ŞANLIURFA
Abgar ve Kutsal Mendil Efsanesi
Abgar Efsânesi’ne göre V. Abgar Ukkama ilk Hıristiyan kraldır. Hz. İsa’nın tebliğinden hemen sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş ve kendi halkına da benimsetmiştir. Bu konu ile ilgili efsane şöyledir:
“Edessa kralı V. Abgar Ukkama, o sıralar cüzzam hastalığına yakalanmış ve bundan dolayı oldukça ızdırap çekiyordu. Kral, Hz. İsa’nın hastaları iyileştirdiğini duymuştu. Ancak çok hasta olduğundan dolayı bizzat Kudüs’e gidemiyordu. Hannan adındaki bir elçisini, ona inandığını ve yeni dinini öğrenmek istediğini belirten bir mektupla onu davet edip yanına gelmesi için Hz. İsa’ya gönderdi. Bu elçi aynı zamanda becerikli bir ressam idi. Hannan, Hz. İsa’ya getirdiği mektubu sunduktan sonra yüzünün resmini yapmayı dener, ancak başarılı olamaz. Bunu sezen Hz. İsa, yüzünü yıkar ve kendisine uzatılan bir mendille yüzünü silip Hannan’a verir. Hz. İsa’nın yüzünün aynısı mendile çıkmıştır. Hannan bir mektupla birlikte mendili de alarak Edessa’ya döner.
Hz. İsa, Edessa kralı V. Abgar Ukkama’ya gönderdiği mektupta şöyle demiştir:
“Ne mutlu sana Abgar ve Edessa adındaki kentine! Ne mutlu, beni görmeden bana inanmış olan sana! Çünkü sana devamlı sağlık bahşedilecektir. Senin yanına gelmem hususunda bana yazdıklarına gelince, bilesin ki, görevlendirilmiş olduğum herşeyi burada tamamlamak ve bu işi bitirdikten sonra beni göndermiş olana, Baba’ya dönmem gereklidir. Sana ızdıraplarını (hastalıklarını) iyileştirmek, sana ve seninle beraber olanlara ebedi yaşam ve barış bahşetmek, ayrıca senin kentine dünyanın sonuna kadar düşmanlar tarafından boyun eğdirilmemeyi sağlamak üzere havarilerimden birisini, Thomas da denilen Adday’ı göndereceğim. Amin. Efendimiz İsa’nın mektubu.”
Edessa kralı V. Abgar, Hz. İsa’nın yüzü görünen kutsal mendili (Hagion Mandylion) yüzüne sürerek sağlığına kavuşmuş ve daha sonra bu mendili bir tahtaya gerdirerek, kentin giriş kapısında bir niş içine koydurmuştur. Bu kutsal mendil, yüzyıllarca Hıristiyan sanatında, Ortaçağ’ın Bizans-İslâm ilişkilerinde önemli ve büyük bir rol oynamıştır. Ayrıca bu mektubun nüshaları çoğaltılarak muska şeklinde Urfa’ya gelen ziyaretçilere verilmiştir. Kutsal sayılan mendil, uzun süre saklanır. İslam dini yöreye egemen olunca, kutsal mendil müslümanların eline geçer. Bizanslılarla yapılan bir savaşta, Müslümanların bir kısmı esir düşer. Bizanslılar, esirlerin geri verilmesi için kutsal mendilin kendilerine teslim edilmesini şart koşarlar. Sonunda kutsal mendil verilir ve esirler de geri alınır.
Mendilin düşürüldüğü kuyu, Hıristiyanlarca kutsal sayılır. Mendilin düşürüldüğü günün her yıldönümünde, geceden oraya gidilir, adaklar adanır, törenler yapılır. Kuyu başına yalın ayak gitme gereğine inanılır. Bu yıldönümü, inanışa göre Paskalya Yortusu’nun 20. günüdür.
Efsaneye göre, günümüzde İbrahim Peygamber’i ateşe fırlatan mancınıklar olarak bilinen sütunlar, aslında bu kuyu ve mendilin anısına dikilmiş anıtlardır. Birinin altına bitmeyen altın, diğerinin altına ise bitmeyen su hazinesi yerleştirilmiştir. Biri yıkılırsa Urfa suya, diğeri yıkılırsa altına boğulacaktır.
Karakoyun Deresi ve Hızmalı Köprü Efsanesi
Yüzyıllarca önce kentin güneydoğusunda yoksul bir ana-oğul yaşamaktadır. Oğul Kasarcı Çayı’nda kasarcılık yapmaktadır. Günün birinde yöreye gelen bir derviş, birkaç gün delikanlıyı izledikten sonra: “Oğlum seni izledim. Görüyorum ki, çalışkan, dürüst bir insansın. Anladığıma göre dardasınız. Yakında ülkeme döneceğim, orası varlıklı bir yerdir. İstersen sen de benimle gel” der. Delikanlı anasına danışır, anası da oğlum yoksulluktan kurtulsun diyerek gitmesine izin verir.
Derviş delikanlıyı tekkesine götürür, eğitir. Delikanlı birgün çarşıda güzel bir kız görür, ona aşık olur. Soruşturunca kızın Karakoyunlu Beyi’nin kızı olduğunu öğrenir. Yemeden içmeden kesilir. Derviş durumu öğrenince: “Üzülme, gider kızı isteriz” der. Ertesi gün saraya varır. Durumu Bey’e anlatır, Bey öfkelenir, ama saygısızlık olmasın diye sesini de çıkarmaz. Dervişe kırk gün içinde istediği hediye ve paralar getirilirse kızı vereceğini söyler. İstedikleri şeyler kırk günde tamamlanacak gibi değildir. Üstelik derviş de yoksuldur. Durumu öğrenen delikanlı üzülür ve günden güne erimeye başlar. Tam kırkıncı gün, delikanlı uyandığında tekke avlusunda kimin getirdiği bilinmeyen eşya ve altın yüklü katırlar görür. Koşup dervişe haber verir. Derviş gülümser. Alıp bunları Bey’e götürür. Çaresiz kalan Bey, kızını verir düğün-dernek kurulur.
Derviş delikanlıya, gerdeğe girmeden iki rekat namaz kılmasını, sonra da kendisi için dua etmesini söyler. Delikanlı başına geldiği bunca maceradan sonra öylesine mutlu ve coşkuludur ki, namazı kılar, ama derviş için dua etmeyi unutur. Dervişe dua etmediği için ertesi sabah uyandığında, kendini Kasarcı Çayı kıyısında bulur. Başından geçenler kensine bir rüya gibi gelir. Gidip başından geçenleri anasına anlatır. Yapacak birşeyleri yoktur ve eski yaşamlarına dönerler.
Yeni gelin olan kız ise, uyandığında kocasını yanında göremeyince her yeri aratır, ama kimse izini bulamaz. Bu arada dervişte gitmiştir. Vakti gelince kızın bir oğlu olur. Çocuk biraz büyüyünce, hem gittiği yerlerde kocasını aramak, hem de hac görevini yerine getirmek için yola çıkar. Yolu üzerindeki Urfa’ya varır. Samsat Kapısı önüne çadır kurdururken, bağrışmalar duyar. Kentin ortasından gelen dere taşmış, evler sular altında kalmış ve kent büyük ölçüde zarar görmüştür. Bey kızı, birkaç yılda bir yinelenen su baskınından kenti kurtarmak niyetindedir. Hac parasını bu işe harcayacaktır. Tellallar çıkarıp halkı hendek kazmaya çağırır. Anasının isteğiyle, bizim delikanlı da hendek kazanlara katılır. Çalışmalar esnasında Bey kızının çocuğunu bir ağlama tutar, bir türlü susturulamaz. İşçiler oyalamak için kucağına alır, elden ele geçirirler. Çocuk babasının kucağına gelince susup, çevresine bakarak gülümser. Bey kızı delikanlıyı hendek işinden alır, çocuğu eğlemekle görevlendirir. Bu arada delikanlının anası, oğlunun bohçasını karıştırırken, altın sırma işlemeli düğün giysisini bulur: “Oğlum artık bu giysi bize yakışmaz. Onu, kente bunca iyiliği dokunan hanıma hediye edelim” der. Giysi, Bey kızının çadırına götürülür. Kız armağanı görünce, kendi el işlemesinden tanır ve hemen getirenin bulunmasını emreder. Delikanlıyı getirirler. Görür görmez birbirlerini tanıyan iki sevdalı birbirlerine kavuşurlar.
Bu arada hendek tamamlanır. Derenin yatağı değiştirilerek, sel baskını tehlikesi önlenmiştir. Ardından dere üzerine bir de köprü yapılır. Sonraki yıllarda köprü yıkılırsa, yerine yenisi yapılabilsin diye Bey kızı, köprü ayaklarından birinin altına, altın hızması ile değerli taşlarını gömdürür. O günden sonra derenin adı Bey kızının soyunun isminden dolayı Karakoyun Deresi, köprünün adı da ayağındaki hızma nedeniyle Hızmalı Köprü olur.
Bey kızı ile delikanlı burada mutlu bir yaşam sürer, öldüklerinde de Karakoyun Deresi kıyısına gömülürler.
Halil-Ür Rahman ve Aynzeliha Gölü Efsanesi
Abgar Efsânesi’ne göre V. Abgar Ukkama ilk Hıristiyan kraldır. Hz. İsa’nın tebliğinden hemen sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş ve kendi halkına da benimsetmiştir. Bu konu ile ilgili efsane şöyledir:
“Edessa kralı V. Abgar Ukkama, o sıralar cüzzam hastalığına yakalanmış ve bundan dolayı oldukça ızdırap çekiyordu. Kral, Hz. İsa’nın hastaları iyileştirdiğini duymuştu. Ancak çok hasta olduğundan dolayı bizzat Kudüs’e gidemiyordu. Hannan adındaki bir elçisini, ona inandığını ve yeni dinini öğrenmek istediğini belirten bir mektupla onu davet edip yanına gelmesi için Hz. İsa’ya gönderdi. Bu elçi aynı zamanda becerikli bir ressam idi. Hannan, Hz. İsa’ya getirdiği mektubu sunduktan sonra yüzünün resmini yapmayı dener, ancak başarılı olamaz. Bunu sezen Hz. İsa, yüzünü yıkar ve kendisine uzatılan bir mendille yüzünü silip Hannan’a verir. Hz. İsa’nın yüzünün aynısı mendile çıkmıştır. Hannan bir mektupla birlikte mendili de alarak Edessa’ya döner.
Hz. İsa, Edessa kralı V. Abgar Ukkama’ya gönderdiği mektupta şöyle demiştir:
“Ne mutlu sana Abgar ve Edessa adındaki kentine! Ne mutlu, beni görmeden bana inanmış olan sana! Çünkü sana devamlı sağlık bahşedilecektir. Senin yanına gelmem hususunda bana yazdıklarına gelince, bilesin ki, görevlendirilmiş olduğum herşeyi burada tamamlamak ve bu işi bitirdikten sonra beni göndermiş olana, Baba’ya dönmem gereklidir. Sana ızdıraplarını (hastalıklarını) iyileştirmek, sana ve seninle beraber olanlara ebedi yaşam ve barış bahşetmek, ayrıca senin kentine dünyanın sonuna kadar düşmanlar tarafından boyun eğdirilmemeyi sağlamak üzere havarilerimden birisini, Thomas da denilen Adday’ı göndereceğim. Amin. Efendimiz İsa’nın mektubu.”
Edessa kralı V. Abgar, Hz. İsa’nın yüzü görünen kutsal mendili (Hagion Mandylion) yüzüne sürerek sağlığına kavuşmuş ve daha sonra bu mendili bir tahtaya gerdirerek, kentin giriş kapısında bir niş içine koydurmuştur. Bu kutsal mendil, yüzyıllarca Hıristiyan sanatında, Ortaçağ’ın Bizans-İslâm ilişkilerinde önemli ve büyük bir rol oynamıştır. Ayrıca bu mektubun nüshaları çoğaltılarak muska şeklinde Urfa’ya gelen ziyaretçilere verilmiştir. Kutsal sayılan mendil, uzun süre saklanır. İslam dini yöreye egemen olunca, kutsal mendil müslümanların eline geçer. Bizanslılarla yapılan bir savaşta, Müslümanların bir kısmı esir düşer. Bizanslılar, esirlerin geri verilmesi için kutsal mendilin kendilerine teslim edilmesini şart koşarlar. Sonunda kutsal mendil verilir ve esirler de geri alınır.
Mendilin düşürüldüğü kuyu, Hıristiyanlarca kutsal sayılır. Mendilin düşürüldüğü günün her yıldönümünde, geceden oraya gidilir, adaklar adanır, törenler yapılır. Kuyu başına yalın ayak gitme gereğine inanılır. Bu yıldönümü, inanışa göre Paskalya Yortusu’nun 20. günüdür.
Efsaneye göre, günümüzde İbrahim Peygamber’i ateşe fırlatan mancınıklar olarak bilinen sütunlar, aslında bu kuyu ve mendilin anısına dikilmiş anıtlardır. Birinin altına bitmeyen altın, diğerinin altına ise bitmeyen su hazinesi yerleştirilmiştir. Biri yıkılırsa Urfa suya, diğeri yıkılırsa altına boğulacaktır.
*
*
*
UŞAK
Ali ile Kezban Efsanesi
Bir zamanlar Uşak’da yaşayan zengin bir Bey ve bu beyin Kezban adında bir kızı vardır. Çobanlık yapan Ali dağ eteklerinde sürü güderken bir gün Kezbanı görür. Çoban Ali ondan sonra Kezbana vurulur. Kezban’da Ali’yi çok sever. Ali yıllarca sevdasını saklar durur. Artık dayanamaz hale gelir. Var git ana Kezbanı babasından iste der annesi oğlunun kıramaz varır beyin evine muradını söyler. Bey kızar ve alinin anasına ;
- Yüksek dağların başı dumanlı olur baş döndürür. Başını yükseklerde gezdireceğine dağın eteklerinde sürüsünü gütsün dengini bulsun der.
Bu durum Ali’yide Kezban’ıda derinden yaralanmıştır. Sonunda kaçmaya karar verirler gece yarısı bir derenin başında buluşurlar. Bu adara beyin adamları pusu kurmuşlardır. Orada ikisinide vururlar.
*
*
VAN
Van Gölü Canavarı
Van ve Bitlis illeri arasında yer alan Van Gölü içinde yaşadığı ileri sürülen efsanevi bir yaratıktır. 1993 yılına dek adından hiç söz edilmeyen varlığı bugüne dek gördüğünü iddia eden 1000'in üzerinde kişi vardır. Ama yapılan araştırmalar göldeki ilk canavar vakasının 1889yılında yaşandığını aktarıyor. Dönemin İstanbul'da yayın yapan Saadet gazetesinin, 28 Şaban 1306 (29 Nisan 1889) tarihli 1323 nolu nüshasında, canavarın Van Gölünde abdest almak isteyen bir kişiyi kapıp göle sürüklediği haberi yer alıyor. [1]
Varlığı gördüklerini söyleyen kişilerin belirttiklerine göre canavar 15 metre uzunluğunda, sırtında sivri çıkıntıları olan, Plesiosaur ya da Ichthyosaurusbenzeri bir varlıktır. Zamanla bu varlığı gördüğünü iddia edenlerin sayısı artınca olay medyaya da yansımış ve bunun üzerine Türkiye CumhuriyetiHükûmeti bölgeye bir bilimsel araştıma ekibi göndermiştir. Ancak, yapılan araştırmalar sonucunda gölde olağandışı herhangi bir varlığın olduğuna ilişkin hiçbir iz bulunamamıştır.
Birkaç yıl sonra Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapan Ünal Kozak adlı kişi gölde yaptığı araştırmalar sırasında yaratık ile karşılaştığını ve kameraya almayı başardığını iddia ederek çekmiş olduğu videoyu analiz için ilgili kuruluşlara göndermiştir. Konu hakkında bir de kitap yazmış olmasına karşın video ile ilgili gösterilenler kabul görmemiştir. Bunun ile ilgili eleştiriler ise kamera açısının hiç sol yana kaymadığı bunun nedeninin bu tarafta yaratığı iple çeken bir tekne bulunduğu yönündedir. Cambridge Üniversitesi'nde de biyologlarca izlenen kayıtta yaratığın hiçbir yöne sapmadan dümdüz bir yol izlemesi de bunun, bir tekne tarafından çekilen bir maket olduğu kuşkularını uyandırmıştır.
