KAHRAMANMARAŞ
Ali Göl Efsanesi
Nurhak dağlarının zirvesinde yer alan krater gölü, yörede Ali Göl olarak anılır. Göle Ali adını veren yöre halkı, bu ismi bir efsaneye dayandırır. Efsaneye göre; yörede yaşayan Ali adlı çoban, beyin kızına sevdalanır, kız da çobanı sevmektedir. Bey, çobanı yanına çağırtır ve Nurhak Dağlarında bir kış geçirirse kızını ona vereceğini söyler. Çoban, atını alıp dağa çıkar, günümüzde Ali Gölün yakınlarında bir mağaraya sığınır. Bir süre dağ koşullarına dayanır ama sonradan sığındığı mağarada ölür.
Efsaneye göre sığındığı mağaranın duvarlarındaki yazılarda Çoban Ali’nin ölüm nedeni şöyle anlatılmaktadır; “Açlıktan, susuzluktan değil, dağların uğultusundan öldü.” İnanışa göre mağaranın önündeki oyuk taş Çoban Ali’nin atının yemliğidir. O günden sonrada mağaranın yakınındaki göle Ali Göl’ü denir.
Bu “ALİ GÖL” efsanesinin bir de ikinci hikayesi vardır:
Eski devirlerde Elbistan’a hakim olan iyi idaresi ile ün salmış bir bey vardı. Bey, kendinden sonra beyliğin devamı ve bekâsı için kız ve erkek çocuklarının yetişmesine son derece önem verir, onları idârî, siyâsî ve askerî alanda yetiştirmeğe çalışırdı.
Bu nedenle üç kızı bilgin kişilerden ders alır, savaşın bütün inceliklerini öğrenerek iyi ata biner ve çok iyi kılıç kullanırlardı. Babaları, bazı savaşlara tecrübeleri artsın diye beraberinde götürürdü. İşte böyle bir savaş anında, askerler içerisinde yiğitliği ve kahramanlığı ile ün salan bir asker, tehlikeli durumda beyinin küçük kızını kurtarmış ve savaş dönüşünde ilişkileri devam ederek aşık olmuştu. Ama “Bey kızı, bey oğluna layıktır.” Fakat aşk, ferman dinlemez. Çeşitli aracılarla beyin gönlü hoş edilir. Kız, evet demesine der, ama; bir de evleneceği kişinin bütün oba halkına yiğitliğini, cesaretini duyurmasını ister ve şöyle bir şart koşar. Der ki: “Nurhak dağında Ali Göl yakınında bir mağara vardır, benimle evlenecek kişi o Mağarada kırk gün beklemeli.”
Bunu duyan yiğit delikanlı, atıyla beraber mağaraya varır. Hâlen mevcut olan mağarada ancak otuz iki gün kalabilir. Kırk gün geçtikten sonra dönmeyince aramaya çıkarlar ve mağarada atıyla birlikte ölüsünü bulurlar. Neden öldüğü uzun süre araştırılır. Mağara kapısında bulunan taşta şu yazıyla karşılaşılır; “BEN VE ATIM NE AÇLIKTAN NE KORKUDAN ÖLDÜK, BİZ İNİLTİDEN ÖLDÜK.” sözü geçen mağara, hâlen mevcut olup, sonuna kadar gidilememekte ve kulakları tırmalayıcı bir uğultu, sonuna gitmeye engel olmaktadır. Halk, bu mağaraya inleyen mağara demiş ve çevre köyler tarafından kutsal sayılmıştır.
Bir rivayete göre de gölün adı, Çoban Ali’den değil; Hz. Ali’den gelmektedir. Birgün Hz. Ali’nin yolu buraya düşer, azık torbasındaki son kırıntıları Nurhak dağının kuzeyine, suyunu da güneyine döker. Bu nedenle dağın kuzeyi ovalık, güneyi de sulaktır.
Maraş Orkide Efsanesi
Dünyanın eşi benzeri olmayan Kahramanmaraş’ın Geben yaylasına, daha bahar mevsimi başlamadan da evvel, adı Orkis olan, beyaz kadife tenli, zarif bir prenses gelirmiş. Orkis, yaylanın eteklerindeki köy ahalisinin gözleri uykuya banınca, uçar adımlarla Geben’in gökyüzüne en yakın dağındaki yalçın kayalıklarına koşarmış. Oturdu mu etekleri dağı kaplar, upuzun saçlarının eşsiz kokusu bütün yaylayı sararmış.
Tılsımlı rüzgâr eksik notalı bir şarkı gibi serenada başladığında, Orkis rüzgârın sevdasına karşı o upuzun saçlarını çözer ve gün doğasıya dek tararmış.
Günlerden bir gün prenses Orkis’in dağlardan ovalara inen eteklerine, göklerden süzüle süzüle gelen leylekler konuvermiş. Leylekler, Orkis’in sarıçiçekli eteklerinin üzerinde öyle güzel duruyorlarmış ki, Orkis, gözlerini ayırmadan leylekleri seyre dalmış…
Vakit öyle hızlı geçmiş ki… Günün akşama döndüğünü çok geç fark etmiş. Sırrının açığa çıkacağından korkup telaşlanan Orkis, eteklerini hızla dağın eteklerinden çekivermiş. Çekmiş çekmesine de, eteklerinde bekleşen leylekleri unuttuğundan, göçe geride kalan yorgun leyleğin kanadını da kırıvermiş.
Prenses Orkis, uçar adımlarla gelmiş leyleğin yanına. Yaralı leyleğin başında saatlerce gözyaşı dökmüşse bile kanadı kırık leylek bir türlü gözlerini açmıyormuş. Orkis, saçlarından bir kaç tel koparıp yaralı leyleğin kırık kanadını şefkatle sarıverince, kendine gelen leylek birdenbire silkinip dünya güzeli bir delikanlı oluvermiş.
Delikanlıyı görünce soluğu sepeti kesilen Orkis’in o an nutku tutulmuş, zaten söylemez dili hepten lal olmuş. Derken delikanlının yaylayı çınlatan sesi duyulmuş: “Asırlar var ki ben, dağ taş diyar diyar dolaşıp, nice gökyüzü eskitip seni arıyordum ” Deyince, prenses Orkis, kendisini bu dağa çeken şeyin ne olduğunu işte o an anlamış. Delikanlı ve Orkis, konuşmadan, hal diliyle nice vakit öylece dağlarda kalmışlar.
Gelgelelim mutlu vakit tez geçmiş, havalar soğumaya başladığında, delikanlı Orkis’e dönüp; “seninle uzun yıllar yaşayabilmem için şimdi gitmem gerek, mutlaka döneceğim” dedikten sonra, silkinip kar beyaz kanatlı bir leylek olup uçup gitmiş.
Orkis, bir kuş gibi uçup giden sevdiğinin ardında öylece kala kalmış. Titrek ellerini toprağa koymuş. Dermansız ayakları çözünüverince, saçları kendinden evvel yığılmış toprağa… Prenses Orkis dağların kızıymış artık. O günden sonra gözü yollarda sevdiğini bekleyen Orkis’in gözlerinin biri güler, diğeri ağlar olmuş. Biri sevdiğinin geleceğini umut eder, diğeri ümidi keser sızlanırmış…
Kar beyaz kanatlı leylek niçin gelmemiş bilinmez ama günlerin yıllara dönmesi çok sürmemiş.
Rüzgâr her zamanki vaktinde gelip, Orkis’e: “ Haydi, yine çöz bana saçlarını, kokusunu dağlara salacağım” dediyse de sevdiğini yıllar yılı bekleyen Orkis’in saçları orada çoktaan toprağa kök salmış bile. Orkis’in bir gözündeki yaştan; sevdası, diğer gözündeki gülüşten; umudu, toprağa iki inci damlası gibi dökülüvermiş.
Sevdiğinin geleceğinden iyice umudu kesilen Orkis bu sevdayla günden güne erirken, rüzgâra son kez seslenmiş: “Beni götürüp şu dağlara serper misin?” Rüzgâr: “ Sana olmaz diyemem ama seni taşımaya gücüm yetmez ki” diye karşılık vermiş Orkis’e… Orkis içli bir sesle: “ Ben bende değilim ki, zaten zerrem kaldı, zorlanmazsın. Sen bir es hele ” Demiş. Rüzgâr estiğinde, gerçekten de Orkis rüzgârın içinde bir toz misali erimiş ve kaybolmuş. O an bütün bir dağı mis gibi bir koku kaplamış.
Orada yaşayanlar o günden sonra, Orkis ‘in kendini rüzgâra verdiği yerde bir çiçek buluvermişler. Çiçeğin beyaz kadife teni üzerinde, inci gibi mor damlalar varmış. Köklerinde ise, iki damla gözyaşından doğmuş biri gülen biri ağlayan iki yumru…
Dünyada sadece Geben Yaylası’nda yetişen bu çiçeğe Maraş Orkide’si adını vermişler. Maraş Orkidesi’nin, ağlayan yumrusu toprakta kalmış, gülen yumrusu Maraş dondurmasına lezzetini vermiş. Çünkü; orkideye adını verenler derler ki; ağlayan yumru topraktan çıktığında, hem orkidenin çiçeği hem de yetiştiği topraklar ağlarmış.
