır. Bu gerçek ancak çok sonraları anlaşılabilmiştir.

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri “Sin-Şın'a gelince” (girince) diyordu. İşte Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi hükümdarlarından Yavuz Sultan Selim Han Doğu üzerine sefere çıkmıştır. 1516 târihinde Şam şehrine girmiştir. Böylece Sin (Selim), Şın'a (Şam) gelmiş oldu, yâni I. Selim Şam'a girdi. Yavuz Sultan Selim Şam'da bu büyük velînin mezarını aramaya başladı. Şam'ın çöplüğünü kazdırdı. Yaklaşık 3 asırdan beri biriken çöplerin arasından büyük velînin cesedi çıkarıldı. Ceset taptâze duruyordu, ne alnındaki ter zerrecikleri ne de boynundaki kandamlacıkları kurumuştu. Yüce yaratıcı kendi dostunu aynen muhâfaza etmiş, söylediği sözü ise tüm insanlara ibret verircesine aynen ortaya çıkarmıştır. Böylece Selim'in Şam'a girmesiyle büyük velînin mezarı ortaya çıkmıştır.

Fotoğraf 257- İbn Arabiye Câmii ve Türbesi, Şam / Suriye

Yavuz Sultan Selim Han hemen oradaki tüm çöpleri temizletmiş büyük velî için bir türbe inşâ ettirmiştir. Türbenin yanına ise bir câmi ve imâret yaptırmış, bir vakıf kurdurmuştur. Bunların tamâmı üç ay içerisinde gerçekleşmiş, Yavuz Sultan Selim tamamlanan câmi açılışında ilk cuma namazını da edâ etmiştir. Şam Sâlihiye'de bulunan bu türbe ise o günden günümüze kadar insanlar tarafından ziyâretgâh hâline getirilmiştir. Böylece büyük velînin gerçek kimlik ve niteliği de tüm insanlarca anlaşılmıştır.



İbn Arabî’nin inançlarının merkezini Vahdet-i Vücut ve dinlerin birliği düşüncesi oluşturur. İlk defâ nüve şeklinde Hâkim-i Tirmizî'de açığa çıkan Vahdet-i Vücut insanı, İbn Arabî’de zirvesine ulaşır. Bu son duruma göre yaratan ve yaratılan iki varlık vardır. Ancak bu ayrılık sâdece isimdedir. Gerçekte bunlar aynı varlıklardır. Tanrı ile kâinat bütünleşmiş tek varlık hâlindedir. Bu nedenle Vahdet-i Vücutçu için görünen, hissedilen âlemden başka varlık yoktur. Buna ise tabiat veya Tanrı denmek fark etmez. Nasıl olsa iki ayrı isim de aynı şeyi ifâde eder. İbn Arabî’nin sistemleştirip sunduğu bu inancı daha iyi anlayabilmek için söz konusu inancın sonraki taraftarlarının ifâdelerini de dikkate almak yararlı olur.

Varlığın birliğine inananlara göre, hulûl düşüncesi çok aptalca bir iddiâdır. Zîrâ hulûlun olabilmesi için iki ayrı varlığın olması gerekir. Hâlbuki bütün varlık birdir ve bir olan şeyde hulûl olmaz, imkânsızdır. Bu düşünce mensuplarından en önemli şahsiyet Ârifuddîn el-Tilemsânî'dir. O, Kur'an'ın tamâmıyla şirkle dolu olduğunu iddiâ edecek kadar “Vahdet-i Vücut”çudur. İddiâsını şöyle savunur: Kur'an, yaratan-yaratılan ayrımı yapmaktadır ki, birden başkasının varlığını kabul şirktir. "Varlıkta ancak Allah vardır", veya "Varlıkta ancak bir vardır: Suyun rengi kabının rengidir." diyen İbn Arabî, bu sözleriyle inancını ifâde ederken Kur'an âyetlerini de hiçbir kural tanımaz tavırla yorumlamaktan çekinmez. Bâzıları sâfî küfür olan bu îtikâdı yumuşatmak için şöyle yorumlara bile gittiler ki bunların da ondan hiçbir farkı yoktur: Muhyiddîn İbn Arabî’den önce ifâdeleri olsa da onun tarafından sistematik bir şekilde dile getirilip ortaya konulduğu için ona atfedilen Vahdet-i Vücut teorisi, varlığın, aşkın birliğini ifâde eder. Ancak bu anlaşılması zor bir konu olduğu için onun mârifet ilmiyle ortaya koyduğu metafizik doktrinleri sıradan bir felsefe gibi ele alınmış, salt bu nedenden ötürü geçmiş dönemlerde zındıklıkla suçlandığı gibi maalesef modern dönemlerde de tamâmen farklı şekillerde anlaşılıp panteist, monist ve hattâ tabiat mistiği olarak tanımlanmaya çalışılmıştır. Oysaki “Vahdet-i Vücut” düşüncesi şu şekilde belirtilebilir; “la mevcûde illallah” yâni varlık bir ve tek olan aynı şeydir. Varlık kendini, en temel beş merhalede açar. Tanrı, evren, akıl ve insan bu varlığın sonsuz tezâhürlerindendir. Varlık, Mutlak Gayb merhalesinde ne kendinde ne de diğer tezâhürleri için bilinemezdir. Vahdet-i Vücut düşüncesinde; kendinden ibâret olan zât her ne kadar tasavvur ve idrak edilemez olarak mutlak aşkın ve değişimin dışında olarak nitelendirilse de tasavvuf ıstılâhında taayyün denilen kendini belirleme hâlinde belirli modelleşmelere sâhiptir. Yâni esasta Mutlak Teklik düzleminde kendinden başkası olmayan bir hiçliğe, Ahadiyete sâhipse de bir olma (Vahdaniyet) düzleminde kendinde gördüğü ve bildiği sıfatlar söz konusudur. Ancak bu sıfatlara “O’dur” denilemeyeceği gibi, “O değildir” de denilemez. Bu İbn Arabî’nin şu ifâdesinde gözlemlenebilir: “O, birliksiz bir (Vâhid) ve tekliksiz tektir (Ahad).”