*
YOZGAT
Kerkenes Dağı Efsanesi
Melik Acem, Keykubat’ın oğlu Keykavus Acem toplumundandır. O zaman Türk islam Efrasyab yidinde bulunuyordu. Nahiyeyi sebah Yemen ve hatta M.ö. 4000 yıllarında yaşamış olan Süleyman (A.S.) yidinde bulunan şehirlerdir. Keykavus Süleyman Peygamberden çalışkan, yiğit insanlar istedik! “Benim yidimde bulunsunlar onlara şehir yaptıracağım” dedi. Süleyman (A.S.) da istediği insanlardan Keykavus’un emrine verdi. Rüstem Destan Subaşılık görevi yürütüyordu. Keykavus’un Siyaveş isminde bir oğlu oldu. Oğlunu Rüstem Destan’ın emrine verdi, iyi yetişmesi ve askerlik bilgisinin artırılması için onun yanında bulunmasını istedi. Keykavus şehir inşasına uzun ve yorucu çalışmalar sonucunda 7 fersah (Fersah=5 KM.) o şehrin etrafına da 4 kat metin boru yaptılar, şehrin inşasını tamamladıktan sonra, insanlar gelip şehre yerleştiler, o şehrin ismini de Kerkenes koydular, insanlardan bu şehrin güvenliğini sağlamak için belli bir grup nöbetçi koydu. Ama deprem neticesinde Kerkenes viran oldu, insanlar şehrin yerle bir olmasını engelleyemediler. Bunun üzerine Keykavus güvenliği sağlamakta görevli bulunan nöbetçileri ve diğer ilgilileri öldürttü, şehir neticede viran oldu. Keykavus hayatta bulunan birlikleri ile Yemen’e vardı. Padişah ile birlikte savaşarak Keykavus ve taraftarları yenildi.
Sarıkaya Kaplıcalarının Efsanesi
Kayseri’de oturan Roma Krallarından birinin kızı amansız bir hastalığa yakalanır. Kral kızını birçok hekimlere götürür, tedavisi için her şeyi yapar. Ama güzelliği dillere destan bu kızın derdine çare bulunamaz. Kızın hastalığı gün geçtikçe ilerlemekte kız artık yürüyemez bir haldedir. Ayakları tutmamaktadır, dizleri küt olmuştur. Bugünkü adıyla kızın hastalığı romatizmadır. O günlerde Sarıkaya sazlık ve bataklıktır. Sıcak suyun olduğu yerde küçük bir gölet oluşmuştur, balçık halinde çamurlu bir hamamdır burası. Kral küçük kızını son çare olarak bu sıcak suyun bulunduğu yere gezsin diye gönderir. Artık ömrünün sayılı günlerini yaşayan zavallı kız avunmak için bu çamurlu gölet kenarında dolaşmakta, zaman zaman da arkadaşlarıyla çamurlara girmektedir. İşte gezmek ve avunmak için girdiği çamurlar ve sıcak su kıza iyi gelir. Bir müddet burada kalır, gün geç tikçe kızın hastalığı iyi olmaya başlar. Küt dizleri açılır yavaş yavaş adım atmaya, yürümeye başlar. Sonunda tamamen iyileşen güzel kızın buradaki sıcak sudan iyi olduğu anlaşılır. Bunun üzerine kızın babası kral, buraya mermerden bir havuz yaptırır, etrafını kesme büyük taşlarla çevirttirir, önceleri kimsenin olmadığı bu havuz çevresinde bir şehir oluşur. Kralın kızının adı bu yeni şehre verilir. Yetmiş bin nüfuslu bu şehrin adı “Öper” veya “Hoperi”dir. Şehrin ulaşımı ise Sarıkaya’nın Beştepeler mevkiinden geçen Yozgat ve Kayseri şoselerinden sağlanmaktadır. Bu büyük şehir bir deprem sonucu yok olmuştur, sadece hamamların olduğu yer kalmıştır.
Kızlar Kayası Efsanesi
Çekerek’ten Zile’ye giderken Çekerek ırmağının yanında Cenevizler döneminde yapılmış yüksek ve sivri bir kayanın üzerinden ırmak yönüne doğru ve toprak altında yaklaşık iki yüz merdivenle inilen bir kaya vardır.Söylentiye göre; kayanın doğusundaki yüksek tepeye yerleşenler Irmaktan su almak için bu merdivenleri yapmışlardır. Bir Rum Beyinin hasta kızı için bu merdivenleri yaptırdığı da rivayet edilmektedir. Bir başka rivayete göre ise keşişin birinin güzel bir kızı varmış, iki genç, bu kızı isterlermiş. Keşişin işe kızını her iki gence de vermek gibi bir niyeti yokmuş. Gençlerden birine bu yüksek kayadan girilerek merdivenlerle Irmağın karşı tarafına geçilecek bir yol yapmasını; öteki gençten ise ırmağın üzerinden geçecek bir köprü inşaa etmesini ister. Kim önce bitirirse kızı ona verecektir. (Kızlar Kayasından 500 mt. aşağıda bu köprünün ayakları mevcuttur.) iki gençten biri köprüyü, diğeri merdivenli geçit tünelini yapar. Ancak birbirlerinden haberdar değildirler. Keşiş köprüyü yapan gence ötekinin daha önce bitirdiğini kızı ona vereceğini söyler. Bunu duyan genç kafasına külüngü vurarak kendini öldürür. Keşiş daha sonra kayayı oyan gence, kızı köprüyü önce bitirdiği için öteki gence verdiğini söyler. Bunun üzerine bu genç de kendisini yüksek kayalardan aşağı atarak öldürür.
*
*
ZONGULDAK
Uzun Mehmet Efsanesi
Sanayi devriminden sonra önem kazanan kömür; Osmanlı padişahı II.Mahmut’un “Memalik-i Şahane dahilinde siyah taşın taharrisi” adlı fermanıyla ülkemiz, İlimiz gündemine girmiştir.
Kdz.Ereğli’nin kestaneci Köyünden olan Uzun Mehmet askerlik iznini kullanmak üzere köyüne gelir. Askerdeyken gördüğü kömürü yöresinde aramaya başlar. Buğday öğütmek için gittiği değirmenin (Kdz.Ereğli, Köesağzı Mevki, Neyren/Niyren Deresi dolayları) su kanallarında yuvarlanan siyah taşları görür ve bunları değirmen ateşine atarak yanıp yanmadığını dener.
Karataş’ın yandığını görünce hem kendi hem de yöresinin yazgısını değiştirecek yanartaşları çuvallayıp ihsanını almak üzere İstanbul’a hareket eder.
Saraydan ihsanını (5000 kuruşluk ödül ve ölünceye dek 500 kuruş aylık) aldıktan sonra, kendisini kıskanan ve ödülünü çalmak isteyen, Kdz.Ereğli KaymaKAMı Müstelzim Hacı İsmail Ağa tarafından birhanda kahvesine zehir katılarak öldürülür. Uzun Mehmet, kömürle, Zonguldak’la özdeşleşmiş; adına anıt, park yaptırılmış, kimi üretim tesislerine adlı konmuş ve ülkemiz yeraltı işçiliğinin simgesi olmuş bir isimdir.
Demirci Dede Efsanesi
Zonguldak’ta Demirci Dede adlı bir ziyaret vardır.Buna ilişkin söylence ise şöyledir:
Bir zamanlar, Çeştepe Köyü’nde yaşlı, çalışkan bir demirci yaşamaktadır.köyün tek demircisidir. Kimsenin işini geri çevirmek istemez.Geç saatlere kadar çalışır herkesin işini görür.Günün birinde dükkana gelenler Demirci Dede’yi göremezler.Merak edip evine varırlar: Demirci Dede ölüm döşeğindedir. Başına toplanan köylüler “Sen bizi bırakıp gidiyorsun bizim işimizi kim görecek,aletlerimizi kim onaracak…..” diye sızlanırlar.”Ben Hakk’a kavuştuktan sonra da sizinle birlikte olacak ,işlerinizi yine görecek, demiriniz hiç eksilmeyecek, sizler demirden ekmek yiyeceksiniz” der ve gözlerini yumar.
Demirci Dede Çeştepe’ye gömülür.Öldükten sonra da köylüsünü yalnız bırakamaz.Söyledikleri bir süre sonra çıkar.Mezarının karşısında uzun uzun bacalar tütmeye başlar.Kendisinin binbir güçlükle çıkarıp işlediği demir tesislerde üretilir.
*
AKSARAY
Narlıgöl Efsanesi
Aksaray’a çok yakın bir yerde, Gülağaç’ın Sofular Kasabası’nda birbirlerini çok severek evlenmiş bir çift ve onların yeni doğmuş bebekleri, küçük, yoksul bir evde yaşarlarmış.
Zaman gelmiş ve genç koca karısını ve bebeğini bırakıp askere gitmek zorunda kalmış. Zaman geçmiş, kış bastırmış. Fırtınalı bir günde köyün girişinde uzun beyaz sakallı, bastonlu, yaşlı bir adam belirmiş. Bitkin görünüyormuş, evlerin kapılarını tek tek çalmaya başlamış. Birazcık ekmek ve su istemiş köylülerden. Hiç kimse ama hiç kimse bu adama istediğini vermemiş, yüzüne çarpmışlar kapıyı. Bir ev dışında…
Genç kadın aceleyle bir bardak su ve bir parça ekmek getirmiş yaşlı adama. Adam; “kızım çocuğunu da al ve şu dağa çık. Dağın tepesine gelene kadarda arkana bakma” demiş genç kadına. Kadın yaşlı adamın sözünü tutup yola koyulmuş. Tam zirveye varmak üzereyken yorulup ve birazcıkta merakına yenik düşüp arkaya bakmış. O anda kadının göğsünden sular fışkırmaya başlamış. Öyle ki bütün köy sular altında kalmış. Kadın ve çocuk ise taşa dönüşmüşler öylece…
Rivayet edilir ki; bu göl senede bir kurban alırmış ve hiç kimse o cesedi bulamazmış, ta ki yedi sene sonra göl cesedi dışarı fırlatana kadar.
Ve yine rivayet edilir ki Narlıgöl kurban istediğinde bağırırmış…
Genç kadın aceleyle bir bardak su ve bir parça ekmek getirmiş yaşlı adama. Adam; “kızım çocuğunu da al ve şu dağa çık. Dağın tepesine gelene kadarda arkana bakma” demiş genç kadına. Kadın yaşlı adamın sözünü tutup yola koyulmuş. Tam zirveye varmak üzereyken yorulup ve birazcıkta merakına yenik düşüp arkaya bakmış. O anda kadının göğsünden sular fışkırmaya başlamış. Öyle ki bütün köy sular altında kalmış. Kadın ve çocuk ise taşa dönüşmüşler öylece…
Rivayet edilir ki; bu göl senede bir kurban alırmış ve hiç kimse o cesedi bulamazmış, ta ki yedi sene sonra göl cesedi dışarı fırlatana kadar.
Ve yine rivayet edilir ki Narlıgöl kurban istediğinde bağırırmış…
Hasan Dağı Efsanesi
Hasan Dağı’na adını veren Hasan Dede eski zamanlarda bu dağ üzerinde yaşamış ve çevrede saygınlık kazanmış bir kişi olarak biliniyor. Bazıları Hasan Dede’nin Danişmentoğullarının komutanlarından biri olduğunu ve Haçlı seferleri sırasında II. Kılıçarslan ile birlikte çeşitli savaşlara katıldığını belirtiyorlar. Bazıları ise Hasan Dede’yi bir evliya olarak görüyorlar.
Bölgede Hasan Dede ile ilgili olarak anlatılan bir de efsane var. Bu efsaneye göre Hasan Dede, dağın üzerinde tek başına yaşayan bilge bir kişidir. Aksaray’dan Ali Baba adlı bir derviş ile yakın arkadaşlığı vardır. Ali Baba Aksaray’da bir hamamda çalışmaktadır. Bir gün Ali Baba Hasan Dede’yi ziyarete gider. Mendilinin içinde bir avuç kor vardır. Sohbetleri süresince kor için için yanar ancak mendile bir şey olmaz. Aradan zaman geçer bu sefer Hasan Dede, Ali Baba’yı ziyaret etmek üzere Aksaray’a gider. Mendilinin içinde Hasan Dağı’ndan aldığı bir avuç kar vardır. Ali Baba ile hamamda uzun uzun konuşurlar bu süre içinde mendildeki kar hiç erimeden öylece kalır. Bir ara Hasan Dede’nin gözü hamamdan çıkan kadınlara takılır. O andan itibaren mendildeki kar erimeye başlar. Bunun üzerine Ali Baba Hasan Dede’ye bakar ve şöyle der;
“Hasan Dede, dağ başında ermişlik hüner değildir.
Asıl hüner güzel kadınlar arasında ermiş kalabilmektir.”
Ali Baba’nın bu sözleri sonradan yörede halk arasında bir özdeyiş gibi uygun durumlarda kullanılır. Hasan Dede ölümünden sonra mezarının bu dağın zirvesine yapılmasını vasiyet eder. Ölümünden sonra vasiyeti üzerine mezarı dağın zirvesine yapılır. Bu dağ o günden itibaren Hasan Dağı adı ile anılmaya başlar. Bugün Hasan Dağı’nın zirvesine çıkanlar, zirvedeki krater çukurunun batı sırtı üzerinde Hasan Dede’nin taşlarla çevrilmiş mezarını görebilirler. Bu mezarın yanında birkaç mezar daha vardır. Ancak diğer mezarların kimlere ait olduğu konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır.
*
*
BAYBURT
Kaybolan Nehir Efsanesi
Bayburt İlinin Maden bucağına bağlı Taht köyünden kuzey ve güney istikametinde pek çok tarihi kalıntılar vardır. Bu kalıntılar vardır. Bu kalıntılar anlaşıldığına göre bir kilise ve pek çok eve aittir. Bu kalıntıları gezmek bir saat zaman almaktadır.Bunlardan kuzeydekilere Gobdat, güneydekilere ise Hörsenk adı verilir. Bu adların vaktiyle kurulu olan mahallelere ait olduğu söylenir. Hörsenk ile yine o civardaki mağaralar arasında vaktiyle değirmen arkı şeklinde bir su yolu vardır.
Anlatıldığına göre bunun hikayesi şöyledir:
Yakın zamanlara kadar köyün bütün arazisini sulayacak bir su kapasitesine sahip olan bu gün hemen hemen kurumuş gibidir. Koskoca arazinin içinde adeta kaybolur gider. Vaktiyle Ermenilerin oturduğu bu köyde bir gün gelinlerden biri çocuğun altını bu su ile temizlemez yanındaki buğday ekmeğiyle ile temizler. Daha sonra temizlik yapmak için kullandığı bu ekmeği suya atar. Bu duruma küsen su da günden güne azalır, ancak bir değirmeni döndürebilecek kadar kalır.
Anlatıldığına göre bu su akışına toprağın altında devam eder. Hatta bu suyun gürül gürül akışı çevredeki mağaralarından işitilir.
Ejderha Efsanesi
Doğu Anadolu’yu kuzeye bağlayan en önemli yol Erzurum-Trabzon transit yoludur. Kış aylarındaki kar fırtınaları ile tanınan Kop ve Zigana geçitleri gibi zorlu tepelerden geçen bu yol ayrıca tabii güzellikleriyle de dikkati çekmektedir. Yol üzerinde ki sakin yerleşme merkezleri gelip geçenlerin hafızalarında unutulmayacak izler bırakacak yurt köşeleridir.
Bayburt’u Gümüşhane’ye bağlayan yolun 18.Km.’sinde, sağ taraf da bir dağın eteğinde kurulmuş Nişantaşı (Osluk) köyü vardır. Köyün eteğinde kurulduğu dağın üzerinde, yılan şeklinde ve kıvrıla kıvrıla köyün üzerine doğru gelen bir taş yığını vardır. İskelet de diyebileceğimiz şekil şaşılacak derecede bir yılana benzemektedir. Köyün içerisin de son bulan baş kısmı tam bir yılan başını andırmaktadır. Boyu ise yüz metre kadardır.
Bu Yılan-Ejderha üzerine muhtelif efsaneler anlatılmaktadır. Bunlardan bir iki tanesini sunuyoruz: Halk ejderha dediği büyük bir yılanın köye gelmekte olduğunu görür evlerini terk edip kaçmaya başlarlar. Yaşlı olduğu için fazla uzaklara gidemeyen bir kadın çaresizlik içinde bir yere çömelir. İhtiyar kadın bu arada ejderhanın gelip kendisini yemesini beklemeye başlar. Diğer taraftan da Allah’a dua eder, şöylece yalvarır: “Allah’ım, ya beni taş kes, ya onu” İhtiyar kadının duaları kabul olur ve ejderha gelebildiği son noktada taş kesilir.
Benzer bir anlatmada ise; yaşlı kadının yerini hamile bir kadın alır. O da dua eder, dualarının kabul olması ile ejderha taş kesilir.
Bahsedilen ejderha şekli halen bütün heybetiyle köyün üzerinde durmakta dır. Yalnız önceleri samanlık olarak kullanılan ağız boşluğu ve çene kısımları kırılarak taş temini amacıyla tahrip edilmiştir. Bayburt-Trabzon istikametinde seyreden yolcular dikkatli bakarlarsa ana yoldan bu ejderhayı görebilirler.