O günden sonra, Geben Yaylası’na gelenler, bilimsel adına Orchis Anatolica denen Maraş Orkidesinin, bu aşkın mevsimi her geldiğinde Geben’de filizlendiğini görmüş.
Bilenler bu aşkı dünyada tatmayan kalmasın diye, salebin gülen yumrusundan, o dünyaca ünlü Maraş’ın dövme dondurmasını yaratmışlar.
Bu yaylayı ziyaret edenler, Orkis’in sesini de duyar gibi olmuş. Çünkü Orkis bir zerre gibi uçup giderken bundan sonraki bütün ziyaretçilerine şöyle seslenmiş: “Ey dünyanın cümle yolcuları! Sevdiğimin aşkına ve benim sadakatime Geben’de şahit olun”
Gidip görene, duyup anlayabilene aşk olsun vesselam.
O günden sonra Maraş Orkidesi; sadakatin ve aşkın çiçeği olmuş. İşte Maraş Orkidesinin salebiyle yapılan dondurmayı yiyenler de bu aşkın lezzetine varıp sadakatine erenler olmuş.
Âşık leyleğe, ne mi olmuş?
Âşık leylek pir ihtiyar olarak yıllar sonra gelebilmiş yaylanın eteklerine. Sevdiğini bulamayan leyleğin gözyaşları herkese sel gibi görünse de, Geben’de filizlenen orkide çiçeğine can suyu olmuş her seferinde de.
Âşık leylek, kanatları arasında sakladığı Orkis’in bir tutam saçıyla ölesiye dek oracıkta yaşamış. Gâh kanat çırpmış, gâh ağlamış, gâh takırdamış sabahlara dek…
O günden sonra bütün leylekler her göç vakti uğrar olmuşlar Orkis’in kendini rüzgâra verdiği bu yere.
Bilenler bilir, leylekler, o günden sonra her göçte Geben yaylasına uğramışlarsa da orkide çiçeğinin açtığı vakti bir türlü yakalayamamışlar. Yine de, bu dağın eteklerine konup, Orkis’in rüzgâra sinmiş mis gibi kokusunu almadan uzak diyarlara göç eden hiçbir leylek olmamış.
*
Gidip görene, duyup anlayabilene aşk olsun vesselam.
Âşık leylek pir ihtiyar olarak yıllar sonra gelebilmiş yaylanın eteklerine. Sevdiğini bulamayan leyleğin gözyaşları herkese sel gibi görünse de, Geben’de filizlenen orkide çiçeğine can suyu olmuş her seferinde de.
O günden sonra bütün leylekler her göç vakti uğrar olmuşlar Orkis’in kendini rüzgâra verdiği bu yere.
*
MARDİN
Şahmeran Efsanesi
Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarinda dogmus bir efsane Sahmeran. Yüzyillardan beri anlatila gelmis çesitli cografyalarda. Özellikle yilanlik bir bölge olan Adana-Misis’te ve Mardin’de.
Tahmasp isminde uzun boylu, genis omuzlu, esmer tenli, çok yakisikli bir genç yasarmis zamanin durdugu bu sehirde.
Binlerce yilanin yasadigi bir magaraya yanlislikla girmis Tahmasp. Magaranin içi o kadar karanlikmis ki hiçbir sey göremiyormus, yalnizca etrafinda dolanan yaratiklarin sesini duyuyormus. Çaresizlik içinde beklerken bir isik huzmesi belirmis. Isik huzmesi kendisine yaklastikça gözleri kamasan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafinda gezinen yaratiklarin ne olduguna baktiginda uzunu, kisasi, yesili, siyahi ile envai çesitte binlerce yilanin çevresini sarmis oldugunu fark etmis. Yilanlarin hepsi kafalarin kaldirmis, gelen isik huzmesine dogru bakiyorlarmis. Tahmasp’ta onlarin baktigi yöne dogru bakinca birden dona kalmis. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlik magaranin içinde hayatinda gördügü en güzel kadinin yüzünü görmüs birden. Ona dogru daha dikkatli bakinca kadinin belden asagisinin yilan oldugunu fark etmis. Kadin ona dogru ilerliyormus, tam karsisinda durmus, gülümseyerek elini ona dogru uzatmis. Ve demiski
Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlik magaranin içinde hayatinda gördügü en güzel kadinin yüzünü görmüs birden. Ona dogru daha dikkatli bakinca kadinin belden asagisinin yilan oldugunu fark etmis. Kadin ona dogru ilerliyormus, tam karsisinda durmus, gülümseyerek elini ona dogru uzatmis. Ve demiski
— Korkma benden Tahmasp. Ben yilanlar ülkesinin kraliçesi Shmerani. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya basldigindan beri vardi. Kralligima hos geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Simdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konusuruz. Böyle deyip geldigi yoldan geri gitmis. Tahmasp gördükleri karsisinda yasadigi dehseti ve saskinligi üzerinden atmaya çalisarak oldugu yerde kivrilip uyumus.
Ertesi sabah uyandiginda Sahmerani karsisinda mükellef bir sofranin basinda otururken bulmus. Tahmasp’i kahvaltiya davet etmis Sahmeran. O ise gözlerini Sahmerandan alamiyormus. Sahmeran’da ona bakiyormus kendinden geçmis bir halde.
Bak Tahmasp demis. Ben insanligin bütün tarihini biliyorum. Istersen sana anlatayim deyip baslamis anlatmaya. Anlatmis, anlatmis, anlatmis günler boyu. Bu sohbetler sirasinda Tahmasp ve Sahmeran arasinda tarihin en soylu asklarinda birisi baslamis.
Gel zaman git zaman Sahmeranin anlatacagi bir sey kalmamis artik. Tahmasp’ta anasini ve yeryüzünü özlemeye baslamis. Bir gün dayanamamis ve düsüncesini Sahmeran’a da açmis. Sevdiginin kendisinden sikildigini ve artik gitmek istedigini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmis Sahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp’ın üzüntüsünden eriyip bittigini görünce dayanamamis ve ona söyle demis:
—Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diger insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda asklar ölümünedir. Seni çok sevdigimden dolayi üzülmene dayanamiyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun baska insanlarla beraber suya girme.
Tahmasp sevinçle Sahmerana sarilmis ve ona asla ihanet etmeyecegine dair yeminler etmis.
Tahmasp magaradan çiktiktan sonra bir köye yerlesmis ve marangozluk yapmaya baslamis. Arada sirada da gizlice magaraya giderek Sahmerani ziyaret ediyormus. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemis.
Tahmasp’in yaşadigi ülkenin krali bir gün amansiz bir hastaligin pençesine düsmüs. Ülkenin bütün hekimleri gelmis ama kralin hastaligina çare olamamislar. Kralin kötü kalpli bir veziri varmis. Vezir her seferinde krala hastaliginin tek çaresinin Sahmeranda oldugunu söylüyormus.
Onun etinden bir parça yemesinin kralin hastaliginin dermani olacagini kralin kafasina sokmus. Kralda Sahmeranin bir an önce bulunmasini emretmis. Bütün ülkede Sahmeran aranmis. Sonunda bilge bir adam bütün insanlarin gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasini tavsiye etmis böylece Sahmeranin yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemis. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya baslamis. Askerler Tahmasp’in yasadigi köye de gelmisler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüsler. Tahmasp Sahmerana verdigi sözü hatirlayarak önce gitmek istememis. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuslar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildigini fark etmis. Kendisine bakinca bütün vücudunun yilanlarinki gibi pullarla kaplandigini fark etmis. Askerler hemen Tahmasp’i yakalayarak vezirin huzuruna getirmisler. Kötü kalpli vezirin amaci krali iyilestirmek falan degilmis. Sahmerani yakalayip dünyanin bütün sirlarina sahip olmak istiyormus. Tahmasp’a günlerce iskence yaptiktan sonra Sahmeranin yerini söyletmis. Askerler hemen gidip Tahmasp’in söyledigi yerde magarayi bulmuslar ve Sahmerani oradan çikarip saraya getirmisler.
Sahmeran ve Tahmasp kralin huzurunda karsi karsiya gelmisler. Sahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp’a dönmüs:
• Ey sevdigim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canin için ihanet etmedin ama bende sana dememis miydim bu topraklarda asklar ölümünedir diye. Bak simdi anladin mi? Sen üzülme ne olur..
Tahmasp Sahmeranin bu sözleri karsisinda daha da utanmis. Sahmeran sözlerine devam etmis.
• Simdi size sirrimi verecegim. Kim ki benim kuyrugumdan bir parça koparip yerse O bütün dünyanin sirrina ve gizemine vakif olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparip yerse o da o anda öte dünyayi boylayacak.
Sahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kilici ile atilip Sahmeranin bedenini iki parçaya ayirmis. Ve kuyrugundan bir parça koparmis Tahmasp’ta duydugu aci ve utancin etkisi ile firlayip oracikta ölmek için sevdiginin, Sahmeranin kafasindan bir parça isirivermis. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardigi parçayi agzina atar atmaz oracikta can vermis. Tahmasp’a ise hiçbir sey olmamis Sahmeran son anda yaptigi plani ile bütün bilgisinin sevdigine geçmesine sebep olmus. Ancak Tahmasp sevdigini kaybetmenin acisina dayanamayarak kendisini disari atmis ve dag bayir, ülke ülke dolasmaya baslamis. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almis basini yürümüs...