İbn Arabî varlığın birliği dolayısıyla varlığın Tanrı olduğunu söylemesi sebebiyle hem bâzı fakihler, kelamcılardan hem de bâzı sûfîlerden, bâzıları ılımlı bâzıları sert eleştiriler almıştır. İbn Arabî’nin bu yaklaşımının yaratıcı ve yaratık arasındaki ikiliği kaldırdığı dolayısıyla dînin gerektirdiği emir ve yasakları ihlal etme veya küçümsemeyle sonuçlanacak etkileri olabileceği düşünülmüş ve kimi eleştirmenler bunun önüne geçebilmek amacıyla insanların İbn Arabî’nin kitaplarını okumalarının yasaklanmasını savunmuş, kimileri de şeyhin kâfirliğine hükmetmiştir. İbn Arabî’nin görüşlerine katılmayan ancak onu kâfirlikle suçlamayanlar da eserlerinin têvîli yâni yorumu gerektirdiği ve bu yorumu bilmeyenler tarafından okunmasının doğru olmadığını iddiâ etmişlerdir. Akademik, ilmî çevrelerde doğru olmadığı bilinmekle birlikte halk arasında İbn Arabî’nin eserlerinin onun tarafından yazılmadığı dahi söylenebilmiştir.

İbn Arabî’nin en sert eleştirmenlerinin başında gelen kişi Hanbelî mezhebi geleneğinden beslenen âlim İbn Teymiyye'dir. Arabî’nin vefâtından yirmi sene sonra Harran'da doğan İbn Teymiye, Arabî’nin görüşlerini kıyasıya eleştirmiştir.

Hanefîlerden Ali el-Qarî, İbn Teymiyye’yi savunarak İbn Arabî hakkında sert eleştirilerde bulundu. Bu eleştiriler İsmâil Fennî Ertuğrul tarafından göğüslenmeye çalışıldı. Burhâneddîn Ebu’n-Nasr Parsa, “Füsus” için “Can”, “Fütûhat” için “Gönül” tâbirini kullanır.

Âlemin kıdemi inancını savunan bu sözü Zâhirî Mütekellimlerce küfür sayılmıştır. Eğer fikirlerinde bir değişme meydana gelmemişse Fütûhat’ta savunduğu tezin ışığında bu sözü anlamak gerekir.

Fütûhat’ta araz olduğunu söylediği Âlem’in Fusus’ta insan söz konusu edildiğinde Âyân-ı Sâbite yâni Allah’ın ilminde olan sûreti (Suver-i İlmiyye) yönüyle ezelî olduğunun (Feyz-i Akdes) savunulduğu görülür. Çünkü O’nun ilmi kadîmdir.

Bu yoruma imkân veren gerekçe, bir Şey'in hem Hadîs, hem de Ezelî olacağının söylenmesinin mantıklı olmamasıdır. Füsus’taki Cümle'den anlaşılan mânâ, âlemin bir îtibâra göre Hadîs (Feyz-i Mukaddes), diğer bir îtibâra göre de ezelî olması gerektiğidir (Feyz-i Akdes).

Aliyyu’l-Qarî, bu sözün açık bir küfür olduğunu söyler. Çünkü insanın zât ve sıfatı ancak, hulul ve ittihat ve Vücûdiyye (Panteizm) Mezhebince Allah’ın aynı ve sıfatı kabul edilir.