*
*
KARAMAN
Hodul Baba Efsanesi
Zamanın birinde, Larandede(Karaman) üç çocuklu bir aile yaşarmış. Evin büyük oğlu ve ortanca oğlu ticaretle uğraşırmış. Büyük oğlan ayakkabıcı, ortanca oğlan ise alavereyle uğraşırmış. Evin küçük oğlu olan, Hodul ise kendini batini ilime vermiş, gündüzleri Karadağda hayvanların bakımıyla uğraşır, geceleri ise zahiri ilimle uğraşan bir erenmiş.
Hodul, yazları devamlı Karadağdan kar getirir ve bu karı abisinin ayakkabıcı dükkanına mangalın tam üzerindeki duvara asarmış. Hodulun getirdiği bu kar hiç erimez imiş. Dükkana gelen kişiler bu kardan yazın devamlı yermiş. Bir gün çok güzel bir kadın kunduracının dükkanına ayakkabı ölçüsü aldırmaya gelir. O sırada dükkanda Hodul’da vardır.Ağabeyi kadının ayak ölçülerini alırken Hodulun gözleri kadının, o beyaz topuklarına doğru kayıverir. Hodul, kadının tenini istemeyerekte olsa görmüştü. Tam bu sırada yazın o erimeyen kar birdenbire erimeye başlar. Ayakkabı ölçüsü alan ağabeyi Hodula dönerekten “ Hodul, Hodul kalbini bozdun düzelt“ der. Arkasından “Karadağda dervişlik yapmak Karaman’da dervişlik yapmaya benzemez. Halka karışacaksın, hak ile olacan evla olan budur“ diye nasihat verir. Hodul, bu olaydan sonra ağlayarak ve mahçup bir şekilde Karadağın yolunu tutar ve bir daha Karamana hiç inmez. Karadağda yaşamına devam eder ve burada ölür. Böylelikle Hodul evliyaların içine karışır ve Hodulbaba diye anılmaya başlar.
Sakla Samanı Gelir Zamanı Efsanesi
Karamanın Ayrancı ilçemizde Selçuklular devrinde yapılmış Atlas Hanı vardır. Yaşlı bir kadın yılların bereketli gittiği zamanlarda, saman yaptırmakta ve yaptırdığı samanları da Nodalayarak saklamaktadır. Aradan geçen birkaç yıl sonra büyük bir kuraklık olmuş ve kıtlık baş göstermiş. Böylece yaşlı kadın nodalardaki samanları satarak parasıyla bu Atlas Hanı yaptırmıştır. Bir de tekerlemesi vardır ki kadın şöyle der:
Sakladım sarı samanı
Geldi zamanı
Satın parasıyla
Yaptırdım Atlas Hanı,
Geldi zamanı
Satın parasıyla
Yaptırdım Atlas Hanı,
İşte Atlas Han ile ilgili anlatılan bu efsaneye göre “Sakla Samanı Gelir Zamanı” sözünün kaynağının bu çevre ve ilimiz Karaman olduğunu söylenmektedir.
Noda Nedir; Üstü toprakla örtülü saman yığını.
*
*
KIRIKKALE
YILANLI MAĞARA
Şimdi size anlatacaklarımın benzerlerini duymuşsunuzdur hatta bir çoğunuz bunlar sadece masal deyip geçiştirmişsinizdir ama inanın bu anlatacaklarım masal değil bizzat yaşanan bir olay , bir hikaye , gerçek bir efsane .
Yılar önce yakışıklı bir genç kapalı çarşıda çalışırken ermeni bir kıza aşık olur , birbirlerini çok severler . Agopun torunları olduğunu söyleyen genç kız kökenlerinin yani dedeleri Agop'un Rize hemşin çevresinden geldiğini söyler ve ne tesaadüftürki bu gençte hemşinlidir .
Kız dedelerinin anlattığı bu yöreye hiç gitmemiştir ama dedelerinden duyduğu bir hikayeyi anlatır gence ve birde harita verir eline ;
-- Bu harita dedem agop'un hazinesinin yerini tarif eder , bu hazineyi bul ve beni burdan uzaklara götür der
Genç haritayı alır ve geri döneceğine yemin eder , oradan uzaklaşır ....
Zaman kaybetmeden hemşine doğru yola koyulur ve köye bir telgrafla haber verir , en samimi arkadaşlarına hazır olmalarını hazine arayacaklarını söyler .
Köye geldiğinde arkadaşları hazır bir şekilde heyecanla onu beklemektedirler .Zaman kaybetmeden hazinenin özelliklerini nasıl bulacaklarını anlatır ; hazinenin çok yılanlı bir bölgede gömülü olduğu için kesinlikle kar olduğu bir zamanda gidilmesi gerektiğini söyler , çünkü soğukta yılanlar uyuduğundan kendilerine dokunmayacaktır .
Yaklaşık 2 ay beklerler ve nihayetinde zor bir kış gelir kapıya öyle kar yağar ki her taraf bembeyaz olur . 5 arkadaş ve birde köpek harita ellerinde yola koyulurlar . Tarif edilen dağa çıkarlar orda gelin kayasını bulurlar ata binmiş bir gelini andırmaktadır ve eli ile bir yönü işaret etmektedir , işarete doğru ilerlerler bir tepe ve iki küçük ırmak geçtikten sonra kar tutmamış bir yere gelirler yaklaşık 10 metre karelik bir alanda sadece toprak vardır ve hiç kar yoktur , sözü edilen mağarayı bulurlar , mağaranın ağzına geldiklerinde gözlerine inanamazlar öyle büyük öyle iri yılanlar vardırki korkmamak elde değildir ,zaten havada kararmaya az kaldığı için köye dönüp yarın erkenden malzemelerle birlikte gelmeyi kararlaştırırlar .
Köye döndüklerinde herkes evine gider ve ertesi gün için hazırlık yapar kazma , kürek,kopri,balta halat fener ne bulurlarsa hazırlarlar ....
Ertesi gün olur sabah şafak vakti ile bir araya gelirler ve mağaraya doğru yol alırlar uzunca bir yürüyüşten sonra öğlen olmadan mağaraya gelirler mağaranın girişi öyle dardırki bir kişi ancak sığacak şekildedir ,fenerler yakılır ve mağaraya doğru teker teker girilmeye başlanır ama yılanlardan fırsat yoktur uyumalarına rağmen öle iri ve ürkütücüdürlerki korkarlar ama korkuları fazla sürmez ve baltalarla koprilerle keserler yılanları nihayet mağaranın içine girerler ama bir kişi ayakta dik duracak kadar bile geniş değildir mağara , ona rağmen kazmaya başlarlar ve kazdıkça ısınmaya başlarlar ve ortama alışırlar ama korkularıda artmaya başlar sıra ile yoruldukça değişerek kazmaya başlarlar , yaklaşık yarım saat kazdıktan sonra hazinenin izleri gözükmeye başlar tam bu sırada kazma bir yere çarpar ve öle bir ses çıkar ki mağarada korkunç bir inilti sesi , yankılanmaya başlar , yer sallanmaya ve içerde çığlıklar duyulmaya başlanır , oradakiler öle korkarlarki ellerinde ne var ne yok bırakarak hızla dışarı çıkarlar bir kişinin zor geçtiği yerden 5 arkadaş ve bir köpek kurşun gibi çıkarlar ve köye doğru kaçmaya başlarlar .
Hazineyi bulduklarını söylerler köylülere ve yarın hep beraber gitmeleri gerektiğini söylerler . Ama o gece olanlar olur . Köpek sahibini parçalayarak öldürür kalır 4 kişi biride karısını doğrar ve kendide intahar eder , o gece kalır iki kişi biride derelere gider ve dönmez taşlarda parça parça olur ölür kalır bir kişi , o kişide yeminli olduğu için geri dönmek zorundadır işte o kişide o yakışıklı gençtir , işte o yakışıklı gençte benim öz DAYIM dır . Ama oda yarım akıl kalır işte ve delirir bana bunu anlattığı zaman bile hala gözlerinde o günkü korkunun izlerini gördüm inanın .
Bu olaydan sonra dedem ve köyün yaşlıları başka gençler gidipde orda kaybolmasınlar diye orayı yasak etmişler ve orda hazine yok orda büyük ejderha var demişlerdir nefesinden kar tutmaz demişlerdir , işte o gün bu gündür kimse oraya gitmemiştir .
Ne dersiniz kısmet belki bizedir :)) ben bir güzel ermeni kız buldum ama o denli aşık olup bana harita vermedi :)) ama ben tam 3 kıştır hazırlık yapıyorum ve kısmetse bu kış tam teşekkülü olayı araştıracağım , amaç hazine bulmak değil orda bıraktıkları kazma kürekleri bulsam bile bana yeter ......
Yılar önce yakışıklı bir genç kapalı çarşıda çalışırken ermeni bir kıza aşık olur , birbirlerini çok severler . Agopun torunları olduğunu söyleyen genç kız kökenlerinin yani dedeleri Agop'un Rize hemşin çevresinden geldiğini söyler ve ne tesaadüftürki bu gençte hemşinlidir .
Kız dedelerinin anlattığı bu yöreye hiç gitmemiştir ama dedelerinden duyduğu bir hikayeyi anlatır gence ve birde harita verir eline ;
-- Bu harita dedem agop'un hazinesinin yerini tarif eder , bu hazineyi bul ve beni burdan uzaklara götür der
Genç haritayı alır ve geri döneceğine yemin eder , oradan uzaklaşır ....
Zaman kaybetmeden hemşine doğru yola koyulur ve köye bir telgrafla haber verir , en samimi arkadaşlarına hazır olmalarını hazine arayacaklarını söyler .
Köye geldiğinde arkadaşları hazır bir şekilde heyecanla onu beklemektedirler .Zaman kaybetmeden hazinenin özelliklerini nasıl bulacaklarını anlatır ; hazinenin çok yılanlı bir bölgede gömülü olduğu için kesinlikle kar olduğu bir zamanda gidilmesi gerektiğini söyler , çünkü soğukta yılanlar uyuduğundan kendilerine dokunmayacaktır .
Yaklaşık 2 ay beklerler ve nihayetinde zor bir kış gelir kapıya öyle kar yağar ki her taraf bembeyaz olur . 5 arkadaş ve birde köpek harita ellerinde yola koyulurlar . Tarif edilen dağa çıkarlar orda gelin kayasını bulurlar ata binmiş bir gelini andırmaktadır ve eli ile bir yönü işaret etmektedir , işarete doğru ilerlerler bir tepe ve iki küçük ırmak geçtikten sonra kar tutmamış bir yere gelirler yaklaşık 10 metre karelik bir alanda sadece toprak vardır ve hiç kar yoktur , sözü edilen mağarayı bulurlar , mağaranın ağzına geldiklerinde gözlerine inanamazlar öyle büyük öyle iri yılanlar vardırki korkmamak elde değildir ,zaten havada kararmaya az kaldığı için köye dönüp yarın erkenden malzemelerle birlikte gelmeyi kararlaştırırlar .
Köye döndüklerinde herkes evine gider ve ertesi gün için hazırlık yapar kazma , kürek,kopri,balta halat fener ne bulurlarsa hazırlarlar ....
Ertesi gün olur sabah şafak vakti ile bir araya gelirler ve mağaraya doğru yol alırlar uzunca bir yürüyüşten sonra öğlen olmadan mağaraya gelirler mağaranın girişi öyle dardırki bir kişi ancak sığacak şekildedir ,fenerler yakılır ve mağaraya doğru teker teker girilmeye başlanır ama yılanlardan fırsat yoktur uyumalarına rağmen öle iri ve ürkütücüdürlerki korkarlar ama korkuları fazla sürmez ve baltalarla koprilerle keserler yılanları nihayet mağaranın içine girerler ama bir kişi ayakta dik duracak kadar bile geniş değildir mağara , ona rağmen kazmaya başlarlar ve kazdıkça ısınmaya başlarlar ve ortama alışırlar ama korkularıda artmaya başlar sıra ile yoruldukça değişerek kazmaya başlarlar , yaklaşık yarım saat kazdıktan sonra hazinenin izleri gözükmeye başlar tam bu sırada kazma bir yere çarpar ve öle bir ses çıkar ki mağarada korkunç bir inilti sesi , yankılanmaya başlar , yer sallanmaya ve içerde çığlıklar duyulmaya başlanır , oradakiler öle korkarlarki ellerinde ne var ne yok bırakarak hızla dışarı çıkarlar bir kişinin zor geçtiği yerden 5 arkadaş ve bir köpek kurşun gibi çıkarlar ve köye doğru kaçmaya başlarlar .
Hazineyi bulduklarını söylerler köylülere ve yarın hep beraber gitmeleri gerektiğini söylerler . Ama o gece olanlar olur . Köpek sahibini parçalayarak öldürür kalır 4 kişi biride karısını doğrar ve kendide intahar eder , o gece kalır iki kişi biride derelere gider ve dönmez taşlarda parça parça olur ölür kalır bir kişi , o kişide yeminli olduğu için geri dönmek zorundadır işte o kişide o yakışıklı gençtir , işte o yakışıklı gençte benim öz DAYIM dır . Ama oda yarım akıl kalır işte ve delirir bana bunu anlattığı zaman bile hala gözlerinde o günkü korkunun izlerini gördüm inanın .
Bu olaydan sonra dedem ve köyün yaşlıları başka gençler gidipde orda kaybolmasınlar diye orayı yasak etmişler ve orda hazine yok orda büyük ejderha var demişlerdir nefesinden kar tutmaz demişlerdir , işte o gün bu gündür kimse oraya gitmemiştir .
Ne dersiniz kısmet belki bizedir :)) ben bir güzel ermeni kız buldum ama o denli aşık olup bana harita vermedi :)) ama ben tam 3 kıştır hazırlık yapıyorum ve kısmetse bu kış tam teşekkülü olayı araştıracağım , amaç hazine bulmak değil orda bıraktıkları kazma kürekleri bulsam bile bana yeter ......
BATMAN
İKİ YOLLU MİNARE
Sultan Süleyman bin Turan Şah Eyyubi’nin hükümdarlığı döneminde yapılan Sultan Süleyman Camii minaresi, daha inşaat halinde iken usta ile kalfa arasında inşaat tekniği açısından bir anlaşmazlık çıkar. Minarenin henüz dikdörtgen kaidesi yapılmakta iken usta ile kalfa arasında başlayan bu tatlı çekişme, kalfanın usta tarafından kovulmasıyla son bulur. Bu olay kalfanın çok zoruna gider. Ancak buna karşılık vermek için Dicle Nehrine hakim kayalıklar üzerinde bulunan El Rızk Camiinin minaresini yapmayı üstlenir.Kalfanın buradaki amacı, ustasının yapmakta olduğu minareden daha güzel bir minare yapmaktır. Nitekim öylede olur.Usta ile kalfa minarelerini birlikte yapmaya başlarlar.
Her iki minare de yükseldikçe, ihtişamları da belirğinleşmeye başlar. Ancak kalfa, yapmakta olduğu minarede herkesten saklı tuttuğu bir ayrıntıyı özenle korumaktadır. Minareler, ilk bakışta dış görünüş itibariyle birbirine benzemektedir. Ancak halk, zarafet ve estetik açısından minareleri karşılaştırınca, kalfanın yapmakta olduğu minarede daha güzel ve göze hoş gelen desenler bulmaktadır. Zaman ilerledikçe, her iki minarenin inşaatı da hızlanmaktadır. Bir süre sonra minareler birlikte tamamlanır. Usta yaptığı minarenin açılışını, başta Melik olmak üzere kentin ileri gelenlerinin iştirakiyle gayet şatafatlı ve görkemli bir törenle açar. Kalfa ise yaptığı minarede sır gibi sakladığı bir inşaat tekniğini yalnız ustasının görmesini istemektedir.
Bu nedenle minarenin açılışını yapmadan önce, ustasına karşı duyduğu saygıyı ön planda tutarak ve mütevazi bir tavırla ustayı açılışa davet eder ve minarenin açılışını ona yaptırır. Minarenin açılışından sonra usta, minarenin merdivenlerini kontrol etmek ve rahat olup olmadığını anlamak için minarenin tepesine çıkar. Birde ne görsün, kalfada minarenin tepesinde kendisini beklemektedir. Bu durumu hayretle karşılayan usta, kalfaya “ buraya nasıl çıktığını” sorar. Kalfa da her zaman olduğu gibi tevazuyu elden bırakmadan ustasına “ şu yan tarafta bulunan ikinci yoldan çıktım” der. Bunun üzerine usta, şöyle bir yan tarafına bakar ki birde ne görsün minarede çift yol yapılmış. Üstelik bu yollardan çıkan ve inen birbirlerini görmeyecek şekilde bir inşaat tekniği kullanılmış. Oysaki kendisinin yaptığı minarede böyle bir teknik kullanılmamış ve yalnızca minaresinde bir yol vardır. Bu durum karşısında ne yapacağını şaşıran usta, kalfasının bu şahane eserini takdir edeceği yerde gururuna yenik düşerek geçirdiği bunalım sonucu minarenin tepesinden aşağıya atlamış ve intihar etmiştir. Bu nedenle, Hasankeyf’te bulunan minareler, işte böyle tatlı ancak sonu dramatik olan bir rekabet anlayışı içinde yapıldığı için üstün bir inşaat tekniğine ve üstün bir sanat değerine sahiptir.