*
Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarinda dogmus bir efsane Sahmeran. Yüzyillardan beri anlatila gelmis çesitli cografyalarda. Özellikle yilanlik bir bölge olan Adana-Misis’te ve Mardin’de.
Tahmasp isminde uzun boylu, genis omuzlu, esmer tenli, çok yakisikli bir genç yasarmis zamanin durdugu bu sehirde.
Binlerce yilanin yasadigi bir magaraya yanlislikla girmis Tahmasp. Magaranin içi o kadar karanlikmis ki hiçbir sey göremiyormus, yalnizca etrafinda dolanan yaratiklarin sesini duyuyormus. Çaresizlik içinde beklerken bir isik huzmesi belirmis. Isik huzmesi kendisine yaklastikça gözleri kamasan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafinda gezinen yaratiklarin ne olduguna baktiginda uzunu, kisasi, yesili, siyahi ile envai çesitte binlerce yilanin çevresini sarmis oldugunu fark etmis. Yilanlarin hepsi kafalarin kaldirmis, gelen isik huzmesine dogru bakiyorlarmis. Tahmasp’ta onlarin baktigi yöne dogru bakinca birden dona kalmis. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlik magaranin içinde hayatinda gördügü en güzel kadinin yüzünü görmüs birden. Ona dogru daha dikkatli bakinca kadinin belden asagisinin yilan oldugunu fark etmis. Kadin ona dogru ilerliyormus, tam karsisinda durmus, gülümseyerek elini ona dogru uzatmis. Ve demiski
Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlik magaranin içinde hayatinda gördügü en güzel kadinin yüzünü görmüs birden. Ona dogru daha dikkatli bakinca kadinin belden asagisinin yilan oldugunu fark etmis. Kadin ona dogru ilerliyormus, tam karsisinda durmus, gülümseyerek elini ona dogru uzatmis. Ve demiski
— Korkma benden Tahmasp. Ben yilanlar ülkesinin kraliçesi Shmerani. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya basldigindan beri vardi. Kralligima hos geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Simdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konusuruz. Böyle deyip geldigi yoldan geri gitmis. Tahmasp gördükleri karsisinda yasadigi dehseti ve saskinligi üzerinden atmaya çalisarak oldugu yerde kivrilip uyumus.
Ertesi sabah uyandiginda Sahmerani karsisinda mükellef bir sofranin basinda otururken bulmus. Tahmasp’i kahvaltiya davet etmis Sahmeran. O ise gözlerini Sahmerandan alamiyormus. Sahmeran’da ona bakiyormus kendinden geçmis bir halde.
Bak Tahmasp demis. Ben insanligin bütün tarihini biliyorum. Istersen sana anlatayim deyip baslamis anlatmaya. Anlatmis, anlatmis, anlatmis günler boyu. Bu sohbetler sirasinda Tahmasp ve Sahmeran arasinda tarihin en soylu asklarinda birisi baslamis.
Gel zaman git zaman Sahmeranin anlatacagi bir sey kalmamis artik. Tahmasp’ta anasini ve yeryüzünü özlemeye baslamis. Bir gün dayanamamis ve düsüncesini Sahmeran’a da açmis. Sevdiginin kendisinden sikildigini ve artik gitmek istedigini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmis Sahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp’ın üzüntüsünden eriyip bittigini görünce dayanamamis ve ona söyle demis:
—Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diger insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda asklar ölümünedir. Seni çok sevdigimden dolayi üzülmene dayanamiyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun baska insanlarla beraber suya girme.
Tahmasp sevinçle Sahmerana sarilmis ve ona asla ihanet etmeyecegine dair yeminler etmis.
Tahmasp magaradan çiktiktan sonra bir köye yerlesmis ve marangozluk yapmaya baslamis. Arada sirada da gizlice magaraya giderek Sahmerani ziyaret ediyormus. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemis.
Tahmasp’in yaşadigi ülkenin krali bir gün amansiz bir hastaligin pençesine düsmüs. Ülkenin bütün hekimleri gelmis ama kralin hastaligina çare olamamislar. Kralin kötü kalpli bir veziri varmis. Vezir her seferinde krala hastaliginin tek çaresinin Sahmeranda oldugunu söylüyormus.
Onun etinden bir parça yemesinin kralin hastaliginin dermani olacagini kralin kafasina sokmus. Kralda Sahmeranin bir an önce bulunmasini emretmis. Bütün ülkede Sahmeran aranmis. Sonunda bilge bir adam bütün insanlarin gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasini tavsiye etmis böylece Sahmeranin yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemis. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya baslamis. Askerler Tahmasp’in yasadigi köye de gelmisler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüsler. Tahmasp Sahmerana verdigi sözü hatirlayarak önce gitmek istememis. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuslar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildigini fark etmis. Kendisine bakinca bütün vücudunun yilanlarinki gibi pullarla kaplandigini fark etmis. Askerler hemen Tahmasp’i yakalayarak vezirin huzuruna getirmisler. Kötü kalpli vezirin amaci krali iyilestirmek falan degilmis. Sahmerani yakalayip dünyanin bütün sirlarina sahip olmak istiyormus. Tahmasp’a günlerce iskence yaptiktan sonra Sahmeranin yerini söyletmis. Askerler hemen gidip Tahmasp’in söyledigi yerde magarayi bulmuslar ve Sahmerani oradan çikarip saraya getirmisler.
Sahmeran ve Tahmasp kralin huzurunda karsi karsiya gelmisler. Sahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp’a dönmüs:
• Ey sevdigim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canin için ihanet etmedin ama bende sana dememis miydim bu topraklarda asklar ölümünedir diye. Bak simdi anladin mi? Sen üzülme ne olur..
Tahmasp Sahmeranin bu sözleri karsisinda daha da utanmis. Sahmeran sözlerine devam etmis.
• Simdi size sirrimi verecegim. Kim ki benim kuyrugumdan bir parça koparip yerse O bütün dünyanin sirrina ve gizemine vakif olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparip yerse o da o anda öte dünyayi boylayacak.
Sahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kilici ile atilip Sahmeranin bedenini iki parçaya ayirmis. Ve kuyrugundan bir parça koparmis Tahmasp’ta duydugu aci ve utancin etkisi ile firlayip oracikta ölmek için sevdiginin, Sahmeranin kafasindan bir parça isirivermis. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardigi parçayi agzina atar atmaz oracikta can vermis. Tahmasp’a ise hiçbir sey olmamis Sahmeran son anda yaptigi plani ile bütün bilgisinin sevdigine geçmesine sebep olmus. Ancak Tahmasp sevdigini kaybetmenin acisina dayanamayarak kendisini disari atmis ve dag bayir, ülke ülke dolasmaya baslamis. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almis basini yürümüs...
*
Tahmasp isminde uzun boylu, genis omuzlu, esmer tenli, çok yakisikli bir genç yasarmis zamanin durdugu bu sehirde.
Binlerce yilanin yasadigi bir magaraya yanlislikla girmis Tahmasp. Magaranin içi o kadar karanlikmis ki hiçbir sey göremiyormus, yalnizca etrafinda dolanan yaratiklarin sesini duyuyormus. Çaresizlik içinde beklerken bir isik huzmesi belirmis. Isik huzmesi kendisine yaklastikça gözleri kamasan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafinda gezinen yaratiklarin ne olduguna baktiginda uzunu, kisasi, yesili, siyahi ile envai çesitte binlerce yilanin çevresini sarmis oldugunu fark etmis. Yilanlarin hepsi kafalarin kaldirmis, gelen isik huzmesine dogru bakiyorlarmis. Tahmasp’ta onlarin baktigi yöne dogru bakinca birden dona kalmis. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlik magaranin içinde hayatinda gördügü en güzel kadinin yüzünü görmüs birden. Ona dogru daha dikkatli bakinca kadinin belden asagisinin yilan oldugunu fark etmis. Kadin ona dogru ilerliyormus, tam karsisinda durmus, gülümseyerek elini ona dogru uzatmis. Ve demiski
Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlik magaranin içinde hayatinda gördügü en güzel kadinin yüzünü görmüs birden. Ona dogru daha dikkatli bakinca kadinin belden asagisinin yilan oldugunu fark etmis. Kadin ona dogru ilerliyormus, tam karsisinda durmus, gülümseyerek elini ona dogru uzatmis. Ve demiski
— Korkma benden Tahmasp. Ben yilanlar ülkesinin kraliçesi Shmerani. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya basldigindan beri vardi. Kralligima hos geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Simdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konusuruz. Böyle deyip geldigi yoldan geri gitmis. Tahmasp gördükleri karsisinda yasadigi dehseti ve saskinligi üzerinden atmaya çalisarak oldugu yerde kivrilip uyumus.
Ertesi sabah uyandiginda Sahmerani karsisinda mükellef bir sofranin basinda otururken bulmus. Tahmasp’i kahvaltiya davet etmis Sahmeran. O ise gözlerini Sahmerandan alamiyormus. Sahmeran’da ona bakiyormus kendinden geçmis bir halde.