İsmâil Fennî ise bu metni şu anlamda okuyarak Aliyyu’l-Qari’ye katılmaz:

Bu sözlerden maksat, Allah ilâhî isimlerin sûretleriyle bize göründüğünden, biz kendimizi, O’nun bizde zâhir olan sıfatları üzerine biliriz. Hayat, ilim, irâde, kudret, semi, basar, kelam gibi, kendimize nispet ettiğimiz sıfatları, ona nispet ederiz. Yâni bizde zâhir olan ilâhî sıfatlarla, bizim sıfatlanmamız sebebiyle, biz o sıfatlarla Hakk’ı vasıflandırıp, kendimize nispet ettiğimizi, ona nispet ederiz demektir. Gerçi bu sıfatları Allah da kendisine nispet etmiştir. (9/et-Tevbe 104, 56/el-Vaqıa 63).

Molla Câmî, bir Bağdat Şeyhi’ne dayanarak onun 500 kadar eseri olduğunu nakleder. Kendisi dostlarının yardımıyla tasnif ettiğini söylediği fihristinde çoğu tasavvufla ilgili olan 250’yi geçmeyen eserini sayar. En büyük eleştiriyi de ‘Füsûsü’l-Hikem’ dolayısı ile aldığını söyler. Ona göre “onun ıstılahlarını anlamadan, tenkitlerin düşünülmeden veya bir başkasının farkındaki söz ve tenkitleri göz önünde bulundurularak yapılmaktadır bu eleştiriler”. O çözümü şu tavsiyelerde arayacaktır:
  • Şerîat'a aykırı olduğunu zannettiğimiz bir söz nakledilirse, naklin sıhhatli olup olmadığına bakarız. Sıhhatli değilse, bu sözün o kişi tarafından söylendiği iddiâsını reddederiz.
  • Têvîle imkân buluyorsak têvil eder, aksi takdirde tasavvuf ehli katında belki têvîli vardır demeliyiz.
  • Bu sözler sekir hâlinde söylenenler cümlesindedir diyerek, anlayamadığımızı beyanla o söz ile amel etmemeliyiz. 



Nefahat'a göre, Bağdat ulemâsından birisi Muhyiddîn üzerine bir kitap têlif etmiş ve bu kitapta musannefâtının 500’den fazla olduğunu söylemiştir. İbn-i Arabî'nin eserlerinin sayısı kendine de mâlum değildi, denir. Hayâtında dostlarının isteği üzerine birkaç defâ bunların fihristini yapmak istedi. Bu fihristler birbirinden ayrı 3 yazma hâlinde bugüne geldi. Bugüne gelenlerin bâzıları:

1. Fütûhât-ı Mekkiyye fi Esrâri'l-Mahkiyye ve'l Mülkiye, Kendi el yazısı ile olan nüsha, Türk-İslam Eserleri Müzesi no. 1845-1881'dedir. Bu Nüsha 31 cilt hâlinde tertip edilmiştir.

2. Füsûsü'l-Hikem, Türkçeye çevrildi Molla Câmi, Hoca Muhammed Parsa'nın "Füsûs" için, "can", "Fütûhat" için "gönül" dediğini rivâyet eder.

Diğer eserleri şunlardır: 
  1. Kitâbü'l-İsra ilâ Makâmi'l-Esrâ,
  2. Muhâzarâtü'l-Ebrâr ve Müsâmeretü'l-Ahyar,
  3. Kelâmü'l-Abâdile,
  4. Tâcü'r-Resail ve Minhacu'l-Vesâil,
  5. Mevâkîu'n-Nucûm ve Metali' Ehilletü'l-Esrar ve'l-Ulum,
  6. Rûhü'l-Kuds fi Münâsahati'n-Nefs,
  7. et-Tenezzülatü'l-Mevsiliyye fi Esrâri't-Tahârat ve's-Salâvat,
  8. Kitâbü'l-Esfar,
  9. el-İsfar an Netâici'l-Esfar,
  10. Dîvan,
  11. Tercemanu'l-Eşvak,
  12. Kitâbu Hidâyeti'l-Abdal,
  13. Kitâbu Tâcü't-Terâcim fi İşarati'l-İlm ve Latâifi'l-Fehm,
  14. Kitâbü'ş-Şevâhid,
  15. Kitâbu İşârâti'l-Qur'an fi Âlaimi'l-İnsan,
  16. Kitâbü'l-Ba'.
  17. Nisâbü'l-Hiraq,
  18. Fazlu Şehâdeti't-Tevhîd ve Vasfu Tevhîdi'l-Mükinîn,
  19. Cevâbü's-Sual,
  20. Kitâbü'l-Celal ve hüve Kitâbü'l-Ezel
KAYNAK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.