Her iki minare de yükseldikçe, ihtişamları da belirğinleşmeye başlar. Ancak kalfa, yapmakta olduğu minarede herkesten saklı tuttuğu bir ayrıntıyı özenle korumaktadır. Minareler, ilk bakışta dış görünüş itibariyle birbirine benzemektedir. Ancak halk, zarafet ve estetik açısından minareleri karşılaştırınca, kalfanın yapmakta olduğu minarede daha güzel ve göze hoş gelen desenler bulmaktadır. Zaman ilerledikçe, her iki minarenin inşaatı da hızlanmaktadır. Bir süre sonra minareler birlikte tamamlanır. Usta yaptığı minarenin açılışını, başta Melik olmak üzere kentin ileri gelenlerinin iştirakiyle gayet şatafatlı ve görkemli bir törenle açar. Kalfa ise yaptığı minarede sır gibi sakladığı bir inşaat tekniğini yalnız ustasının görmesini istemektedir.
Bu nedenle minarenin açılışını yapmadan önce, ustasına karşı duyduğu saygıyı ön planda tutarak ve mütevazi bir tavırla ustayı açılışa davet eder ve minarenin açılışını ona yaptırır. Minarenin açılışından sonra usta, minarenin merdivenlerini kontrol etmek ve rahat olup olmadığını anlamak için minarenin tepesine çıkar. Birde ne görsün, kalfada minarenin tepesinde kendisini beklemektedir. Bu durumu hayretle karşılayan usta, kalfaya “ buraya nasıl çıktığını” sorar. Kalfa da her zaman olduğu gibi tevazuyu elden bırakmadan ustasına “ şu yan tarafta bulunan ikinci yoldan çıktım” der. Bunun üzerine usta, şöyle bir yan tarafına bakar ki birde ne görsün minarede çift yol yapılmış. Üstelik bu yollardan çıkan ve inen birbirlerini görmeyecek şekilde bir inşaat tekniği kullanılmış. Oysaki kendisinin yaptığı minarede böyle bir teknik kullanılmamış ve yalnızca minaresinde bir yol vardır. Bu durum karşısında ne yapacağını şaşıran usta, kalfasının bu şahane eserini takdir edeceği yerde gururuna yenik düşerek geçirdiği bunalım sonucu minarenin tepesinden aşağıya atlamış ve intihar etmiştir. Bu nedenle, Hasankeyf’te bulunan minareler, işte böyle tatlı ancak sonu dramatik olan bir rekabet anlayışı içinde yapıldığı için üstün bir inşaat tekniğine ve üstün bir sanat değerine sahiptir.
HASAN KEYF İSMİNE DAİR EFSANE
Zamanın birinde Hasankeyf çevresini haraca bağlayan, adamları ile birlikte yolları kesip halkı soyan Hasan isminde bir eşkıya varmış. Bu adam sonunda yakalanmış ve Hasankeyf Kalesi'nde zindana atılarak hapsedilmiş. Bir süre sonra da idama mahkum edilen Hasan, cezasının infazı için Kaledeki meydanda kurulan dar ağacına getirilmiştir. Ancak, idamdan önce son dileği sorulurken Hasan, görevlilerden bir küheylan getirmelerini istemiş, ata binip meydanın bir ucundan diğer ucuna bir cirit oyunu oynamayı arzuladığını ifade etmiştir. Dileği yerine getirilir, Hasan ata biner ve son hızla Hasankeyf Kalesi'nden 200 metre aşağıdaki Dicle Nehri'ne atlar. bu atlayıştan sonra at ölür ancak Hasan, karşı sahile kadar yüzerek kurtulur. Bu esnada meydanda toplanmış bulunan halk, Hasan'ın bu atlayışına karşı hep bir ağızdan "Hasan Keyfe (Hasan neden yaptın!)" nidasında bulunarak olay karşısında üzüntülerini dile getirirler. Hasankeyf isminin bu olaydan dolayı bu yöreye verildiği anlatılmaktadır.
*
*
KURŞUN ASKER EFSANESİ
Posof ilçesine bağlı secede de Kahraman Mehmetçik hudut karakolunda nöbetçidir. Kulağına sesler gelir ve karşı tepeden düşman görünür. Arkadaşları duysun diye silah atar, onlar gelinceye kadar düşman sarar. Ruslar kurşun yağmuruna tutulur. Bu köye "Kurşun Çavuş" denmiştir.
HOCA
Eskiden hocalar maaş alamazlarmış, üç hoca bir eve misafir olmuşlar, akşam yemeği hafif yenir.Birisi yatsıdan sonra acıkmış, sayıklama numarası yapmış;
"Kapan geldi üç molla, dosta hediye yolla , yassuluğa helva gele,topar laha" demiş, ev sahibi cevap vermiş;
"Senin dediğin hağdur, o da bizde yoktur. Kavuğunu koltuğuna sığdur.Sayığla , dur sayığla."
-Ben öldükten sonra mezarımın üzerini eski merteklerle (evlerin üzerini örtmekte kullanılan tahta) örtün der.
Çocukları bunun köylü tarafından hoş karşılanmayacağını ve kendileri için bir ayıp olduğunu söyleseler de adam eğer vasiyetini getirmezlerse hakkını helal etmeyeceğini söyler ve bir müddet sonra ölür. Bunun üzerine çocukları babalarının vasiyetini yerine getirir ve mezarın üzerini eski merteklerle örterler.
Toprağa verilen adamın yanına melekler gelir ve ilk sorgusunu yapacaklarını söylerler. Hazırlıklı olan adam meleklere çıkışarak;
-Bu ne biçim iştir kardeşim, kaç defa hesap vereceğiz.Beni hatırlamıyorsunuz, şu üzerimdeki tahtaları da mı görmüyorsunuz?Diyerek melekleri geri gönderir.
-Şikayetin ne teyze , diye sorunca,
Yaşlı kadın:
-Ayağlarım bujlaniyir oğlum der.
Bu yöresel terimden hiçbir şey anlamayan doktor bu sefer oğluna sorar.Adam
-Yani doktor bey,demek istediki;Ayağlarım gejerleniyir,tikine duramiyirim.
*
Günümüzden binlerce yıl önce, Güney Anadolu'da Tarsus kenti dolaylarında, yedi kat yerin dibindeki mağralarda yaşayan yaratıklar varmış. Meran adı verilen bu yaratıklar, çok akıllı ve iyi yüreklilermiş. Arkadaşlığa, dostluğa, sevgiye büyük önem vererek, barış içinde mutlu bir yaşam sürerlermiş. Meranların başlarında Şahmeran denilen eceleri varmış. Genç ve güzel bir kadın olan Şahmeran hiç yaşlanmaz, öldüğü zaman da ruhu kızının vücuduna geçermiş.
Meranların yaşadığı dönemde, İran'ın Tebriz kentinde, Keyhüsrev adinda bir kral, acımasızlığıyla ün yapmış. Halkı ağır vergi yükü altında yoksulluk içinde yaşarken sarayda keyfi alemler yapılırmış. Bundan rahatsızlık duyan Dünyal adındaki bir bilgin Keyhüsrev'i doğru yola çekmek için çok uğraşmış ve bu uğurda yapmadığı şey kalmamış.
Dünyada oğlu Camsap'tan başka hiç bir kimsesi olmayan bilgin, Meranların yaşadığı bölgeyi bilir, uzun uğraşlardan sonra bulmayı başardığı gizli geçitten geçerek onlara ulaşır ve Şahmeran ile dertleşirmiş.
Ögrendiklerini ve gördüklerini bir kitap'ta toplayan bilgin Dünyal, yazdıklarını oğluna anlatır ve onu yetiştirmeye çalışırmış. Kitabın bir sayfasına çizdiği Şahmeran'ın resmini gören Camsap, Şahmeran gerçekten bu kadar güzel mi babacığım der. Babası ise evet oğlum resimdekinden çok daha güzel der.
Camsap o kitapta bellerinden aşağısı yılan, üstü ise insan olan, Meran adı verilen bu yaratıkların başındaki Şahmeran'a aşık olur ve onu görmek için elinden gelen herşeyi yapacağını söyler.
Babası ise Meran'lara vermiş olduğu sözden dolayı oğluna, oğlum dahi olmuş olsan Meran'lara nasıl ulaşabileceğini söyleyemem der. Keyhüsrev ordusunun saldırısına uğrayan bilginin evi sırasında Camsap evden kaçmayı başarır ve kaçarken yanına babasının Meran'lar hakkında yazmış olduğu kitabıda alır.
Artık babasını Yitirmiş olan Camsap en iyi arkadaşı olan Şehmur'a durumu anlatır ve Onu ikna ettikten sonra Meran'ların şehrine ulaşmak için yola çıkarlar. Bu olaylar gelişirken Meran'ların kentinde de Anne Şahmeran ölümcül bir hastalığa yakalanır ve ölür. Kızı ecem ise danışma meclisince Meran'ların yeni Şahmeran'ı ilan edilir. Şahmeran olabilmesi için evlenmesi töreler gereği zorunludur. Danışma Meclisi töreleri gereği bir yarışma düzenler ve yarışmayı başarıyla tamamlayan kişi Ecem ile evlenmeye hak kazanacaktır. Ancak bir insana aşık olan Şahmeran törelere karşı koymaya çalışsada danışma heyeti tarafından ikna edilir ve töreler gereği yarışma yapılır. Onlarca kişiden sadece iki kişi başarılı olur. Bunlardan birisinin kesin kazanacağını anlayan Şahmeran benimle evlenecek gençi kendim sınavdan geçirmek isterim demiş.
Bu iki genç Şahmeran'ın huzuruna getirilir ve gençlere ilk sorusunu yöneltir.
1. Beni gercekten sevdiginiz için mi yoksa benimle evlenerek Meranların başına geçmek için mi sınava katıldınız? Diye sormuş.
Gençler:
- Sizi çok sevdiğimiz için diye yanıtlamışlar
Şahmeran:
- Uğrunda ölecek kadar mı seviyorsunuz? Diye sormuş ikinci sorusunu
- Gençlerden bir tanesi kayıtsız kalırken diğeri:
- Evet, diye yanıtlamış.
Şahmeran Hüsrev'in hançerini gençe uzatarak:
- Kanıtla öyleyse, demii
Beklemediği bir durumla karşılaşan genç, bir süre bekledikten sonra hançeri havaya kaldırmış. Onu durduran Şahmeran:
Beni eğer gerçekten sevmiş olsaydın, başkasına birakmaz ve kendini öldürmeye kalkmazdın demiş. Bu nedenle seninlede evlenemem demiş.Beklenen yanıt alınamadığından Danışma heyeti Şahmeran artık istediğin genç ile evlenebilirsin demiş. Ancak törelere o gün (yani aynı gün) olması şartmış. Bu sırada muhafızlardan bir tanesi Şahmeran'ın yanına gelerek mağra girişinde 2 tane insan bulduklarını söylemiş. Şahmeran oldukca heycanlanmış bunlardan bir tanesinin Aşık olduğu insan olabileceğini düşünerek Muhafızlarına onlara zarar vermeden getirin talimatı vermiş.
Muhafızlar tarafından getirilen 2 kişiden birisi baygın haldeymiş. Ayık olana Şahmeran, Kimsiniz? Ne isiniz var burada diye sormuş? Verdiği cevapların doğru olmadığını sezen Şahmeran, ya doğruları söylersin yada hemen zindana atılırsın dediğinde Yerde yatan Camsap gösterek işte efendim herşey bunun yüzünden oldu demiş. Meran'ların ecesi Olan Şahmeran'a aşık olduğundan dolayı buraya geldiklerini belirten Şehmur'un sözlerini duyan Şahmeran gözlerini belli bir süre Camsap'tan ayıramamış.
Camsap'ın sorguya çekilmesi için ayılması beklenmiş.
Camsap ayıldığında Şahmeran'ı görmek istediğini söylemiş, ardından duyduğu bir ses ile şaşkına dönen Camsap dönüp baktığında karşısında Şahmeran'ı görmüş. Gerçekten de resimde gördüğümden çok daha güzelmişsiniz demiş.
Camsap ta töreler gereği Şahmeran tarafından danışma meslisi ve Meran halkı önünde sınava tabii tutulur.
Ona da daha öncekilere sorulan iki soru sorulur:
İlk soru:
Şahmeran:
- İstesem benim için canını verirmisin?
Camsap:
- Seni büyük bir tehlikeden kurtarmak için canımı vermem gerkirse bir saniye bile düşünmeden veririm; ama sevgimi kanıtlamam için ise Hayır.
Şahmeran:
- Pekala sana iki senecek veriyorum. Ya beni kendi ellerinle başka birisine tutsak vereceksin ya da ölmeme göz yumacaksın. Zorunlu kalmış olsaydın bu seçeneklerden hangisini seçerdin?
- Camsap:
Zor bir soru. Ölüm her zaman en son düşünülecek bir yoldur. Zorunlu kalsaydım, ölmenize göz yummam kendi ellerimle başkasına verirdim. Seven insan sevdiğine güvenir, hangi şartlarda olursa olsun, içinde bu sevgi varken sevdiğinin başkasının olmayacağını bilir. Ayrıca, insan sağ oldukça ümit var demektir.
Camsap'ın verdiği yanıtlar, orada bulunanların sayğıyla bakmalarına yol açar. Danışma meclisi Şahmeran ile Camsap'ın evlenebilmeleri için artık hiç bir engelin olmadığını söyler. Şahmeran benimle evlenirmisin der? Camsap ise hemen evet demiş.
Sonra evlenmişler, aradan bir yıl geçmiş ve bir kızları olacakmış. Camsap son zamanlar ülkesini ve ülkesinin insanlarını çok merak eder olmuş. Babasının bıraktığı işi yerinden devam ettirmek ve halkını o kötü kıral olan Keyhüsrev'den kurtarabilmek için yanıp tutuşmaktaymış. Bunun bu halini gören Şahmeran'da çok üzülmekteymiş. Birgün Camsap'a içinin rahat olmadığını görüyorum istersen ülkene dönüp mücadele edebilirsin demiş. Buna çok sevinen Camsap yanına arkadaşı Şehmur'u da alarak yola koyulmuşlar.
Ülkesine dönerken kralın muhafızlarına yakanalan Camsap ve Şehmur zindana atılmışlar ve idam edilecekleri günü bekliyorlarmış. Zindanda sinirden kıvranan Camsap bir ara yumruğunu duvara vurduğunda parmakları acıdığından elini okşamaya başlar. O sıra parmağındaki sihirli yüzük Şahmeran'ı yanına çağırır. Şahmeran görünmez olarak Camsap'ın yayındadır. Uzunca hasret giderirler ve Şahmeran Camsap'a bir ilaç ve birde hançer verir. İlaç ile: Kral keyhüsrev ölümcül bir hastalığa yakalanmış ancak bu ilaç ile iğleşir, huzuruna çağrıldığında seni affetmesi şartıyla bu ilaçı ona ver, hemen iyileşir der. Hançer ile: Bu hançer ile öldüremiyeceğin canlı varlık yoktur, hatta benim derime bile işler der. Kaf dağındaki devi bile öldürmeye yeter der. Muhafızlar tarafından kralın huzuruna götürelen Camap ve Şehmur'a kral derhal bunların kellesini uçurun der. O sıra efendim biliyorum ki ölümcül bir hastalığa yakalanmışsınız, elimdeki ilaç ile sizi iyleştirebilirim der, eğer beni serbest bırakırsanız size bu ilaçı vereceğim der. Bu teklifi kabul eden Kral'a ilaçı verir ve kral ileşir. Kralın danışmanı ise efendim Camsapı affettiniz ama bunu Deve teslim edeceğinize söz vermiştiniz der. Kral da bunu doğrular. Camsap ise Deve kendisinin gideceğini söyler. Kral'da arkadaşın Şehmur sen deve ulaşıncaya kadar burada mahkum kalacak der. Yola koyulan Camsap deve ulaşır ve Şahmeran'ın vermiş olduğu hançer ile devi öldürür ve halkının acısını almış olur. Kralın kızı olan Şahbanu da camsap'a deliler gibi aşıktır ve onunla evlenebilmek için yer yolu denemektedir.