Bak Tahmasp demis. Ben insanligin bütün tarihini biliyorum. Istersen sana anlatayim deyip baslamis anlatmaya. Anlatmis, anlatmis, anlatmis günler boyu. Bu sohbetler sirasinda Tahmasp ve Sahmeran arasinda tarihin en soylu asklarinda birisi baslamis.
Gel zaman git zaman Sahmeranin anlatacagi bir sey kalmamis artik. Tahmasp’ta anasini ve yeryüzünü özlemeye baslamis. Bir gün dayanamamis ve düsüncesini Sahmeran’a da açmis. Sevdiginin kendisinden sikildigini ve artik gitmek istedigini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmis Sahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp’ın üzüntüsünden eriyip bittigini görünce dayanamamis ve ona söyle demis:
—Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diger insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda asklar ölümünedir. Seni çok sevdigimden dolayi üzülmene dayanamiyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun baska insanlarla beraber suya girme.
Tahmasp sevinçle Sahmerana sarilmis ve ona asla ihanet etmeyecegine dair yeminler etmis.
Tahmasp magaradan çiktiktan sonra bir köye yerlesmis ve marangozluk yapmaya baslamis. Arada sirada da gizlice magaraya giderek Sahmerani ziyaret ediyormus. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemis.
Tahmasp’in yaşadigi ülkenin krali bir gün amansiz bir hastaligin pençesine düsmüs. Ülkenin bütün hekimleri gelmis ama kralin hastaligina çare olamamislar. Kralin kötü kalpli bir veziri varmis. Vezir her seferinde krala hastaliginin tek çaresinin Sahmeranda oldugunu söylüyormus.
Onun etinden bir parça yemesinin kralin hastaliginin dermani olacagini kralin kafasina sokmus. Kralda Sahmeranin bir an önce bulunmasini emretmis. Bütün ülkede Sahmeran aranmis. Sonunda bilge bir adam bütün insanlarin gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasini tavsiye etmis böylece Sahmeranin yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemis. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya baslamis. Askerler Tahmasp’in yasadigi köye de gelmisler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüsler. Tahmasp Sahmerana verdigi sözü hatirlayarak önce gitmek istememis. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuslar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildigini fark etmis. Kendisine bakinca bütün vücudunun yilanlarinki gibi pullarla kaplandigini fark etmis. Askerler hemen Tahmasp’i yakalayarak vezirin huzuruna getirmisler. Kötü kalpli vezirin amaci krali iyilestirmek falan degilmis. Sahmerani yakalayip dünyanin bütün sirlarina sahip olmak istiyormus. Tahmasp’a günlerce iskence yaptiktan sonra Sahmeranin yerini söyletmis. Askerler hemen gidip Tahmasp’in söyledigi yerde magarayi bulmuslar ve Sahmerani oradan çikarip saraya getirmisler.
Sahmeran ve Tahmasp kralin huzurunda karsi karsiya gelmisler. Sahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp’a dönmüs:
• Ey sevdigim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canin için ihanet etmedin ama bende sana dememis miydim bu topraklarda asklar ölümünedir diye. Bak simdi anladin mi? Sen üzülme ne olur..
Tahmasp Sahmeranin bu sözleri karsisinda daha da utanmis. Sahmeran sözlerine devam etmis.
• Simdi size sirrimi verecegim. Kim ki benim kuyrugumdan bir parça koparip yerse O bütün dünyanin sirrina ve gizemine vakif olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparip yerse o da o anda öte dünyayi boylayacak.
Sahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kilici ile atilip Sahmeranin bedenini iki parçaya ayirmis. Ve kuyrugundan bir parça koparmis Tahmasp’ta duydugu aci ve utancin etkisi ile firlayip oracikta ölmek için sevdiginin, Sahmeranin kafasindan bir parça isirivermis. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardigi parçayi agzina atar atmaz oracikta can vermis. Tahmasp’a ise hiçbir sey olmamis Sahmeran son anda yaptigi plani ile bütün bilgisinin sevdigine geçmesine sebep olmus. Ancak Tahmasp sevdigini kaybetmenin acisina dayanamayarak kendisini disari atmis ve dag bayir, ülke ülke dolasmaya baslamis. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almis basini yürümüs...
*
MUĞLA
Sarı Ana Efsanesi
Sarı Ana Marmaris’te yaşayan Hak katında nazı geçer bir ulu kişidir. İyiliğiyle hoşgörüsüyle herkesin çevresindekilerin sevgisini kazanmıştır.
Günün birinde Kanuni Sultan Süleyman, Rodos seferi için Marmaris’e gelir.
“Kentin Ulu’su kimdir? kimin duasını talep edelim,” diye sorar.
Sarı Ana’yı söylerler. Yanına varır elini öper. Sarı Ana bir tek sarı ineğiyle bütün orduyu doyurur. Kanuni Sultan Süleyman sorar: “Sarı anam deyiver Rodos’u alacakmıyız?”
Sarı Ana’nın yanıtı şöyledir. “Ordunda kimsenin yanında haram nesne yoksa zafer senindir.”
Kanuni meraklanır: “Bunu nasıl anlayacağız, Sarı Anam, bize bildir” der.
Sarı Ana’da “Şimdi armut mevsimidir. Askerlerin torbasına baksınlar.Armut varsa bu,Marmaris bahçelerinden toplanmış haram nesnedir. Ancak benim de bir dileğim var. Torbasından haram çıkana bir şey yapmayacaksın. Onu gazadan alıkoy. Bu ona en büyük cezadır” der.
Kanuni torbaları aratır. Birkaçından armut çıkar. Sahiplerini memleketlerine gönderir. Sefere çıkar. Rodos’tan zaferle döndüğünde, Sarı Ana’nın elini öper, gönlünü alır.
Sarı Ana yöre halkının inancına göre balıkçıların, denizcilerin koruyucusudur. Denizde zor durumda kalanlar ondan medet umarlar oda yardımlarına koşar.
Sarı Ana Marmaris’te yaşayan Hak katında nazı geçer bir ulu kişidir. İyiliğiyle hoşgörüsüyle herkesin çevresindekilerin sevgisini kazanmıştır.
Günün birinde Kanuni Sultan Süleyman, Rodos seferi için Marmaris’e gelir.
“Kentin Ulu’su kimdir? kimin duasını talep edelim,” diye sorar.
Sarı Ana’yı söylerler. Yanına varır elini öper. Sarı Ana bir tek sarı ineğiyle bütün orduyu doyurur. Kanuni Sultan Süleyman sorar: “Sarı anam deyiver Rodos’u alacakmıyız?”
Sarı Ana’nın yanıtı şöyledir. “Ordunda kimsenin yanında haram nesne yoksa zafer senindir.”
Kanuni meraklanır: “Bunu nasıl anlayacağız, Sarı Anam, bize bildir” der.
Sarı Ana’da “Şimdi armut mevsimidir. Askerlerin torbasına baksınlar.Armut varsa bu,Marmaris bahçelerinden toplanmış haram nesnedir. Ancak benim de bir dileğim var. Torbasından haram çıkana bir şey yapmayacaksın. Onu gazadan alıkoy. Bu ona en büyük cezadır” der.
Kanuni torbaları aratır. Birkaçından armut çıkar. Sahiplerini memleketlerine gönderir. Sefere çıkar. Rodos’tan zaferle döndüğünde, Sarı Ana’nın elini öper, gönlünü alır.
Sarı Ana yöre halkının inancına göre balıkçıların, denizcilerin koruyucusudur. Denizde zor durumda kalanlar ondan medet umarlar oda yardımlarına koşar.
Ölüdeniz Efsanesi
Ölüdeniz, adı gibi durgun bir göl gibidir. Denizin en dalgalı günlerinde bile Belceğiz kıyıları dalgalarla boğuşurken, Ölüdeniz‘de çırpıntı bile olmamaktadır. Ölüdeniz adı verilen koya, denizden dar bir boğazla girilmektedir. Boğazın iki yanındaki sarp yamaçlar çam ağaçlarıyla kaplıdır. Bu yüzden görülmesi oldukça güçtür. Açık denizden doksan derecelik bir dönemeçle ak bir kumsala varılır, daha sonra da döne döne, bir göl görünümündeki koya girilir. Ölü Deniz ile ilgili birbirine benzer iki efsane anlatılmaktadır.
Bunlardan birincisi;
Balıkçılıkla geçinen bir baba-oğul, günün birinde bu sarp kayalar karşısında fırtınaya tutulur. Oğul, kayalıklara yaklaşırlarsa, bir koya sığınabileceklerini söyler, karaya yaklaşmaya başlar. Babaysa kayalara çarpmaktan korkmakta, burada koy olamayacağını yineleyip durmaktadır. Aralarında tartışma çıkar. Baba, tam kayaya çarpacaklarını sandığı an, bir kürek vuruşuyla oğlunu denize yuvarlar. Dümene geçtiğinde bir de bakar ki deniz dönerek dümdüz bir koya açılmakta. Koya girer, ama yıkılmıştır. Oğlunun acısıyla o da canına kıyar. Söylenceye göre Ölüdeniz’in çevresinde insan yüzünü andıran bir kaya vardır. Bu kaya, oğlanın taşlaşmış başıdır. Fırtınalı havalarda “buraya gelin” diyerek gemicilere yol gösterir.
İkincisi ise şöyledir;
Belcekız adı da bir efsaneye dayanıyor. Eski çağlarda buralardan geçen gemiler açıkta demirler ve içme suyu almak üzere kıyıya sandalla çıkarlarmış. Bir gün yaşlı bir kaptanın genç, yakışıklı oğlu su almak için koya çıktığında güzel mi güzel Belcekız’ı görür. Görür görmez de vurulur. Kızın yüreğine de ateş düşer ama delikanlı suyu alıp dönmek zorundadır. Gemi uzaklaşıp gider. Belcekız hep kıyıyı, sevgilisini kollar. Delikanlı da geminin buralardan her geçişinde su almaya gelir. Böylece görüşürler. Bir gün gemi buralardan geçerken fırtına patlar. Genç, babasına burada korunaklı, havuz gibi bir koy olduğunu söyler. İhtiyar ise oğlunun gönül macerasını bildiği için oğlunun sevgilisini görmek uğruna gemiyi parçalamak istediğini sanır. Dalgalarla birlikte kavga da büyür baba oğul arasında. Gemi tam kayalıklara çarpacakken kaptan bir kürek darbesiyle oğlunu denize atar ve dümene yapışır ki durumu görür. Deniz dönerek çarşaf gibi bir koya girmektedir. Oğlan orada ölür. Kayaların üzerinde sevdiğini bekleyen Belcekız da kendini kayalardan atıp ölür. İşte o gün bu gündür kızın öldüğü yere Belcekız, oğlanın öldüğü yere Ölüdeniz denir. Günün ilerleyişine göre rengi değişip duran deniz belki de bir oğlana bir kıza yanmaktadır.
*
Ölüdeniz, adı gibi durgun bir göl gibidir. Denizin en dalgalı günlerinde bile Belceğiz kıyıları dalgalarla boğuşurken, Ölüdeniz‘de çırpıntı bile olmamaktadır. Ölüdeniz adı verilen koya, denizden dar bir boğazla girilmektedir. Boğazın iki yanındaki sarp yamaçlar çam ağaçlarıyla kaplıdır. Bu yüzden görülmesi oldukça güçtür. Açık denizden doksan derecelik bir dönemeçle ak bir kumsala varılır, daha sonra da döne döne, bir göl görünümündeki koya girilir. Ölü Deniz ile ilgili birbirine benzer iki efsane anlatılmaktadır.
Bunlardan birincisi;
Balıkçılıkla geçinen bir baba-oğul, günün birinde bu sarp kayalar karşısında fırtınaya tutulur. Oğul, kayalıklara yaklaşırlarsa, bir koya sığınabileceklerini söyler, karaya yaklaşmaya başlar. Babaysa kayalara çarpmaktan korkmakta, burada koy olamayacağını yineleyip durmaktadır. Aralarında tartışma çıkar. Baba, tam kayaya çarpacaklarını sandığı an, bir kürek vuruşuyla oğlunu denize yuvarlar. Dümene geçtiğinde bir de bakar ki deniz dönerek dümdüz bir koya açılmakta. Koya girer, ama yıkılmıştır. Oğlunun acısıyla o da canına kıyar. Söylenceye göre Ölüdeniz’in çevresinde insan yüzünü andıran bir kaya vardır. Bu kaya, oğlanın taşlaşmış başıdır. Fırtınalı havalarda “buraya gelin” diyerek gemicilere yol gösterir.
İkincisi ise şöyledir;
Belcekız adı da bir efsaneye dayanıyor. Eski çağlarda buralardan geçen gemiler açıkta demirler ve içme suyu almak üzere kıyıya sandalla çıkarlarmış. Bir gün yaşlı bir kaptanın genç, yakışıklı oğlu su almak için koya çıktığında güzel mi güzel Belcekız’ı görür. Görür görmez de vurulur. Kızın yüreğine de ateş düşer ama delikanlı suyu alıp dönmek zorundadır. Gemi uzaklaşıp gider. Belcekız hep kıyıyı, sevgilisini kollar. Delikanlı da geminin buralardan her geçişinde su almaya gelir. Böylece görüşürler. Bir gün gemi buralardan geçerken fırtına patlar. Genç, babasına burada korunaklı, havuz gibi bir koy olduğunu söyler. İhtiyar ise oğlunun gönül macerasını bildiği için oğlunun sevgilisini görmek uğruna gemiyi parçalamak istediğini sanır. Dalgalarla birlikte kavga da büyür baba oğul arasında. Gemi tam kayalıklara çarpacakken kaptan bir kürek darbesiyle oğlunu denize atar ve dümene yapışır ki durumu görür. Deniz dönerek çarşaf gibi bir koya girmektedir. Oğlan orada ölür. Kayaların üzerinde sevdiğini bekleyen Belcekız da kendini kayalardan atıp ölür. İşte o gün bu gündür kızın öldüğü yere Belcekız, oğlanın öldüğü yere Ölüdeniz denir. Günün ilerleyişine göre rengi değişip duran deniz belki de bir oğlana bir kıza yanmaktadır.
*
*
MUŞ
Üç Kardeşler Hikayesi
Zamanın birinde bir baba ile üç oğlu varmış. Gel zaman git zaman, baba ölünce oğulları babalarından kalan malları bölüşmüşler. Büyük ile ortanca oğlan, küçük kardeşleri İdris'e otuz koyunun sadece beşini vermişler. İdris bu duruma çok içerlemiş ve ağabeylerinden intikam almaya ant içmiş.
Kendi payına düşen koyunları almış İdris ertesi sabah, sahipsiz bir koyun sürüsü görmüş ve sevinmiş. Koyunları alarak köyüne gitmiş. Kardeşleri koyun sürüsünü görünce, şaşırmış ve "Bu kadar koyunu nereden buldun diye sormuşlar, idris'te; "Koyunlarımı karşı dağa götürdüm, sabah kalktığımda baktım ki bu kadar olmuşlar, siz de götürün, sizinki de çoğalsın" demiş. İki kardeş koyunlarını aldıkları gibi dağa çıkmışlar ve gece sürünün yanında uyumuşlar.
Sabah olunca ne görmüşler: Bütün sürüyü kurtlar yemiş! Bir teki dahi sağ kalmamış. Büyük kinle köye inip Idris'in evini yakmışlar. İdris büyük bir üzüntü içinde evinin yanışını seyretmiş. Ev tümüyle yanıp kül olunca külleri torbalara doldurmuş, karısını da yanına alarak köyü terk etmiş. yollara düşmüş, bir paşanın konağına varmış. Paşanın adamları torbaların içinde ne olduğunu merak edip sormuşlar.
İdris de, "İran Şahı'nın bizim padişaha gönderdiği hazinedir." demiş. Adamlar buna inanmamışlar. "Hazine tek kişi ile yola çıkarılır mı?" diye sormuşlar. İdrisde, "Kimsenin dikkatini çekmesin diye benimle gönderdi" demiş. İdris, adamların niyetlerinin kötü olduğunu anlamış ve gece torbaların içindeki külleri boşaltarak yerine küçük taş parçaları ve madeni eşyalar doldurmuş.
Karısıyla birlikte yatıp uyumuşlar. Gecenin bir vak¬tinde paşanın adamları gizlice ya¬klaşarak getirdikleri bir miktar altını İdris'in başucuna bırakarak çuvalları alıp gitmişler. Bunları gören İdris, he¬men karısını uyandırmış, altınları al¬dığı gibi kaçarak köyüne dönmüş.
Kardeşleri İdris'in bu zenginliğini gö¬rünce şaşırmış ve sormuşlar "Bu ka¬dar altını nereden buldun? Bize de söyle!" İdris de, "Ben yaktığınız evi¬min kömürlerini toplayıp paşa ko¬nağına götürdüm. Orada, kömür alan var mı, diye sordum. Bana altın verip kömürleri aldılar, demiş. Bunu duyan ağabeyleri hemen evlerini yakmış ve çıkan kömürleri çuvallara doldurdu¬kları gibi yola koyulmuşlar.
Paşanın adamları bunları görünce temiz bir dayak atarak şehrin dışına atmışlar. iki kardeş oturup, İdris'ten nasıl bir intikam alacaklarını düşünüp planla¬mışlar. Köye dönünce, İdris'i öldürmeye kıyamamış, ama bir torbaya koyarak dağlarda kuşlara yem olması için bir ağaca asmışlar ve köylerine dön¬müşler.
İdris birinin asıldığı ağacın yanından geçtiğini fark edince, "Ben muhtar olmak İstemiyorum" diye bağırmaya başlamış. Adam şaşırarak yanına gelmiş ve sormuş; "Ne diye bağırıyorsun, seni buraya kim astı?"İdris, "Bana muhtar ol, dediler, ben de kabul etmedim. Beni soyarak bu¬raya astılar.
Akşama kadar kabul et¬mezsem elbiselerimi vermeyecekler demiş. Yabancı, "Ben muhtar olabili¬rim" demiş. İdris de Tabii olabilirsin, sen elbiselerini bana ver ve bu torba¬nın içine gir. Akşam gelip seni alıp muhtar yaparlar" demiş.