Geri döndüğünde Kralın kızı Camsap ile evlenmek ister, ancak bunu arzulamayan arkadaşı Şehmur kralın kızına Camsap evli der. Meran'lardan birisiyle evli der. Bundan hoşlanmayan Kral kızı o bir insan ile evlenmeli der. Duyduklarına inanmadığından Camsapı yanına çağırır ve onada sorar. Üzülmesini istemediğinden anlatmak istemesede kral kızı ona Şahmeran'ı yanına çağır onunla konuşacağım der. Şehmur bunuda anlatmıştır. Parmağındaki yüzüğünü okşar ve Şahmeran gelir. Sonra görünmesi istenir. Kral kizi Şahmeran'ın güzelliğine çok şaşırır. Evet ben Camsap ile evliyim ve üstelik birde kızımız var der. Bu sırada Camsap'taki hançeri kapan Şehmur bunu Şahmeran'a saplar ve yere yığılan Şahmeran'ın üzerine kapanan Camsap'ın sırtına da hançeri saplar. Şahbanu ile evlenip kral olmak istiyordur.Artık Şahmeran ölmüştür.. Camsap ise belli bir süre hasta yattıktan sonra iyileşmiştir. Şahmeran'ın acısını unutmak için Kral'ın güzel kızı ile evlenir… birde oğulları olur. Şehmur ise yaptıkları kötülüklerin hesabını zindan da çekmektedir.
*
BARTIN
*
ARDAHAN
KÜR ÜZERİNDEKİ UĞUZ TAŞI EFSANESİ
Ahıska Nekeleye köyü Hırtıs arasında Ardahan'dan gelen Kura suyunun üzerinde Uğuz taşı denen iki kapı boyunda bir kesme taş vardır. Uğuzlar'dan iki kardeş o koca kaya gibi taşı bir taş ocağından keserek buraya köprü kurmak için getiriyorlar. Bunlar taşı kesip Kura'nın kıyısına koyduktan sonra öğle yemeği için evlerine giderler. Bu sırada Uğuzlar'a göre ufak yapılı bir adam da onların evine konuk gider.Uğuz'un atının torbası bir Somar (320-330 kg. kadar) arpa alır. O ufak adam Uğuz'un gözünün koca bir kilim gibi duran atın torbasını doldurduktan sonra gücü yetmediğinden atın başını eğdirir ve kolaylıkla arpa dolu torbayı hayvanın başına takar. Uğuz'un anası bunu görünce oğullarına der ki "Sonunda dünyayı bunlar ele geçirip yiyecekler". Bu durumu gören iki Uğuz kardeş de ufak adamın gücü ile büyük işleri başardığını bu at torbası olayında gözleri ile gördüğünden Kura üzerinde kurmak istedikleri taş köprüyü yapmaktan vazgeçerler. Sonradan o uzun ve dev yapılı Uğuzlar saflık ve hile bilmezliklerinden zamanla yok olup giderler. Uğuzlar sık sık uyumazlarmış. Uyudukları zaman da yedi gün aralıksız uyurlarmış. "Uğuz'un uykusuna yattığı" sözü buradan kalmadır.ÇILDIR GÖLÜ DİBİNDEKİ ESKİ ŞEHİR
Eskiden Çıldır Gölü'nün dibinde bir şehir varmış. Buranın beyi Akçakala'da otururmuş. Çukurda kurulmuş olan bu şehrin, dokuz burma musluklu çeşmesi varmış. Bey "Gece gündüz çeşmeden su alanlar sakın çeşmeyi kapatmayı unutmasınlar yoksa şehri su basar" demiş. Şehirde kadın erkek bu buyruğa uyarmış. Bir gün akşamın karanlığı basmışken çeşmeden su doldurmakta olan bir kıza yedi yıldır gurbette olan ağabeyinin geldiğini müjdelemişler. Dokuz burma musluklu çeşmenin bir musluğundan su dolduran kız sevindiğinden evine koşup giderken burmayı kapatmayı unutur. O gece karanlığında çukur yerlerdeki evleri su basarken artık dokuz burmalı çeşmenin yeri de belli olmaz. Evi biraz yüksekte olanlar işin farkına varınca çoluk çocuğun elinden tutarak hiçbir eşya almadan yokuş yukarı kaçarlar. Ertesi gün şehirden ancak kilisenin kümbeti görülür ve akşama kadar onlarda sular altında kalır. Şehirden sağ kurtulup kaçanlar Akçakala adasına gelirler. Çıldır gölü işte dibindeki o dokuz burmalı çeşmenin suyundan ortaya çıkmıştır. Eğer (güneydeki) Taşbaşından bu gölün ayağı Zarşat'a doğru akmasaydı Akçakala adası ile öteki köyleri de su basardı.UĞUZ ÇAYIRI VE UĞUZ DAĞI EFSANESİ
Eskiler der ki Gürcülükten bile önceleri Cınıvızlar (Cenevizli-Romalılar) daha görünmeden Uğuz dağı ile çevresindeki yaylalarda Uğuz (Oğuz) denilen çok iri yapılı bir millet yaşarmış. Bu Uğuzlar'ın bir beyi varmış ki bütün Ardahan ve Cavk da denilen Akhılkelek ile Zegan (Posof'un Ilgar ve Cin Dağı kesimleri ile Şavşat sınırlarındaki Arsiyan dağı etekleri) bunun mülkü imiş. Bu Uğuz'un dağı ile çevresinde ve Kura suyu üzerindeki kışlaklar bu beyin has otlağı imiş. Öteki dağlar ve anılan yerlerde o zamanlar hep çamlık ve ormanlık imiş. Uğuz dağının yanında her yıl 300 araba ot biçilmekte olan Uğuz'un çayırını bu bey her yaz bir Uğuz'a biçtirirmiş. Biçen adam buralarda yaylayan ve çok iri birisiymiş. Bu Uğuz, Uğuz çayırının 300 arabalık otunu bir günde hem biçer hem de yığarmış. Uğuz bir yaz günü buraları tırpan ile biçerken bacısı kendisine öğle yemeği getirir. Sıcakta biçen*le uğraşırken kendi terinin buğusu gözlerini bürüyen Uğuz çayırın gür bir yerinde kızgın kızgın çalışır. Bu sırada omzunda heybesiyle öğle yemeği getiren ve yanına yaklaşan bacısını gözü görmez ve otlarla birlikte onu da ikiye biçer ve bunu yaparken bile farkına varmaz. Kol başına geldiğinde bel den çıkarttığı masatını tırpanına vurmaya çalışan Uğuz bir de görür ki tırpanı al kana boyanmış. "Bir hayvanın canına mı kıydım" diyerek yazıklanırken hemen o kol boyunu dolaşır. Bir de ne görsün öğle yemeğini getirmiş olan bacısını ikiye biçmiş. Hiddetle masatı yere vurur aktaştan olan mastın yarısı çayıra saplanır. Bugün dışarıda kalan kesimi bir adam boyundan yüksektir. Ellerini yere vurup tırpanı da bırakarak hemen bacısının iki parçasını birleştirip masatın dibine gömer. Kendisi kederinden Uğuz dağının tepesine çıkar ve orada ölür.KURŞUN ASKER EFSANESİ
Posof ilçesine bağlı secede de Kahraman Mehmetçik hudut karakolunda nöbetçidir. Kulağına sesler gelir ve karşı tepeden düşman görünür. Arkadaşları duysun diye silah atar, onlar gelinceye kadar düşman sarar. Ruslar kurşun yağmuruna tutulur. Bu köye "Kurşun Çavuş" denmiştir.
TEKÇAM EFSANESİ
İlimizin merkeze bağlı Ovapınar Köyü dağlarında bulunan ormanlık bir alan zamanla yok olur, ancak bir tane çam ağacına kimse dokunmaz. Geceleri ağacın etrafında mumların yandığını gören yöre halkı bu çam ağacının kutsal olduğuna inanır ve dilek dilemek için buraya gelir. Ancak bir gün çevredeki köylerden birinde yaşayan bir adam ağacı kesmeye karar verir. Ağacın yanına gelerek baltasıyla kesmeye başlar ve baltayı vurduğu yerden kan gelir. Ağacı kesmeye kararlı olan adam vazgeçmez ve ağacı keserek evine götürür. O günün akşamında bu bölgeye görülmemiş derecede bir yağmur yağar ve adamın yaşadığı köyden bir sel geçer. Sel köyden sadece bu adamın evini ve ailesini götürürken, başka kimseye zarar vermez Bugün ağacın bulunduğu yerde "Tekçam" denilen bir çeşme akmakta ve yöre halkı yağmur yağmadığı zaman buraya gelerek yağmur duası etmektedir.HOCA
Eskiden hocalar maaş alamazlarmış, üç hoca bir eve misafir olmuşlar, akşam yemeği hafif yenir.Birisi yatsıdan sonra acıkmış, sayıklama numarası yapmış;
"Kapan geldi üç molla, dosta hediye yolla , yassuluğa helva gele,topar laha" demiş, ev sahibi cevap vermiş;
"Senin dediğin hağdur, o da bizde yoktur. Kavuğunu koltuğuna sığdur.Sayığla , dur sayığla."
MERTEK
Ölüm döşeğinde yatan adam çocuklarını çağırarak;-Ben öldükten sonra mezarımın üzerini eski merteklerle (evlerin üzerini örtmekte kullanılan tahta) örtün der.
Çocukları bunun köylü tarafından hoş karşılanmayacağını ve kendileri için bir ayıp olduğunu söyleseler de adam eğer vasiyetini getirmezlerse hakkını helal etmeyeceğini söyler ve bir müddet sonra ölür. Bunun üzerine çocukları babalarının vasiyetini yerine getirir ve mezarın üzerini eski merteklerle örterler.
Toprağa verilen adamın yanına melekler gelir ve ilk sorgusunu yapacaklarını söylerler. Hazırlıklı olan adam meleklere çıkışarak;
-Bu ne biçim iştir kardeşim, kaç defa hesap vereceğiz.Beni hatırlamıyorsunuz, şu üzerimdeki tahtaları da mı görmüyorsunuz?Diyerek melekleri geri gönderir.
BUJLANMA
Annesi hastalanan adam, oldukça yaşlı olan annesini doktora götürür.Hastasını muayene eden doktor, nineye;-Şikayetin ne teyze , diye sorunca,
Yaşlı kadın:
-Ayağlarım bujlaniyir oğlum der.
Bu yöresel terimden hiçbir şey anlamayan doktor bu sefer oğluna sorar.Adam
-Yani doktor bey,demek istediki;Ayağlarım gejerleniyir,tikine duramiyirim.
*
IĞDIR
Şahmeran Hikayesi
Günümüzden binlerce yıl önce, Güney Anadolu'da Tarsus kenti dolaylarında, yedi kat yerin dibindeki mağralarda yaşayan yaratıklar varmış. Meran adı verilen bu yaratıklar, çok akıllı ve iyi yüreklilermiş. Arkadaşlığa, dostluğa, sevgiye büyük önem vererek, barış içinde mutlu bir yaşam sürerlermiş. Meranların başlarında Şahmeran denilen eceleri varmış. Genç ve güzel bir kadın olan Şahmeran hiç yaşlanmaz, öldüğü zaman da ruhu kızının vücuduna geçermiş.
Meranların yaşadığı dönemde, İran'ın Tebriz kentinde, Keyhüsrev adinda bir kral, acımasızlığıyla ün yapmış. Halkı ağır vergi yükü altında yoksulluk içinde yaşarken sarayda keyfi alemler yapılırmış. Bundan rahatsızlık duyan Dünyal adındaki bir bilgin Keyhüsrev'i doğru yola çekmek için çok uğraşmış ve bu uğurda yapmadığı şey kalmamış.
Dünyada oğlu Camsap'tan başka hiç bir kimsesi olmayan bilgin, Meranların yaşadığı bölgeyi bilir, uzun uğraşlardan sonra bulmayı başardığı gizli geçitten geçerek onlara ulaşır ve Şahmeran ile dertleşirmiş.
Ögrendiklerini ve gördüklerini bir kitap'ta toplayan bilgin Dünyal, yazdıklarını oğluna anlatır ve onu yetiştirmeye çalışırmış. Kitabın bir sayfasına çizdiği Şahmeran'ın resmini gören Camsap, Şahmeran gerçekten bu kadar güzel mi babacığım der. Babası ise evet oğlum resimdekinden çok daha güzel der.
Camsap o kitapta bellerinden aşağısı yılan, üstü ise insan olan, Meran adı verilen bu yaratıkların başındaki Şahmeran'a aşık olur ve onu görmek için elinden gelen herşeyi yapacağını söyler.
Babası ise Meran'lara vermiş olduğu sözden dolayı oğluna, oğlum dahi olmuş olsan Meran'lara nasıl ulaşabileceğini söyleyemem der. Keyhüsrev ordusunun saldırısına uğrayan bilginin evi sırasında Camsap evden kaçmayı başarır ve kaçarken yanına babasının Meran'lar hakkında yazmış olduğu kitabıda alır.
Artık babasını Yitirmiş olan Camsap en iyi arkadaşı olan Şehmur'a durumu anlatır ve Onu ikna ettikten sonra Meran'ların şehrine ulaşmak için yola çıkarlar. Bu olaylar gelişirken Meran'ların kentinde de Anne Şahmeran ölümcül bir hastalığa yakalanır ve ölür. Kızı ecem ise danışma meclisince Meran'ların yeni Şahmeran'ı ilan edilir. Şahmeran olabilmesi için evlenmesi töreler gereği zorunludur. Danışma Meclisi töreleri gereği bir yarışma düzenler ve yarışmayı başarıyla tamamlayan kişi Ecem ile evlenmeye hak kazanacaktır. Ancak bir insana aşık olan Şahmeran törelere karşı koymaya çalışsada danışma heyeti tarafından ikna edilir ve töreler gereği yarışma yapılır. Onlarca kişiden sadece iki kişi başarılı olur. Bunlardan birisinin kesin kazanacağını anlayan Şahmeran benimle evlenecek gençi kendim sınavdan geçirmek isterim demiş.
Bu iki genç Şahmeran'ın huzuruna getirilir ve gençlere ilk sorusunu yöneltir.
1. Beni gercekten sevdiginiz için mi yoksa benimle evlenerek Meranların başına geçmek için mi sınava katıldınız? Diye sormuş.
Gençler:
- Sizi çok sevdiğimiz için diye yanıtlamışlar
Şahmeran:
- Uğrunda ölecek kadar mı seviyorsunuz? Diye sormuş ikinci sorusunu
- Gençlerden bir tanesi kayıtsız kalırken diğeri:
- Evet, diye yanıtlamış.
Şahmeran Hüsrev'in hançerini gençe uzatarak:
- Kanıtla öyleyse, demii
Beklemediği bir durumla karşılaşan genç, bir süre bekledikten sonra hançeri havaya kaldırmış. Onu durduran Şahmeran:
Beni eğer gerçekten sevmiş olsaydın, başkasına birakmaz ve kendini öldürmeye kalkmazdın demiş. Bu nedenle seninlede evlenemem demiş.Beklenen yanıt alınamadığından Danışma heyeti Şahmeran artık istediğin genç ile evlenebilirsin demiş. Ancak törelere o gün (yani aynı gün) olması şartmış. Bu sırada muhafızlardan bir tanesi Şahmeran'ın yanına gelerek mağra girişinde 2 tane insan bulduklarını söylemiş. Şahmeran oldukca heycanlanmış bunlardan bir tanesinin Aşık olduğu insan olabileceğini düşünerek Muhafızlarına onlara zarar vermeden getirin talimatı vermiş.
Muhafızlar tarafından getirilen 2 kişiden birisi baygın haldeymiş. Ayık olana Şahmeran, Kimsiniz? Ne isiniz var burada diye sormuş? Verdiği cevapların doğru olmadığını sezen Şahmeran, ya doğruları söylersin yada hemen zindana atılırsın dediğinde Yerde yatan Camsap gösterek işte efendim herşey bunun yüzünden oldu demiş. Meran'ların ecesi Olan Şahmeran'a aşık olduğundan dolayı buraya geldiklerini belirten Şehmur'un sözlerini duyan Şahmeran gözlerini belli bir süre Camsap'tan ayıramamış.
Camsap'ın sorguya çekilmesi için ayılması beklenmiş.
Camsap ayıldığında Şahmeran'ı görmek istediğini söylemiş, ardından duyduğu bir ses ile şaşkına dönen Camsap dönüp baktığında karşısında Şahmeran'ı görmüş. Gerçekten de resimde gördüğümden çok daha güzelmişsiniz demiş.
Camsap ta töreler gereği Şahmeran tarafından danışma meslisi ve Meran halkı önünde sınava tabii tutulur.
Ona da daha öncekilere sorulan iki soru sorulur:
İlk soru:
Şahmeran:
- İstesem benim için canını verirmisin?
Camsap:
- Seni büyük bir tehlikeden kurtarmak için canımı vermem gerkirse bir saniye bile düşünmeden veririm; ama sevgimi kanıtlamam için ise Hayır.
Şahmeran:
- Pekala sana iki senecek veriyorum. Ya beni kendi ellerinle başka birisine tutsak vereceksin ya da ölmeme göz yumacaksın. Zorunlu kalmış olsaydın bu seçeneklerden hangisini seçerdin?
- Camsap:
Zor bir soru. Ölüm her zaman en son düşünülecek bir yoldur. Zorunlu kalsaydım, ölmenize göz yummam kendi ellerimle başkasına verirdim. Seven insan sevdiğine güvenir, hangi şartlarda olursa olsun, içinde bu sevgi varken sevdiğinin başkasının olmayacağını bilir. Ayrıca, insan sağ oldukça ümit var demektir.
Camsap'ın verdiği yanıtlar, orada bulunanların sayğıyla bakmalarına yol açar. Danışma meclisi Şahmeran ile Camsap'ın evlenebilmeleri için artık hiç bir engelin olmadığını söyler. Şahmeran benimle evlenirmisin der? Camsap ise hemen evet demiş.
Sonra evlenmişler, aradan bir yıl geçmiş ve bir kızları olacakmış. Camsap son zamanlar ülkesini ve ülkesinin insanlarını çok merak eder olmuş. Babasının bıraktığı işi yerinden devam ettirmek ve halkını o kötü kıral olan Keyhüsrev'den kurtarabilmek için yanıp tutuşmaktaymış. Bunun bu halini gören Şahmeran'da çok üzülmekteymiş. Birgün Camsap'a içinin rahat olmadığını görüyorum istersen ülkene dönüp mücadele edebilirsin demiş. Buna çok sevinen Camsap yanına arkadaşı Şehmur'u da alarak yola koyulmuşlar.
Ülkesine dönerken kralın muhafızlarına yakanalan Camsap ve Şehmur zindana atılmışlar ve idam edilecekleri günü bekliyorlarmış. Zindanda sinirden kıvranan Camsap bir ara yumruğunu duvara vurduğunda parmakları acıdığından elini okşamaya başlar. O sıra parmağındaki sihirli yüzük Şahmeran'ı yanına çağırır. Şahmeran görünmez olarak Camsap'ın yayındadır. Uzunca hasret giderirler ve Şahmeran Camsap'a bir ilaç ve birde hançer verir. İlaç ile: Kral keyhüsrev ölümcül bir hastalığa yakalanmış ancak bu ilaç ile iğleşir, huzuruna çağrıldığında seni affetmesi şartıyla bu ilaçı ona ver, hemen iyileşir der. Hançer ile: Bu hançer ile öldüremiyeceğin canlı varlık yoktur, hatta benim derime bile işler der. Kaf dağındaki devi bile öldürmeye yeter der. Muhafızlar tarafından kralın huzuruna götürelen Camap ve Şehmur'a kral derhal bunların kellesini uçurun der. O sıra efendim biliyorum ki ölümcül bir hastalığa yakalanmışsınız, elimdeki ilaç ile sizi iyleştirebilirim der, eğer beni serbest bırakırsanız size bu ilaçı vereceğim der. Bu teklifi kabul eden Kral'a ilaçı verir ve kral ileşir. Kralın danışmanı ise efendim Camsapı affettiniz ama bunu Deve teslim edeceğinize söz vermiştiniz der. Kral da bunu doğrular. Camsap ise Deve kendisinin gideceğini söyler. Kral'da arkadaşın Şehmur sen deve ulaşıncaya kadar burada mahkum kalacak der. Yola koyulan Camsap deve ulaşır ve Şahmeran'ın vermiş olduğu hançer ile devi öldürür ve halkının acısını almış olur. Kralın kızı olan Şahbanu da camsap'a deliler gibi aşıktır ve onunla evlenebilmek için yer yolu denemektedir.
Geri döndüğünde Kralın kızı Camsap ile evlenmek ister, ancak bunu arzulamayan arkadaşı Şehmur kralın kızına Camsap evli der. Meran'lardan birisiyle evli der. Bundan hoşlanmayan Kral kızı o bir insan ile evlenmeli der. Duyduklarına inanmadığından Camsapı yanına çağırır ve onada sorar. Üzülmesini istemediğinden anlatmak istemesede kral kızı ona Şahmeran'ı yanına çağır onunla konuşacağım der. Şehmur bunuda anlatmıştır. Parmağındaki yüzüğünü okşar ve Şahmeran gelir. Sonra görünmesi istenir. Kral kizi Şahmeran'ın güzelliğine çok şaşırır. Evet ben Camsap ile evliyim ve üstelik birde kızımız var der. Bu sırada Camsap'taki hançeri kapan Şehmur bunu Şahmeran'a saplar ve yere yığılan Şahmeran'ın üzerine kapanan Camsap'ın sırtına da hançeri saplar. Şahbanu ile evlenip kral olmak istiyordur.Artık Şahmeran ölmüştür.. Camsap ise belli bir süre hasta yattıktan sonra iyileşmiştir. Şahmeran'ın acısını unutmak için Kral'ın güzel kızı ile evlenir… birde oğulları olur. Şehmur ise yaptıkları kötülüklerin hesabını zindan da çekmektedir.
*
YALOVA
İstanbul Tekfuru Yanko’nun Kızı Eleni’nin İyileşmesi
İstanbul Tekfuru Yanko’nun kızı Eleni iyileşmez bir hastalığa yakalanır. Hekimler, bilginler Tekfura gelerek kızının iyileşmeyeceğini söylemişler. Tekfur buna çok üzülmüş. Günden güne çirkinleşen, zayıflayan güzel Eleni de insanlardan kaçıyor, günlerce tek başına odasına kapanıyormuş. Tekfur kızının da isteği üzerine Eleni’yi Termal’e yollar ve orada insanlardan uzak ölümü beklemeye başlar. Eleni bir gün yaralı bir ceylan görmüş ve kaplıcanın suyundan içiyormuş. Bu olaya her gün şahit olmuş görmüş ki ceylan iyileşmiş. Eleni sevinerek aynı şekilde kendiside kaplıcanın suyunda yıkanmaya başlamış ve artık Eleni iyileşmiştir. Tekfur gelip kızını görünce dünyalar onun olmuş ve kaplıcaların değeri de gittikçe artmış.
Ferhat’la Şirin’in Hikayesi
Halen Termal İlçesinde var olan Ferhat Kaya Su yolu
Bu hikâye yaygın olarak Amasya’da geçer. Yalova’da anlatılan şeklinde Şirin’in babası, Gökçedere üstündeki Yatak Kayası’ndan yol açarak köye su getirmesini ister. Ferhat kılıcı ile bu işi başarır. Kızın babası sözünde durmayıp Şirin’i Ferhat’a vermez. Önce Ferhat, sonra Şirin kendilerini kayadan aşağı atarlar. O yörede “Yatak Kayası” Ferhat ile Şirin’in Kayası olarak bilinir.
Bu hikâye yaygın olarak Amasya’da geçer. Yalova’da anlatılan şeklinde Şirin’in babası, Gökçedere üstündeki Yatak Kayası’ndan yol açarak köye su getirmesini ister. Ferhat kılıcı ile bu işi başarır. Kızın babası sözünde durmayıp Şirin’i Ferhat’a vermez. Önce Ferhat, sonra Şirin kendilerini kayadan aşağı atarlar. O yörede “Yatak Kayası” Ferhat ile Şirin’in Kayası olarak bilinir.
KARABÜK
Pilavtepe
Bu efsane Pilavtepe ile ilgili olarak anlatılır.Zamanın birinde bir çoban bu tepede sürüsünü otarıyormuş.Tepede suyun olmayışından dolayı hem çoban hem de sürüsü susuzluğa mahkum olmuşlar.Çoban Allah’a yalvarmış.Çoban içinden suyu bulabildiği takdirde iki koç kurban edeceğini söylemiş.Tam bunları düşünürken tepenin zirvesinden iki taşın arasından suyun aktığını görmüş.Zor durumdan kurtulan çoban sözünü unutarak elbisesinden çıkardığı iki biti koçların yerine koyup öldürmüş.Çok geçmeden çoban ile sürüsü taş kesilmiş.Tepenin üstünde ve etrafında taşlar üst üste yığılı,peş peşe dizili,koyun sürüsünün duruş ve yürüyüşü gibi bir görüntü arz etmektedir.1000 m. Yükseklikteki tepenin zirvesinden çıkan suyu yöre halkı halen götürüp sütlerine maya olarak kullanmakta ve bu suyun süte bereket ve bolluk getireceğine inanmaktadır.
Pir Cemal Abdal
Delikan Köyü’nde oturan Pir Cemal Abdal Peri Suyu kıyısına gelir ve biraz uzakta olan asma köprüye gitmeyip cüppesini çıkararak suyun üzerine atar.Cüppeye binerek karşıya geçer.Bu sırada Bağin Kalesi Beyi’nin kızı sarayının penceresinden bu olayı görür.Hayretler içinde kalan bey kızı koşarak olayı babasına anlatır.Bey hemen adamlarını göndererek Cemal Abdal’ı yakalatır ve sarayına getirtir.Cemal Abdal’ın sihirbaz olduğunu ileri sürerek fırında yakılmasını ister.Ertesi gün fırının kapısını açtıran Bey Cemal Abdal’ı bıyıkları ve sakalı buz tutmuş bir halde bağdaş kurup otururken bulur ve mükafatlandırır.
Karabuk(Karagelin-bahtsız gelin)
Mahmutlu-Lehan Köyleri arasındaki Karabuk Mevkii ile ilgili anlatılan bir efsaneye göre bu mevkiden bir düğün alayı geçmekte iken toprak yarılmış.Gelin bindiği atıyla beraber yarılan toprağa düşmüş ve açılan yarık tekrar kapanmış.Halk arasında bu mevkie Karabuk (kara bahtlı gelin anlamında) adı verilmiştir.
Külükoğlu
Pilavtepe denilen köyde yaşayan,Külükoğlu diye bilinen kişiyle ilgili bir efsanedir.
Günün birinde köyde bir toplantı yapılır.Külükoğlu’nun toplantıda olmadığını gören köylüler çağırmak maksadı ile evine iki kişi gönderirler.Külükoğlu’nu evinde bulamayan haberciler onun dağdaki davar barınağına giderler.Daha içeri girmeden HU çeken sesler duyarlar.Pencereden baktıklarında giysileri aynı, yüzleri aynı, başörtüleri aynı otuz-kırk kişi görürler.İçlerinden hangisinin Külükoğlu olduğunu anlamazlar. Ses çıkarmadan köye geri dönerler. Olayı köydekilere anlatırlar. köylüler inanmak için dört kişi daha gönderirler. Onlar da gidip durumu aynı şekilde görüp dönerler. Sabahleyin durumu Külükoğlu’ndan sorup öğrenmek isterler.Külükoğlu köye gelmeden oğlu Kel Mahmut babasına kahvaltı hazırlar ve yola koyulur. Dağdaki barınağa yaklaştığında, karda babasının sopası ile meşe ağaçlarına vurduğunu, vurdukça meşelerin göverip ve peşinden davarın bu meşeleri yediğini görür. Babası geriye dönüp baktığında oğlunu görür. Der ki: Oğlum! Sen beni bilmeyerek mahcup ettin. Allah’tan dileğim üç günde öleyim. Sen de üç ay zarfında bilmediğin yere gidesin. Senede bir gelip türbemi ziyaret edesin. Deniliyor ki Külükoğlu üç gün sonra ölür ve oğlu da üç ay sonra Kiğı’nın Elmalı Köyü’ne gider.
Halen Külükân (Pilavtepe) da Külükoğlu’nun akrabaları vardır.Külükoğlu’nun türbesi Karakoçan’dan Çan’a giden yolun kenarındadır.
Golan
Golan Kaplıcaları civarındaki kayalıklarda bir çift geyik yaşarmış.Avcılar bunları vurmak istemişler.Bunlardan birini vurarak kayanın tepesinden suya (Peri Suyu) düşürmüşler.Diğer geyik kayıplara karışmış.Efsaneye göre kayıp geyik her yıl gelerek kayalıkların tepesinden suya doğru sesler çıkarmaktadır.Sudan da cevabi sesler gelmektedir.Bu karşılıklı seslerden sonra suyun bir can aldığına inanılmaktadır.
Yücekonak
Yücekonak ’ta bulunan gölle ilgili olarak anlatılır:
Adamın biri, otlaması için atını gölün kenarına bağlar. Gölden erkek bir atın gelip onun atıyla çiftleştikten sonra tekrar göle girdiğini görür. Bir yıl sonra atın bir tayı olur. Adam güzel olan bu tayı çok sever. Atını ve tayını alarak tekrar aynı yerde bağlar. Yine gölden çıkan at gelir ve bu defa tayı alarak sulara karışır.
Kuriş Baba
Çelekas (Balcalı)‘daki Kuriş Baba mağarası için anlatılır: Çok eski zamanlarda bir savaş olur.Kuriş Baba atıyla kaçarak bir rivayete göre kendisinin oyduğu, başka bir rivayete göre Allah tarafından oyuk hale getirilen sadece kendisi ve atının sığabileceği büyüklükte bir mağaraya sığınır. 40 gün 40 gece yemeden içmeden orada saklanır. Daha sonra askerler tarafından bulunur.Bu sürede yemeden içmeden nasıl yaşadığını sorarlar. İçlerinden biri ermiş olduğunu söyleyince padişah: -“Deneyelim, eğer ermiş kişi ise kendisini kurtarır.”der. Götürüp ateşle kızdırılmış fırına atarlar. Ertesi gün gelip baktıklarında donmak üzere olduğunu görürler. Ermiş olduğuna inanılır ve serbest bırakılır.
*
KİLİS
KILINÇOGLU (GILINÇOĞLU) HAKETİ
Vağdı zamanında Gılıçooglu deye bir beg varmış . Zamanıg hökmüne göre odası olan, güçlü kuvvetli, varlıklı bir adammış. Halindebn aciz kalan Mıstıfa Beg adında bir adam, altı oğluyla barabar gidekte bu adamdan yardım alak deyi Gılınçoglunug yanına gelmişler.
Gılınçoglunung yanına gelip odasına misafir olduklarında, durumlarını altı aya gadar kısılı-büzülü söylüyememişler. Böylelikle de aradan tam altı ay geçmiş getmiş. Soona Mıstıfa Beg denen adam: ‘Begim biz buraya geleli ne zaman oldu. Ne zamandır odagdayız. Bizden heç bişey sormadıg’ demiş. Gılınçoglu da, ‘Neblim’ demiş. ‘Derdini söylemeyen derman bulamaz. Söylemedigiz gi ben de söylüyüm.’ deyince, Mıstıfa Beg, ‘Begim’ demiş, ‘Altı oglum ve ben geçimizden aciz galdık. Senig yanıga bir parça ekmek bulmak için geldik acep bu sualıma ne dersigiz.’ deyince: Gılınçoglu da, altı oglunug her birine bir iş vermiş. Aradan bir zaman geçmiş. Mıstıfa Beg demiş gi: ‘ya begim, altı olguma iş verdig, ya ben’. ‘Canım’ demiş; altı oglung çalışır, sen de oturur yirsig.’ Mıstıfa Beg ‘Olmaz begim’ demiş. ‘Bana da iş ver.’ Gılıçoglu bakmış gi olacak kimi degil, ‘Öyleyse madam sen de durmuyorsug, sen de benim gahvecim ol’ diyerek recasını yerine getirmiş. Aradan bir zaman daha geçmiş. Gılınçoglunug hanımı bir gün ‘Senig şu gahvecigini pek medhediyola, bi habar gönder de, bir de biz içeg’ demiş. Bunu duyan gahveci Mıstıfa Beg ‘Begim’ demiş; ‘Beni salma, ben gadınlara gahve pişrimege getmem.’ Gılınçoglu da ‘Get gardaş’ demiş. ‘Sankilem gadınlara gahve pişirmegle nolur? Demiş ve onu göndermiş. Gittiginde Gılınçoglunug ailesine bir gahve pişirmiş. Gadın o gahveyi içtikten sonra demiş gi: ‘Ya gahveci Mıstıfa Beg, eger sözümü tutarsag Gılınçoglunu sana gahveci ederim.’ demiş. Ne yapsın serde fukaralık var ganıng şarını kabul etmiş. Bundan sonra gadın Gılınçoglunun varından yogundan bir kenara galdırmaya başlamış. Gel zaman get zaman sonra da, Gılınoglunung gonagının garşısına Gılınçoglununginden de gözel bir gonak yaptırmış. Cerbi şekilde de giderek altı işçi çocugu olan Mıstıfa bege varmış. Onların hepisini başına toplamış. Bir zaman da beylece getmişler. Artık Gılınçoglunung odasına gelip gidenler azalmış. Perperişan olmuş. Bunu gören gadın ‘Bu Gılınçoglunu gaçıralım… olup buradan getsin’ demiş. ‘Gılınçoglu pislikten ğuylanır.’ Dedikten sonra ne kadar üleş varısa hepsini önüne, yanına, çevresine yığmışlar. Vaziyeti gören Gılınçoglu perperişan galmış. Getmiş bir başga adamıng yanına gendisi gahveci durmuş. Gahveci dudugu adamıng da bi dügünü varımış. Oraya esgi garısı ile barabar Mıstıfa Beg de misafir gelmişler. Gılınçoglunu gahveci gören garısı yakınlarına ‘Ben bu gahveciyi nasıl alırsam siz de ögle alıng’ dedikten sonra, ayagını üst üste galdırıp arkaya yaslanıp fincanı ayagınıng üstüne goydurmuş. Demiş hele şu itig yanına gidelim. Bu gadın Ali Osman Paşanıng emmisi gızıymış.Gidelim emmisi olguna söyleyelim deyip diline dolanı Ali Osman Paşanıng sarayına varmış. Sarayın gapıcısı Gılınçogluna bakınca onu böyle bir şeye benzetememiş. Kendisini içeri sokmadıglarını gören Gılınçogluna’da,Gılınçoglu geldi diye habar göndermiş. Paşanıg gelsin demesi üzerine de içeri giren tanınmaz haldakı Gılınçoglu girer girmez, orada bir türkü tutturmuş.