Yabancı bu öneriyi kabul ederek elbiselerini çı¬kartıp İdris'e,verdikten sonra çuvalın içine girmiş. İdris, adamın atını ve kır¬bacını alarak köye gitmiş. Kardeşleri, İdris'i bu halde görünce şaşırmışlar, "Nereden buldun bunları?" demişler. "Beni astığınız yere bir ker¬van geldi. Çok zengindiler. Yükleri de çok olduğu için dağıtacak adam arıyorlardı.
Gidin size de versinler" demiş. İki kardeş hemen dağa doğru koşmuşlar. Bu arada, çuvalın içinde¬ki adam kendisini kurtarmış ve bir ağacın altına oturmuş. İki adamın gel¬diğini gören adam eline geçirdiği ka¬lın bir sopayı alarak gizlenmiş. Kardeşler aralarında, "İdris bizi yine kandırdı, burada kervan falan yok, onu öldürelim" demişler. Gizlenen adam da sanmış ki, kendisini öldüre¬cekler. Gizlendiği yerden aniden fır¬layarak iki kardeşi oracıkta öldürmüş. Böylece İdris iki kardeşinden kurtulmuş.
NEVŞEHİR
Peribacaları Efsanesi
Bir zamanlar yer ile gök arasındaki büyük dünyamızda başları yüksek dağlara denk olan korkunç devler yaşarmış. İnsanlar bu devlerden çok korkar ve onları kızdırmamaya dikkat edermiş. Bu korkunç devlerin gönlünü hoş tutup kızdırmamak için ülkenin yüksek dağlarına çıkar oradaki sunaklara hediyeler bırakıp kurbanlar keserlermiş. Yılın belirli günlerinde de bu dağların doruklarındaki sunaklarda toplanıp devler kendilerine zarar vermesin diye dualar ederlermiş. Yine de bazen bu dev tanrılar, insanlara kızarmış. Kızdıkları zaman da oturdukları dağların tepesinden insanların üzerlerine korkunç gürültülerle ateş dalgalarını gönderirlermiş . Bu ateş dalgaları önlerine çıkan her şeyi yerle bir edip yakıp küle çevirirmiş. Dev tanrıların öfkesinin nedenini anlayamayan insanlar daha da korkarak onları memnun etmenin yollarını ararlarmış. Sunaklara daha fazla hediye bırakmaya ve daha çok kurban kesmeye başlarlarmış. Ancak yine bu dev ateş tanrılarını memnun edemiyorlarmış. Günlerden bir gün periler ülkesinin padişahının yolu bu dev tanrıların korkunç zulmü altında inleyen ülkeye düşmüş. Peri padişahı bu zavallı insanların çaresizliklerinden çok etkilenip üzülmüş ve onlara yardım etmeye karar vermiş. Emrindeki tüm perileri çağırmış hemen. Ve onlara şöyle demiş; “Ey kardeşlerim. İnsan kardeşlerimiz çok zor durumdalar. Onlara yardım etmek istiyorum. Şu karşıdaki dağların zirvesinde oturan zalim devleri durduralım. Bu insanların çilesini bir son verelim istiyorum.
Eğer biz zalim devlerin yaşadığı dağların ateşini söndürebilirsek devler de yerin altına kaçar ve insanları bir daha rahatsız etmezler.” Padişahlarının konuşmasının ardından binlerce peri ellerinde kar ve buz taneleri, devlerin yaşadığı dağın doruklarına toplanmışlar ve dağın tepesinde fokurdayan ateşe atmaya başlamışlar. Hiç durmadan günlerce ateşi kara ve buza boğup söndürmeyi başarmışlar. Sonunda devler korkup yerin derinliklerine kaçıp saklanmak zorunda kalmışlar. İnsanlar, perilerin bu zaferini büyük sevinçle karşılamışlar, günler geceler boyunca şenlikler düzenleyip bu zaferi kutlamışlar. O günden sonra insanlar ve periler arasında çok sıkı bir dostluk oluşmuş. Bu dostluk uzun yıllar devam etmiş. İnsanlar kayalara oydukları mağaralarda yaşarken periler de sivri kayalıların üzerlerindeki küçük odacıklarda yaşıyorlarmış. İnsanlar toplanıp kendi aralarında bir padişah seçmişler ve onun emri altında mutlu bir şekilde yaşıyorlarmış. Bu padişahın Revan adında çok yakışıklı bir oğlu varmış. Periler padişahının da dünyalar güzeli bir kızı varmış. İsmi de Gülperi imiş. Gülperi’nin gören herkesi mecnun eden güzel uzun siyah saçları o kadar uzunmuş ki ayak bileklerindeki hal hallara değiyormuş uçları. Saçının dalgalarından yansıyan güneş ışıkları insanların gözlerini kamaştırıyormuş. Hele turkuaz renkteki gözleri ile birine baktığında o insanın bir daha dünyadaki hiçbir güzellikten zevk alamadığı söylenirmiş. Peri padişahı güzel kızını çok sever her şeyden sakınırmış.
Onun mutluluğu için elinden gelen her şeyi yapıyormuş. Günlerden bir gün insanların padişahının yakışıklı oğlu Revan, yer altındaki devlerin saklandığı o karanlık ülkeye inmeye karar vermiş. Atalarının daha önceleri çektiği acıların intikamını almayı istiyormuş o zalim devlerden. Yeraltı ülkesine giden yolda birbirine açılan onlarca kapıdan rahatça geçmiş Revan. Son kapıya geldiğinde hırsla açmış kapıyı ve içeri girmiş. Ancak Revan’ın içeri girmesiyle büyük bir kaya parçası yuvarlanarak kapının ağzını kapatıvermiş. Revan o an zalim devler tarafından tuzağa düşürüldüğünü anlamış ama artık çok geçmiş. Zifiri karanlıkta çaresizlik içinde beklerken korku da bütün vücudunu sarmaya başlamış Revan’ın. Artık sonunun geldiğini düşünmeye başlamış. bu karanlık ülkede mahsur kalmış ama ne gelen varmış ne de giden. Böylece günler geçip gidiyormuş. O sırada yerin üstünde, güzeller güzeli Gülperi de rüyasında gerçek hayatta asla göremeyeceğine inandığı yakışıklı bir genç görmüş. Aynı genci birkaç gece daha görmüş rüyasında periler padişahının güzel kızı Gülperi. Rüyasındaki yakışıklı genç çaresiz ve korkmuş bir şekilde ona kendisini kurtarması için yalvarıyormuş. Bir sabah dayanamamış ve rüyasını dadısına anlatmış. Dadısı Gülperi’nin rüyasını dinledikten sonra şöyle yorumlamış; “Güzel kızım, gördüğün rüya gerçektir. Gerçekten de böyle bir delikanlı var ve o şu anda zalim devlerin ülkesinde hapis. Bu yüzden de senden kendisini kurtarmanı istiyor” Gülperi dadısının bu yorumuyla hemen harekete geçmiş ve emrindeki muhafızlarla birlikte karanlık yer altı ülkesine doğru yola çıkmış.
Revan gibi bütün kapılardan hızla geçmişler. Son kapının önüne geldiklerinde kapının ağzının büyük bir kaya parçasıyla kapatıldığını fark etmişler. Gülperi muhafızlarına kayanın hemen yerinden kaldırılıp kapının açılmasını emretmiş. Aldıkları emirle muhafızlar kayayı hemencecik yerinden kaldırıp kapıyı açmışlar. Gülperi odadan içeri girince günlerdir rüyasına giren yakışıklı genci bir köşede baygın yatarken görmüş. Hemen onu yattığı yerden kaldırıp hızla yeryüzüne çıkmış muhafızlarıyla birlikte. Gülperi baygın yatan Revan’ı en yüksek kayanın üzerinde kurulu olan periler padişahının sarayına, kendi odasına götürmüş ve Revan’ı tedavi etmeye başlamış. Gülperi, perilere has, hiçbir insanoğlunun bilmediği ilaçlarla tedavi etmiş Revan’ı. Çok geçmeden Revan kendine gelmiş. Gözlerini açtığında karşısında Gülperi’yi görünce öldüğünü ve cennete gittiğini düşünmüş. “Dünyada bu kadar güzel bir kız olamaz” demiş kendi kendine. Gülperi, Revan’ın kendisine geldiğini görünce çok sevinmiş ve elini uzatarak saçlarını okşamış. “Korkma” demiş Gülperi, “Artık emin ellerdesin ve o karanlık ülkeden kurtuldun.” Revan günlerce Gülperi’nin odasında kalmış. Gülperi ve Revan birbirlerine deli gibi aşık olmuşlar ve evlenmeye karar vermişler. Revan kendi şehrine gidip babasına durumu anlatmaya ve Gülperi ile evlenmesi için izin vermesini istemeye gitmiş. En kısa zamanda tekrar bir araya gelmek için sözleştikten sonra Revan kendi şehrine dönmüş. İnsanların padişahı günlerdir kayıp olan oğlunu yeniden karşısında görünce çok sevinmiş. Bütün ülkede kutlamalar yapılmasını istemiş.