‘Gılınçoglum tarikette yerig va / Halk içinde namusug va arıg va / Şeyh Muhammed Ali derler pirig va / Dünya sende bir murazım galmadı
Ücesine ben yayla mı yayladım / Engininde ben göynümü egledim / Tor guşunan yeşilleri avladım / Dünya sende bi murazım galmadı.
Gılıçogluyum da ben yara erdim / Gününü gördüm de cefasını çektim / Bugün düşümde de bi aslan gördüm / Dünya sende bi murazım galmadı
Yaşa Gılınççoglum sen binler yaşa / Her nereye varsan da yolug dolaşa / Hızır Aleyhülselam sana ulaşa / Dünya sende bi murazım galmadı,dime.’
Bundan sonra bir türkü daha çığıran Gılınçoglu durumu iyice anlatıp, türkününg sonunu ‘Ulu gudurdu itigiz de taladı bizi’ deyip bütün hak etini anlatmış. Durumu anlayan Paşa adamlarına emir verip hamama göndermiş,at verip silah guşattırmış, Soğna da asker verip yolcu etmiş.
Ayrılırken Gılınçoglu demiş gi: ‘Paşam bana bi sual sorma. Ben nerede bir fahiş işlersem bil gi emmin gızınıg yanındayım.’ diyerek düşmüş yollara. Var varanıg sür sürenig günün birinde esgi konagınıg yanına ulaşmış. Bunu duyan Mustıfa Beg ogullarıyla barabar gaçmış. Gılıbnçoglu da onlardan bi gadınıg gılıçala donunu tırtıp Saraya girmiş ,geni yani eski garısını öldürdükten soğna gören ibret alsın diye bi agacın başına dikmiş.”
Mesel: "Hay dedik da gahdı bir tilki / Tüfengimiz osaydı vururduh belki/ Suku sultan bazarında satılan kürkü I Paramız ossaydı alırdık belki / Eşeyi yitirdik bendin başında / Gokm kuskunu yanu başında / Yaşını sorsan otuz üç yaşında / Bir sümbül (yörede kullanılan tahıl, hububat ölçüsü) arpadan ürkmez boz eşek I Gizin adı Emine eyildlk bakdtk / Bir yanı sazhk, bir yara tozluk, bir yanı dumannık / Bir yaranda demirciler demir ööyer dengile I Bir yanında boyacılar boya boyar yetmiş iki rengile / Bir hali yer, Jıaîi boş durur / Denize bastık kurudur deyi / Camıların minarasmı beh'mize koyduk bal arısı deyi I Eşeye vurduk palanı I Yeddi yerden çektik kolanı / Minaradan yoğun mumbarı yidik karnımız doymadı / Yüzümüz gülmedi, içimiz ıslamadı dişimizin dibi dolmadı I Yereni sefa, Bekir Mustafa seleyle sen gir, sepete ben / Anasını sen al, gizini ben / bin deynrek sen yi, bir de ben / Canın sıkıhrsa bir kuruş cezayı hak diye sen ver, bir kuruş da ben. "
Güneydoğu İllerimiz Ağızlarından Toplamalar, -Kilis Ağzı Mesel - Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu
Döşek : Kilis'te uzun kış gecelerinde anlatılan haketlerin başlangıç kısmına Kilis'te "Döşek" denir.
"A! alanını, vur vuranın, destursuz bağa girenin zoppa yemesi çok olur. Gönlü bürüdü, efkar yürüdü. Kalk gez çarşı pazarı, yıkıver nazarı. Elbet bulursun bir kapı, şöyle münasip bir yapı. Fiske taşını atağın zaman, kapının ardındaymış sevdiğim civan, dedi dur aman, merdiveni çıktık bir aman, aşağıda koptu figan.
Arkada mahalleli, önde bir imam. Kapıyı çevirdiler, çamları devirdiler. Baktık bir karı, gözleri sarı. Dedi yavrum teslim ol yoktur zararı. Biçare yakayı verdik ele, girdik mapushaneye. Mapusane tamam, içinde yok doğru kelam. Tahta kehlesinden ağladı anam, bu ad benim kaderimmis tamam.
Hak rahmet eylesin Hacı Cambaz'a düştük yeniden naza niyaza. Bize bir at verdi, doğrudur deyi. At bir tekme savurdu geri dur deyi. O yalan bu yalan, fili yuttu bir yılan. Eşşeğe binip deveyi kucağına alan, bu da mı yalan! Ağır yapıaysan himiden başla, göçebelerden isen dibinde hşla. Zengin olmak istersen hiç durma çalış, istif et papelleri karış karış. Ben züğürtlüğü yatmakla buldum, boş hedefe fişek atmakla buldum. Zenginlik istersen çalış, işle gelir; yatağın tadı güzel bir eşle geUrKasaplardan alırlar, eve gelirler çoluk çocuk çöküşürler kelleye. Kedilerle köpekler, kovsan gitmez reziller. Karınım haşlayın, yumasına başlayın, sineği kişleyin, çöküşürler kelleye.
Bulgur atsak hoş olur, bak içinde daş olur. Bir kellelik aş olur, çöküşürler kelleye. Ya düğmenin suçu ne, pirinç atak içine, yeter külfetin üçüne, çöküşürler kelleye. Görüm gitsin işine, nerden geldi başıma. Değdi ocak daşına, devirdiler kelleyi, çöküştüler başına.
Geldi sevgi zamanı, sever insan yabanı, dört teneke bir eşek, çıkar suyun dumanı, eşek gidip gelmeden akşam yemez samanı. Soğuk, sıcak der isen çadır onun zamanı, sinek bilmez amanı. Avrat başlar karmaya, herif başlar sermeye, parlak üzüm istersen patos onun dermanı, dinleyin sergiciler, var mı bunun yalanı. Demem odur ki efendim evvel zaman içinde bir padişah varmış..."
Bu tekerlemeden sonra masala geçilir.
Yörede iyi bir haketçi olarak tanınan Saraç Ahmet'in söylediği bu alıntı oğlu Duran Kale'den alınmıştır.
*
Vağdı zamanında Gılıçooglu deye bir beg varmış . Zamanıg hökmüne göre odası olan, güçlü kuvvetli, varlıklı bir adammış. Halindebn aciz kalan Mıstıfa Beg adında bir adam, altı oğluyla barabar gidekte bu adamdan yardım alak deyi Gılınçoglunug yanına gelmişler.
Gılınçoglunung yanına gelip odasına misafir olduklarında, durumlarını altı aya gadar kısılı-büzülü söylüyememişler. Böylelikle de aradan tam altı ay geçmiş getmiş. Soona Mıstıfa Beg denen adam: ‘Begim biz buraya geleli ne zaman oldu. Ne zamandır odagdayız. Bizden heç bişey sormadıg’ demiş. Gılınçoglu da, ‘Neblim’ demiş. ‘Derdini söylemeyen derman bulamaz. Söylemedigiz gi ben de söylüyüm.’ deyince, Mıstıfa Beg, ‘Begim’ demiş, ‘Altı oglum ve ben geçimizden aciz galdık. Senig yanıga bir parça ekmek bulmak için geldik acep bu sualıma ne dersigiz.’ deyince: Gılınçoglu da, altı oglunug her birine bir iş vermiş. Aradan bir zaman geçmiş. Mıstıfa Beg demiş gi: ‘ya begim, altı olguma iş verdig, ya ben’. ‘Canım’ demiş; altı oglung çalışır, sen de oturur yirsig.’ Mıstıfa Beg ‘Olmaz begim’ demiş. ‘Bana da iş ver.’ Gılıçoglu bakmış gi olacak kimi degil, ‘Öyleyse madam sen de durmuyorsug, sen de benim gahvecim ol’ diyerek recasını yerine getirmiş. Aradan bir zaman daha geçmiş. Gılınçoglunug hanımı bir gün ‘Senig şu gahvecigini pek medhediyola, bi habar gönder de, bir de biz içeg’ demiş. Bunu duyan gahveci Mıstıfa Beg ‘Begim’ demiş; ‘Beni salma, ben gadınlara gahve pişrimege getmem.’ Gılınçoglu da ‘Get gardaş’ demiş. ‘Sankilem gadınlara gahve pişirmegle nolur? Demiş ve onu göndermiş. Gittiginde Gılınçoglunug ailesine bir gahve pişirmiş. Gadın o gahveyi içtikten sonra demiş gi: ‘Ya gahveci Mıstıfa Beg, eger sözümü tutarsag Gılınçoglunu sana gahveci ederim.’ demiş. Ne yapsın serde fukaralık var ganıng şarını kabul etmiş. Bundan sonra gadın Gılınçoglunun varından yogundan bir kenara galdırmaya başlamış. Gel zaman get zaman sonra da, Gılınoglunung gonagının garşısına Gılınçoglununginden de gözel bir gonak yaptırmış. Cerbi şekilde de giderek altı işçi çocugu olan Mıstıfa bege varmış. Onların hepisini başına toplamış. Bir zaman da beylece getmişler. Artık Gılınçoglunung odasına gelip gidenler azalmış. Perperişan olmuş. Bunu gören gadın ‘Bu Gılınçoglunu gaçıralım… olup buradan getsin’ demiş. ‘Gılınçoglu pislikten ğuylanır.’ Dedikten sonra ne kadar üleş varısa hepsini önüne, yanına, çevresine yığmışlar. Vaziyeti gören Gılınçoglu perperişan galmış. Getmiş bir başga adamıng yanına gendisi gahveci durmuş. Gahveci dudugu adamıng da bi dügünü varımış. Oraya esgi garısı ile barabar Mıstıfa Beg de misafir gelmişler. Gılınçoglunu gahveci gören garısı yakınlarına ‘Ben bu gahveciyi nasıl alırsam siz de ögle alıng’ dedikten sonra, ayagını üst üste galdırıp arkaya yaslanıp fincanı ayagınıng üstüne goydurmuş. Demiş hele şu itig yanına gidelim. Bu gadın Ali Osman Paşanıng emmisi gızıymış.Gidelim emmisi olguna söyleyelim deyip diline dolanı Ali Osman Paşanıng sarayına varmış. Sarayın gapıcısı Gılınçogluna bakınca onu böyle bir şeye benzetememiş. Kendisini içeri sokmadıglarını gören Gılınçogluna’da,Gılınçoglu geldi diye habar göndermiş. Paşanıg gelsin demesi üzerine de içeri giren tanınmaz haldakı Gılınçoglu girer girmez, orada bir türkü tutturmuş.
‘Gılınçoglum tarikette yerig va / Halk içinde namusug va arıg va / Şeyh Muhammed Ali derler pirig va / Dünya sende bir murazım galmadı
Ücesine ben yayla mı yayladım / Engininde ben göynümü egledim / Tor guşunan yeşilleri avladım / Dünya sende bi murazım galmadı.
Gılıçogluyum da ben yara erdim / Gününü gördüm de cefasını çektim / Bugün düşümde de bi aslan gördüm / Dünya sende bi murazım galmadı
Yaşa Gılınççoglum sen binler yaşa / Her nereye varsan da yolug dolaşa / Hızır Aleyhülselam sana ulaşa / Dünya sende bi murazım galmadı,dime.’
Bundan sonra bir türkü daha çığıran Gılınçoglu durumu iyice anlatıp, türkününg sonunu ‘Ulu gudurdu itigiz de taladı bizi’ deyip bütün hak etini anlatmış. Durumu anlayan Paşa adamlarına emir verip hamama göndermiş,at verip silah guşattırmış, Soğna da asker verip yolcu etmiş.
Ayrılırken Gılınçoglu demiş gi: ‘Paşam bana bi sual sorma. Ben nerede bir fahiş işlersem bil gi emmin gızınıg yanındayım.’ diyerek düşmüş yollara. Var varanıg sür sürenig günün birinde esgi konagınıg yanına ulaşmış. Bunu duyan Mustıfa Beg ogullarıyla barabar gaçmış. Gılıbnçoglu da onlardan bi gadınıg gılıçala donunu tırtıp Saraya girmiş ,geni yani eski garısını öldürdükten soğna gören ibret alsın diye bi agacın başına dikmiş.”
Mesel: "Hay dedik da gahdı bir tilki / Tüfengimiz osaydı vururduh belki/ Suku sultan bazarında satılan kürkü I Paramız ossaydı alırdık belki / Eşeyi yitirdik bendin başında / Gokm kuskunu yanu başında / Yaşını sorsan otuz üç yaşında / Bir sümbül (yörede kullanılan tahıl, hububat ölçüsü) arpadan ürkmez boz eşek I Gizin adı Emine eyildlk bakdtk / Bir yanı sazhk, bir yara tozluk, bir yanı dumannık / Bir yaranda demirciler demir ööyer dengile I Bir yanında boyacılar boya boyar yetmiş iki rengile / Bir hali yer, Jıaîi boş durur / Denize bastık kurudur deyi / Camıların minarasmı beh'mize koyduk bal arısı deyi I Eşeye vurduk palanı I Yeddi yerden çektik kolanı / Minaradan yoğun mumbarı yidik karnımız doymadı / Yüzümüz gülmedi, içimiz ıslamadı dişimizin dibi dolmadı I Yereni sefa, Bekir Mustafa seleyle sen gir, sepete ben / Anasını sen al, gizini ben / bin deynrek sen yi, bir de ben / Canın sıkıhrsa bir kuruş cezayı hak diye sen ver, bir kuruş da ben. "
Güneydoğu İllerimiz Ağızlarından Toplamalar, -Kilis Ağzı Mesel - Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu
Döşek : Kilis'te uzun kış gecelerinde anlatılan haketlerin başlangıç kısmına Kilis'te "Döşek" denir.
"A! alanını, vur vuranın, destursuz bağa girenin zoppa yemesi çok olur. Gönlü bürüdü, efkar yürüdü. Kalk gez çarşı pazarı, yıkıver nazarı. Elbet bulursun bir kapı, şöyle münasip bir yapı. Fiske taşını atağın zaman, kapının ardındaymış sevdiğim civan, dedi dur aman, merdiveni çıktık bir aman, aşağıda koptu figan. Arkada mahalleli, önde bir imam. Kapıyı çevirdiler, çamları devirdiler. Baktık bir karı, gözleri sarı. Dedi yavrum teslim ol yoktur zararı. Biçare yakayı verdik ele, girdik mapushaneye. Mapusane tamam, içinde yok doğru kelam. Tahta kehlesinden ağladı anam, bu ad benim kaderimmis tamam. Hak rahmet eylesin Hacı Cambaz'a düştük yeniden naza niyaza. Bize bir at verdi, doğrudur deyi. At bir tekme savurdu geri dur deyi. O yalan bu yalan, fili yuttu bir yılan. Eşşeğe binip deveyi kucağına alan, bu da mı yalan! Ağır yapıaysan himiden başla, göçebelerden isen dibinde hşla. Zengin olmak istersen hiç durma çalış, istif et papelleri karış karış. Ben züğürtlüğü yatmakla buldum, boş hedefe fişek atmakla buldum. Zenginlik istersen çalış, işle gelir; yatağın tadı güzel bir eşle geUrKasaplardan alırlar, eve gelirler çoluk çocuk çöküşürler kelleye. Kedilerle köpekler, kovsan gitmez reziller. Karınım haşlayın, yumasına başlayın, sineği kişleyin, çöküşürler kelleye. Bulgur atsak hoş olur, bak içinde daş olur. Bir kellelik aş olur, çöküşürler kelleye. Ya düğmenin suçu ne, pirinç atak içine, yeter külfetin üçüne, çöküşürler kelleye. Görüm gitsin işine, nerden geldi başıma. Değdi ocak daşına, devirdiler kelleyi, çöküştüler başına. Geldi sevgi zamanı, sever insan yabanı, dört teneke bir eşek, çıkar suyun dumanı, eşek gidip gelmeden akşam yemez samanı. Soğuk, sıcak der isen çadır onun zamanı, sinek bilmez amanı. Avrat başlar karmaya, herif başlar sermeye, parlak üzüm istersen patos onun dermanı, dinleyin sergiciler, var mı bunun yalanı. Demem odur ki efendim evvel zaman içinde bir padişah varmış..." Bu tekerlemeden sonra masala geçilir. Yörede iyi bir haketçi olarak tanınan Saraç Ahmet'in söylediği bu alıntı oğlu Duran Kale'den alınmıştır. * |
OSMANİYE
Osmaniye'nin Altındaki Kayıp Şehir; Kınık
Çukurova’da üç büyük şehir vardır. Bunlar batı Çukurova'da Mersin, orta Çukurova'da Adana ve doğu Çukurova'da Osmaniye’dir.