Revan babasına başından geçen bütün olayları anlatmış ve babasından peri padişahının güzeller güzeli kızıyla evlenmesi için izin istemiş. Babası oğlunun bu isteği karşısında birden durgunlaşmış. O güne kadar birlikte ve mutlu yaşadıkları perilerle hiç kız alıp vermemişlermiş. Bu yüzden düşünmüş ve yaşlılar heyetini toplayıp onlara danışmaya karar vermiş. Padişahın isteği ile toplanan yaşlılar heyeti uzun tartışmalar sonunda insanlar ve perilerin asla birlikte olamayacağını, insanların yeryüzünde perilerin ise gökyüzünde yaşadıklarını, insanların ölümlü, perilerin ölümsüz olduğunu söyleyip böyle bir evliliğin insanların da sonu olabileceğini söyleyip böyle bir evliliğin imkansız olacağına karar vermişler. Revan’ın periler tarafından büyülendiğine inandıkları için böyle bir evliliği ancak perileri savaşla ülkelerinden kovarak engelleyebileceklerine hükmetmişler ve derhal perilerle savaş hazırlıklarına başlanmasına karar verilmiş. Revan’ın da kendilerinden habersiz bir çılgınlık yapmasını engellemek için de onu odasına hapsetmişler. İnsanların kendileriyle savaş hazırlıkları yaptığını duyan periler padişahı bu duruma çok üzülmüş. Hemen halkını toplayıp onlara şöyle demiş; “Bizler onları korkunç devlerin zulmünden kurtardık. Ama insanlar zayıf yaratıklardır. Yaptığımız iyiliği çabuk unuttular. Çok geçmeden hatalarını anlarlar. Şimdi onlarla savaşırsak çok büyük kayıp verirler. Büyük acılar yaşanır. Nasıl olsa onlar hatalarını anlayacak. En iyisi biz şimdilik savaşmayalım ve onlar hatalarını anlayana kadar da buralardan uzaklaşalım”
Bütün periler birden yaşadıkları odalardan gökyüzüne doğru havalanmışlar. Peri padişahı çok geçmeden yer altındaki zalim devlerin kendilerinin yokluğundan yararlanıp yeniden yeryüzüne çıkacağını düşünmüş ve insanlar için üzülmüş. Halkını toplayıp hemen şekil değiştirip güvercinlere dönüşmelerini istemiş onlardan. Bütün periler hep beraber birer güvercine dönüşüvermiş padişahlarının isteği üzerine. Böylece insanlar onları görse de tanıyamayacaklarmış. Güvercinlere dönüşen periler tekrar sivri kayalıkların ucundaki odalarına dönmüşler ve orada yaşamaya başlamışlar. Böylelikle insanları korumaya devam etmişler.
Gülperi de insanlar ve halkı arasındaki savaşa engel olmak için babasının isteğini yerine getirerek beyaz bir güvercine dönüşmüş. Her gün odasından çıkıp Revan’ın odasının penceresine konuyormuş. Revan da penceresine konan güvercini avuçlarına alıp Gülperi’ye duyduğu özlemi onu şefkatle sevip okşayarak gidermeye çalışıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyormuş. Gülperi de sevgilisinin bu durumu karşısında çaresizlikten kahroluyormuş ama yapabileceği bir şey olmadığının farkındaymış. O da Revan onu eline her alıp kanatlarını her okşadığında gözyaşlarını sevgilisinin avuçlarına döküyormuş.
*
Bir zamanlar yer ile gök arasındaki büyük dünyamızda başları yüksek dağlara denk olan korkunç devler yaşarmış. İnsanlar bu devlerden çok korkar ve onları kızdırmamaya dikkat edermiş. Bu korkunç devlerin gönlünü hoş tutup kızdırmamak için ülkenin yüksek dağlarına çıkar oradaki sunaklara hediyeler bırakıp kurbanlar keserlermiş. Yılın belirli günlerinde de bu dağların doruklarındaki sunaklarda toplanıp devler kendilerine zarar vermesin diye dualar ederlermiş. Yine de bazen bu dev tanrılar, insanlara kızarmış. Kızdıkları zaman da oturdukları dağların tepesinden insanların üzerlerine korkunç gürültülerle ateş dalgalarını gönderirlermiş . Bu ateş dalgaları önlerine çıkan her şeyi yerle bir edip yakıp küle çevirirmiş. Dev tanrıların öfkesinin nedenini anlayamayan insanlar daha da korkarak onları memnun etmenin yollarını ararlarmış. Sunaklara daha fazla hediye bırakmaya ve daha çok kurban kesmeye başlarlarmış. Ancak yine bu dev ateş tanrılarını memnun edemiyorlarmış. Günlerden bir gün periler ülkesinin padişahının yolu bu dev tanrıların korkunç zulmü altında inleyen ülkeye düşmüş. Peri padişahı bu zavallı insanların çaresizliklerinden çok etkilenip üzülmüş ve onlara yardım etmeye karar vermiş. Emrindeki tüm perileri çağırmış hemen. Ve onlara şöyle demiş; “Ey kardeşlerim. İnsan kardeşlerimiz çok zor durumdalar. Onlara yardım etmek istiyorum. Şu karşıdaki dağların zirvesinde oturan zalim devleri durduralım. Bu insanların çilesini bir son verelim istiyorum.
Eğer biz zalim devlerin yaşadığı dağların ateşini söndürebilirsek devler de yerin altına kaçar ve insanları bir daha rahatsız etmezler.” Padişahlarının konuşmasının ardından binlerce peri ellerinde kar ve buz taneleri, devlerin yaşadığı dağın doruklarına toplanmışlar ve dağın tepesinde fokurdayan ateşe atmaya başlamışlar. Hiç durmadan günlerce ateşi kara ve buza boğup söndürmeyi başarmışlar. Sonunda devler korkup yerin derinliklerine kaçıp saklanmak zorunda kalmışlar. İnsanlar, perilerin bu zaferini büyük sevinçle karşılamışlar, günler geceler boyunca şenlikler düzenleyip bu zaferi kutlamışlar. O günden sonra insanlar ve periler arasında çok sıkı bir dostluk oluşmuş. Bu dostluk uzun yıllar devam etmiş. İnsanlar kayalara oydukları mağaralarda yaşarken periler de sivri kayalıların üzerlerindeki küçük odacıklarda yaşıyorlarmış. İnsanlar toplanıp kendi aralarında bir padişah seçmişler ve onun emri altında mutlu bir şekilde yaşıyorlarmış. Bu padişahın Revan adında çok yakışıklı bir oğlu varmış. Periler padişahının da dünyalar güzeli bir kızı varmış. İsmi de Gülperi imiş. Gülperi’nin gören herkesi mecnun eden güzel uzun siyah saçları o kadar uzunmuş ki ayak bileklerindeki hal hallara değiyormuş uçları. Saçının dalgalarından yansıyan güneş ışıkları insanların gözlerini kamaştırıyormuş. Hele turkuaz renkteki gözleri ile birine baktığında o insanın bir daha dünyadaki hiçbir güzellikten zevk alamadığı söylenirmiş. Peri padişahı güzel kızını çok sever her şeyden sakınırmış.
Onun mutluluğu için elinden gelen her şeyi yapıyormuş. Günlerden bir gün insanların padişahının yakışıklı oğlu Revan, yer altındaki devlerin saklandığı o karanlık ülkeye inmeye karar vermiş. Atalarının daha önceleri çektiği acıların intikamını almayı istiyormuş o zalim devlerden. Yeraltı ülkesine giden yolda birbirine açılan onlarca kapıdan rahatça geçmiş Revan. Son kapıya geldiğinde hırsla açmış kapıyı ve içeri girmiş. Ancak Revan’ın içeri girmesiyle büyük bir kaya parçası yuvarlanarak kapının ağzını kapatıvermiş. Revan o an zalim devler tarafından tuzağa düşürüldüğünü anlamış ama artık çok geçmiş. Zifiri karanlıkta çaresizlik içinde beklerken korku da bütün vücudunu sarmaya başlamış Revan’ın. Artık sonunun geldiğini düşünmeye başlamış. bu karanlık ülkede mahsur kalmış ama ne gelen varmış ne de giden. Böylece günler geçip gidiyormuş. O sırada yerin üstünde, güzeller güzeli Gülperi de rüyasında gerçek hayatta asla göremeyeceğine inandığı yakışıklı bir genç görmüş. Aynı genci birkaç gece daha görmüş rüyasında periler padişahının güzel kızı Gülperi. Rüyasındaki yakışıklı genç çaresiz ve korkmuş bir şekilde ona kendisini kurtarması için yalvarıyormuş. Bir sabah dayanamamış ve rüyasını dadısına anlatmış. Dadısı Gülperi’nin rüyasını dinledikten sonra şöyle yorumlamış; “Güzel kızım, gördüğün rüya gerçektir. Gerçekten de böyle bir delikanlı var ve o şu anda zalim devlerin ülkesinde hapis. Bu yüzden de senden kendisini kurtarmanı istiyor” Gülperi dadısının bu yorumuyla hemen harekete geçmiş ve emrindeki muhafızlarla birlikte karanlık yer altı ülkesine doğru yola çıkmış.