Osmaniye; Ceyhan Nehri, Hamıs Çayı ve Karaçay'ın kenarında kurulmuş olması nedeniyle sulak, bu suların Toros Dağları’ndan sürükleyerek getirdiği verimli topraklar nedeniyle bitek, Çukurova'nın doğuya açılan yolu üzerinde bulunması nedeniyle de işlek bir bölgedir.
Böylesine önemli bir coğrafi konumu olan Osmaniye yöresinin; geç Hitit dönemine ait Karatepe Açık Hava Müzesi, Roma İmparatorluk dönemine ait Hieropolis Kastabala Örenyeri ve Ortaçağa ait Toprakkale Kalesi başta olmak üzere pek çok öreni nedeniyle tarihin her döneminde iskân gördüğü anlaşılmaktadır.
Çukurova, Abbasi Halifesi Harun Reşit (786–809) zamanından itibaren Türkleşmeye ve İslamlaşmaya başlamıştır. 1083 tarihinde Selçuklu Devletinin hâkimiyetine giren Çukurova, kısa bir süre sonra 1097'de Haçlı işgaline uğramıştır. Çukurova uzun süre; Haçlı, Selçuklu, Memlük Devletlerinin hâkimiyeti altında kalmıştır. 1517'de Yavuz Sultan Selim' in Mısır seferinde Osmanlı Devletinin yönetimine girmiştir.
Osmanlı Devleti yönetimine girmesiyle birlikte Çukurova'da arazi ve nüfus yazımı yapılmıştır. Bu yazım esnasında Adana Sancağına bağlı 9 kaza tespit edilmiştir. Bunlar; Adana, Yüreğir, Kınık, Ayas, Karaisalı, Sarıçam, Dündarlı, Hacılı ve Berendi Kazalarıdır.
Yüreğir Kazası adını Yüreğir Türkmenlerinden, Kınık kazası da adını Kınık Türkmenlerinden almıştır.
Kınıklılar 24 Oğuz Boyundan, Üçok koluna mensup Türkmenlerdir. Kınıklılar, Selçuklu Devletini de kurmuş olan güçlü bir boydur.
Kınık ; “Daima aziz olan” anlamındadır.
Kınıklıların Çukurova'ya gelişi Selçuklu Devleti’nin yıkıldığı yıllara rastlar. Kösedağ Savaşı’nda (1243) Selçuklu Devletini yıkan Moğolların zulmünden kaçan yaklaşık 40.000 Türkmen aileyi Memlük Devleti Sultanı Baybars (1260–1277) himaye etmiştir. Bu Türkmenlerden; Yüreğir, Kınık, Bayındır ve Iğdır Türkmenleri Çukurova’ya gelip yerleşmişler, Çukurova’yı Türk vatanı haline getirmişlerdir. Hatta bunlardan Yüreğir boyuna mensup Ramazan’a Memlük Devleti tarafından l352'de Çukurova Türkmenlerinin Beyliği verilmiştir. Böylece Ramazanoğlu Beyliği kurulmuştur. Adana Çimento Fabrikasının güneyindeki Çaldağı civarı, Ramazanoğlu Beyliğinin yurdu olmuştur. Ramazanoğlu Beyliği l360'ta Adana'yı fethetmiş ve Beyliğin sınırını genişletmiştir.
Kınık Türkmenleri Ceyhan Nehri havzasına yerleşmiştir. Prof. Dr. Faruk Sümer’in belirttiğine göre; Ebubekir Bey yönetimindeki 15 000 Kınıklı Türkmen 1375 tarihinde, son Ermeni Baronu Leon’un savunduğu Kozan kalesinin fethine katılmıştır. Bu olay Kınıklıların Çukurovada'ki gücünü göstermesi bakımından önemlidir. Bu olaydan sonra, muhtemelen Çukurova'daki Türkmen Beyliğinin Yüreğir Oğlu Ramazan'a verilmesinden dolayı 1383'te Adana'daki Yüreğirlilerle arası açılan Osmaniye’deki Kınıklıların çoğu Çukurova’yı terk edip Anadolu içlerine göç etmiştir.
*
Çukurova’da üç büyük şehir vardır. Bunlar batı Çukurova'da Mersin, orta Çukurova'da Adana ve doğu Çukurova'da Osmaniye’dir.
Osmaniye; Ceyhan Nehri, Hamıs Çayı ve Karaçay'ın kenarında kurulmuş olması nedeniyle sulak, bu suların Toros Dağları’ndan sürükleyerek getirdiği verimli topraklar nedeniyle bitek, Çukurova'nın doğuya açılan yolu üzerinde bulunması nedeniyle de işlek bir bölgedir. Böylesine önemli bir coğrafi konumu olan Osmaniye yöresinin; geç Hitit dönemine ait Karatepe Açık Hava Müzesi, Roma İmparatorluk dönemine ait Hieropolis Kastabala Örenyeri ve Ortaçağa ait Toprakkale Kalesi başta olmak üzere pek çok öreni nedeniyle tarihin her döneminde iskân gördüğü anlaşılmaktadır. Çukurova, Abbasi Halifesi Harun Reşit (786–809) zamanından itibaren Türkleşmeye ve İslamlaşmaya başlamıştır. 1083 tarihinde Selçuklu Devletinin hâkimiyetine giren Çukurova, kısa bir süre sonra 1097'de Haçlı işgaline uğramıştır. Çukurova uzun süre; Haçlı, Selçuklu, Memlük Devletlerinin hâkimiyeti altında kalmıştır. 1517'de Yavuz Sultan Selim' in Mısır seferinde Osmanlı Devletinin yönetimine girmiştir. Osmanlı Devleti yönetimine girmesiyle birlikte Çukurova'da arazi ve nüfus yazımı yapılmıştır. Bu yazım esnasında Adana Sancağına bağlı 9 kaza tespit edilmiştir. Bunlar; Adana, Yüreğir, Kınık, Ayas, Karaisalı, Sarıçam, Dündarlı, Hacılı ve Berendi Kazalarıdır. Yüreğir Kazası adını Yüreğir Türkmenlerinden, Kınık kazası da adını Kınık Türkmenlerinden almıştır. Kınıklılar 24 Oğuz Boyundan, Üçok koluna mensup Türkmenlerdir. Kınıklılar, Selçuklu Devletini de kurmuş olan güçlü bir boydur. Kınık ; “Daima aziz olan” anlamındadır. Kınıklıların Çukurova'ya gelişi Selçuklu Devleti’nin yıkıldığı yıllara rastlar. Kösedağ Savaşı’nda (1243) Selçuklu Devletini yıkan Moğolların zulmünden kaçan yaklaşık 40.000 Türkmen aileyi Memlük Devleti Sultanı Baybars (1260–1277) himaye etmiştir. Bu Türkmenlerden; Yüreğir, Kınık, Bayındır ve Iğdır Türkmenleri Çukurova’ya gelip yerleşmişler, Çukurova’yı Türk vatanı haline getirmişlerdir. Hatta bunlardan Yüreğir boyuna mensup Ramazan’a Memlük Devleti tarafından l352'de Çukurova Türkmenlerinin Beyliği verilmiştir. Böylece Ramazanoğlu Beyliği kurulmuştur. Adana Çimento Fabrikasının güneyindeki Çaldağı civarı, Ramazanoğlu Beyliğinin yurdu olmuştur. Ramazanoğlu Beyliği l360'ta Adana'yı fethetmiş ve Beyliğin sınırını genişletmiştir. Kınık Türkmenleri Ceyhan Nehri havzasına yerleşmiştir. Prof. Dr. Faruk Sümer’in belirttiğine göre; Ebubekir Bey yönetimindeki 15 000 Kınıklı Türkmen 1375 tarihinde, son Ermeni Baronu Leon’un savunduğu Kozan kalesinin fethine katılmıştır. Bu olay Kınıklıların Çukurovada'ki gücünü göstermesi bakımından önemlidir. Bu olaydan sonra, muhtemelen Çukurova'daki Türkmen Beyliğinin Yüreğir Oğlu Ramazan'a verilmesinden dolayı 1383'te Adana'daki Yüreğirlilerle arası açılan Osmaniye’deki Kınıklıların çoğu Çukurova’yı terk edip Anadolu içlerine göç etmiştir. * |
DÜZCE
Efteni Gölü
Günün birinde olympos tanrıların en büyüğü Zeus’un aklına esmiş, Nasıl eşmiş “varıp şu ölümlülerin arasına nicedir halleri bir göreyim!” demiş.
Almış Hermes’i de yanına ikiside insan görünümü ile Olympus’tan inmişler ve yer yüzüne bir eve gelmişler. Çalmışlar kapıyı “Yolunu yitirmiş iki garip ademiz açarmısınız kapınızı? Alırmısınız bizi içeriye, konukluğa, tanrılar hoşnut olsun diye” demişler. Ama kapı değil açılmak aralanmamış bile. Bu şekilde bin ev dolaşmışlar belki fakat kimseden konuk severlik görememişler. Ya açmıyorlar kapıyı yada açşalar bile “Bizim ne üdüğü belirsiz çulsuz dilenci takımı ile işimiz yok.” diyerek hemen kapatıyorlarmış.
Her yerden geri çevrildikten sonra harap bir kulübeye gelmişler. Kulübenin her yanı saz ve samanla kaplıymış. Kapıyı yaşlımı yaşlı bir kadın açmış. Bakmışki karşısında iki zavallı yolucu, çok yol yürümüşler belli ki, yorulup susamışlar. Kadın “kimsiniz, necisiniz?” diye sormadan içeriye buyur etmiş. Konuklar içerde birde en az kadın kadar ihtiyar, neredeyse iki büklüm güler yüzlü bir adam görmüşler.
Ev sahipleri ezile büzüle eski püskü yamalı ama temiz bir minder göstermişler misafirlerine. Kendileride bir kütük bulup üzerine oturmuşlar. Ellerinde ne varsa sunmuşlar misafirlerine. Onlar yemeklerini yedikçe ihtiyar kadın ile adamın gözleri parlıyormuş. Yapmacık değil içten gelen bir konuk severlikleri varmış.
Ancak ihtiyarlar sofradakilerin yenmesine rağmen hiç eksilmediğini görmüşler, sonra konuklar “bizler ulu kişleriz” demişler. Sizin o komuşularınız hak ettikleri cezaya carptırılacaklar ama size hiç kötülük gelmeyecek. yanlız bırakın evinizi bizimle birlikte dağın tepesine gelin.
İhtiyarların ikiside ulu kişilerin ardından deyneklerine dayana dayana çıkmışlar dağa. Tepeye varınca bütün şehri sular altında kaldığını görmüşler… Yaşlı karıkoca daha çok uzun seneler saadet içinde yaşamış ve birlikte ölüm dilemiş ve birer ağaca dönüşmüşler. Gelen geçenler ağacın dallarına ipler bağlayıp dilekler dilerlermiş.
Bir başka söylentiye göre, Efteni Gölü adını bir bizans kraliçesi olan Eftalya’dan almaktadır.
Bizans ordusu savaştan dönerken gölün kıyısındaki alanda konaklamış. Yolda prenses Eftelya’nın ellerinde ve yüzünde yaralar çıkmış. Göl kıyısında yerden çıkan sıcak sularla banyo yapan prensesin tüm yaraları ertesi sabah iyileşmeye, cildi güzelleşmeye başlamış. Bunu gören Bizans imparatoru bu göl kıyısındaki sıcak su kaynaklarının olduğu yere hemen bir hamam inşa edilmesini istemiş. Prensesin yanına bakıcılarını bırakıp ayrılmışlar. Yaraları iyileşen ve güzelleşen prenses göl üzerinde sandalla gezinirken, karşı kıyıdaki dağ eteklerinde yaşayan bir Osmanlı delikanlısına gönlünü kaptırmış. Karşılıklı olarak birbirlerini ziyaret etmeye başlamışlar. Birgün sevgilisine giderken prensesin kayığı batmış, boğulmuş. O günden sonra gölün adına Efteni demişler.
Kralın, kızının yüzmesi için doğayla içiçe olan bu topraklarda bir göl oluşturma için büyük melen nehrinin önüne bir bent inşa ettiği, sular dolarak göl oluşturmuş olduğu da söylenir.
Bir diğer rivayet ise gölün altında bir kent olduğudur. bu kent sellerle suya boğulmuştur. Gölün hemen hemen yakınıda bulunan Hacıyakup köyüne geçmişte selaltı (saraltı) denmesi de sanki bunu teyit eder niteliktedir.
KAYNAK
Günün birinde olympos tanrıların en büyüğü Zeus’un aklına esmiş, Nasıl eşmiş “varıp şu ölümlülerin arasına nicedir halleri bir göreyim!” demiş.
Almış Hermes’i de yanına ikiside insan görünümü ile Olympus’tan inmişler ve yer yüzüne bir eve gelmişler. Çalmışlar kapıyı “Yolunu yitirmiş iki garip ademiz açarmısınız kapınızı? Alırmısınız bizi içeriye, konukluğa, tanrılar hoşnut olsun diye” demişler. Ama kapı değil açılmak aralanmamış bile. Bu şekilde bin ev dolaşmışlar belki fakat kimseden konuk severlik görememişler. Ya açmıyorlar kapıyı yada açşalar bile “Bizim ne üdüğü belirsiz çulsuz dilenci takımı ile işimiz yok.” diyerek hemen kapatıyorlarmış.
Her yerden geri çevrildikten sonra harap bir kulübeye gelmişler. Kulübenin her yanı saz ve samanla kaplıymış. Kapıyı yaşlımı yaşlı bir kadın açmış. Bakmışki karşısında iki zavallı yolucu, çok yol yürümüşler belli ki, yorulup susamışlar. Kadın “kimsiniz, necisiniz?” diye sormadan içeriye buyur etmiş. Konuklar içerde birde en az kadın kadar ihtiyar, neredeyse iki büklüm güler yüzlü bir adam görmüşler.
Ev sahipleri ezile büzüle eski püskü yamalı ama temiz bir minder göstermişler misafirlerine. Kendileride bir kütük bulup üzerine oturmuşlar. Ellerinde ne varsa sunmuşlar misafirlerine. Onlar yemeklerini yedikçe ihtiyar kadın ile adamın gözleri parlıyormuş. Yapmacık değil içten gelen bir konuk severlikleri varmış.
Ancak ihtiyarlar sofradakilerin yenmesine rağmen hiç eksilmediğini görmüşler, sonra konuklar “bizler ulu kişleriz” demişler. Sizin o komuşularınız hak ettikleri cezaya carptırılacaklar ama size hiç kötülük gelmeyecek. yanlız bırakın evinizi bizimle birlikte dağın tepesine gelin.
İhtiyarların ikiside ulu kişilerin ardından deyneklerine dayana dayana çıkmışlar dağa. Tepeye varınca bütün şehri sular altında kaldığını görmüşler… Yaşlı karıkoca daha çok uzun seneler saadet içinde yaşamış ve birlikte ölüm dilemiş ve birer ağaca dönüşmüşler. Gelen geçenler ağacın dallarına ipler bağlayıp dilekler dilerlermiş.
Bir başka söylentiye göre, Efteni Gölü adını bir bizans kraliçesi olan Eftalya’dan almaktadır.
Bizans ordusu savaştan dönerken gölün kıyısındaki alanda konaklamış. Yolda prenses Eftelya’nın ellerinde ve yüzünde yaralar çıkmış. Göl kıyısında yerden çıkan sıcak sularla banyo yapan prensesin tüm yaraları ertesi sabah iyileşmeye, cildi güzelleşmeye başlamış. Bunu gören Bizans imparatoru bu göl kıyısındaki sıcak su kaynaklarının olduğu yere hemen bir hamam inşa edilmesini istemiş. Prensesin yanına bakıcılarını bırakıp ayrılmışlar. Yaraları iyileşen ve güzelleşen prenses göl üzerinde sandalla gezinirken, karşı kıyıdaki dağ eteklerinde yaşayan bir Osmanlı delikanlısına gönlünü kaptırmış. Karşılıklı olarak birbirlerini ziyaret etmeye başlamışlar. Birgün sevgilisine giderken prensesin kayığı batmış, boğulmuş. O günden sonra gölün adına Efteni demişler.
Kralın, kızının yüzmesi için doğayla içiçe olan bu topraklarda bir göl oluşturma için büyük melen nehrinin önüne bir bent inşa ettiği, sular dolarak göl oluşturmuş olduğu da söylenir.
Bir diğer rivayet ise gölün altında bir kent olduğudur. bu kent sellerle suya boğulmuştur. Gölün hemen hemen yakınıda bulunan Hacıyakup köyüne geçmişte selaltı (saraltı) denmesi de sanki bunu teyit eder niteliktedir.
KAYNAK |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.