Revan gibi bütün kapılardan hızla geçmişler. Son kapının önüne geldiklerinde kapının ağzının büyük bir kaya parçasıyla kapatıldığını fark etmişler. Gülperi muhafızlarına kayanın hemen yerinden kaldırılıp kapının açılmasını emretmiş. Aldıkları emirle muhafızlar kayayı hemencecik yerinden kaldırıp kapıyı açmışlar. Gülperi odadan içeri girince günlerdir rüyasına giren yakışıklı genci bir köşede baygın yatarken görmüş. Hemen onu yattığı yerden kaldırıp hızla yeryüzüne çıkmış muhafızlarıyla birlikte. Gülperi baygın yatan Revan’ı en yüksek kayanın üzerinde kurulu olan periler padişahının sarayına, kendi odasına götürmüş ve Revan’ı tedavi etmeye başlamış. Gülperi, perilere has, hiçbir insanoğlunun bilmediği ilaçlarla tedavi etmiş Revan’ı. Çok geçmeden Revan kendine gelmiş. Gözlerini açtığında karşısında Gülperi’yi görünce öldüğünü ve cennete gittiğini düşünmüş. “Dünyada bu kadar güzel bir kız olamaz” demiş kendi kendine. Gülperi, Revan’ın kendisine geldiğini görünce çok sevinmiş ve elini uzatarak saçlarını okşamış. “Korkma” demiş Gülperi, “Artık emin ellerdesin ve o karanlık ülkeden kurtuldun.” Revan günlerce Gülperi’nin odasında kalmış. Gülperi ve Revan birbirlerine deli gibi aşık olmuşlar ve evlenmeye karar vermişler. Revan kendi şehrine gidip babasına durumu anlatmaya ve Gülperi ile evlenmesi için izin vermesini istemeye gitmiş. En kısa zamanda tekrar bir araya gelmek için sözleştikten sonra Revan kendi şehrine dönmüş. İnsanların padişahı günlerdir kayıp olan oğlunu yeniden karşısında görünce çok sevinmiş. Bütün ülkede kutlamalar yapılmasını istemiş.
Revan babasına başından geçen bütün olayları anlatmış ve babasından peri padişahının güzeller güzeli kızıyla evlenmesi için izin istemiş. Babası oğlunun bu isteği karşısında birden durgunlaşmış. O güne kadar birlikte ve mutlu yaşadıkları perilerle hiç kız alıp vermemişlermiş. Bu yüzden düşünmüş ve yaşlılar heyetini toplayıp onlara danışmaya karar vermiş. Padişahın isteği ile toplanan yaşlılar heyeti uzun tartışmalar sonunda insanlar ve perilerin asla birlikte olamayacağını, insanların yeryüzünde perilerin ise gökyüzünde yaşadıklarını, insanların ölümlü, perilerin ölümsüz olduğunu söyleyip böyle bir evliliğin insanların da sonu olabileceğini söyleyip böyle bir evliliğin imkansız olacağına karar vermişler. Revan’ın periler tarafından büyülendiğine inandıkları için böyle bir evliliği ancak perileri savaşla ülkelerinden kovarak engelleyebileceklerine hükmetmişler ve derhal perilerle savaş hazırlıklarına başlanmasına karar verilmiş. Revan’ın da kendilerinden habersiz bir çılgınlık yapmasını engellemek için de onu odasına hapsetmişler. İnsanların kendileriyle savaş hazırlıkları yaptığını duyan periler padişahı bu duruma çok üzülmüş. Hemen halkını toplayıp onlara şöyle demiş; “Bizler onları korkunç devlerin zulmünden kurtardık. Ama insanlar zayıf yaratıklardır. Yaptığımız iyiliği çabuk unuttular. Çok geçmeden hatalarını anlarlar. Şimdi onlarla savaşırsak çok büyük kayıp verirler. Büyük acılar yaşanır. Nasıl olsa onlar hatalarını anlayacak. En iyisi biz şimdilik savaşmayalım ve onlar hatalarını anlayana kadar da buralardan uzaklaşalım”
Bütün periler birden yaşadıkları odalardan gökyüzüne doğru havalanmışlar. Peri padişahı çok geçmeden yer altındaki zalim devlerin kendilerinin yokluğundan yararlanıp yeniden yeryüzüne çıkacağını düşünmüş ve insanlar için üzülmüş. Halkını toplayıp hemen şekil değiştirip güvercinlere dönüşmelerini istemiş onlardan. Bütün periler hep beraber birer güvercine dönüşüvermiş padişahlarının isteği üzerine. Böylece insanlar onları görse de tanıyamayacaklarmış. Güvercinlere dönüşen periler tekrar sivri kayalıkların ucundaki odalarına dönmüşler ve orada yaşamaya başlamışlar. Böylelikle insanları korumaya devam etmişler.
Gülperi de insanlar ve halkı arasındaki savaşa engel olmak için babasının isteğini yerine getirerek beyaz bir güvercine dönüşmüş. Her gün odasından çıkıp Revan’ın odasının penceresine konuyormuş. Revan da penceresine konan güvercini avuçlarına alıp Gülperi’ye duyduğu özlemi onu şefkatle sevip okşayarak gidermeye çalışıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyormuş. Gülperi de sevgilisinin bu durumu karşısında çaresizlikten kahroluyormuş ama yapabileceği bir şey olmadığının farkındaymış. O da Revan onu eline her alıp kanatlarını her okşadığında gözyaşlarını sevgilisinin avuçlarına döküyormuş.
*
*
NİĞDE
Güllü Baba Efsanesi
Selçuklu Sultanı bir doğu seferine çıkar.Mevsim kış olduğuğndan yollar kapanır,ordu küllüce köyü adı verilen yerde kalır.Askerler soğuktan ve açlıktan kırılmak üzeredir.tip biraz azalınca Sultan,karşıda bir kulube görür.Atını sürer,kapıyı çalar.İçeride ak sakallı ,nur yüzlü bir Türkmen kocası,Ocakta çorba kaynatmaktadır.Sultan daha kendini tanıtmadan yaşlı adam konuşmaya başlar."O...geldin mi? Bende seni bekliyordum.üşümüşsündür geç söyle ocağın başına.Askerlerinde üşümüştür.Onlara bir çıra gönderelimde ısınsınlar.
Sultan şaşırır.Ocağın başına geçer.Yaşlı adam ocaktan bir çıra alıp nöbetçilerden birine verir."al bunu askerlere götür.ısınsınlar,az sonra çorba da hazır."der.Sultan dayanamaz"bu çırayla tümü ısınacak,bu tencereyle de tümü doyacak,Öyle mi?"der.Yaşlı adam tatlı bir gülümsemeyle başını sallar.
Bir süre sonra ordu çadır kurar,küçücük çıra koca bir meydan ateşi olur.Kaynayan çorba karavanalara kepçe kepçe dağıtılır,ama bir türlü bitmez.
Sultan yaşlı adama teşekkür eder,izin ister.Onu sınamak içinde bri kese altın uzatır.Yaşlı adam "o bize değil size gerek.bizim Dünya malında gözümüz yok.biz gönül adamıyız" der.Sonra da koynundan kış olmasına rağmen dalından yeni koparılmış gibi canlı bir gül dalı sultana uzatır.Sultan yaşlı adamın ellerini bir kez daha öperek "bundan sonra senin adın Güllü Baba olsun" der.O günden sonra gülü Baba 'nın kulübesi yakınında bir köy kurulur.Adına da güllüce denilir.
Selçuklu Sultanı bir doğu seferine çıkar.Mevsim kış olduğuğndan yollar kapanır,ordu küllüce köyü adı verilen yerde kalır.Askerler soğuktan ve açlıktan kırılmak üzeredir.tip biraz azalınca Sultan,karşıda bir kulube görür.Atını sürer,kapıyı çalar.İçeride ak sakallı ,nur yüzlü bir Türkmen kocası,Ocakta çorba kaynatmaktadır.Sultan daha kendini tanıtmadan yaşlı adam konuşmaya başlar."O...geldin mi? Bende seni bekliyordum.üşümüşsündür geç söyle ocağın başına.Askerlerinde üşümüştür.Onlara bir çıra gönderelimde ısınsınlar.
Sultan şaşırır.Ocağın başına geçer.Yaşlı adam ocaktan bir çıra alıp nöbetçilerden birine verir."al bunu askerlere götür.ısınsınlar,az sonra çorba da hazır."der.Sultan dayanamaz"bu çırayla tümü ısınacak,bu tencereyle de tümü doyacak,Öyle mi?"der.Yaşlı adam tatlı bir gülümsemeyle başını sallar.
Bir süre sonra ordu çadır kurar,küçücük çıra koca bir meydan ateşi olur.Kaynayan çorba karavanalara kepçe kepçe dağıtılır,ama bir türlü bitmez.
Sultan yaşlı adama teşekkür eder,izin ister.Onu sınamak içinde bri kese altın uzatır.Yaşlı adam "o bize değil size gerek.bizim Dünya malında gözümüz yok.biz gönül adamıyız" der.Sonra da koynundan kış olmasına rağmen dalından yeni koparılmış gibi canlı bir gül dalı sultana uzatır.Sultan yaşlı adamın ellerini bir kez daha öperek "bundan sonra senin adın Güllü Baba olsun" der.O günden sonra gülü Baba 'nın kulübesi yakınında bir köy kurulur.Adına da güllüce denilir.
Sultan şaşırır.Ocağın başına geçer.Yaşlı adam ocaktan bir çıra alıp nöbetçilerden birine verir."al bunu askerlere götür.ısınsınlar,az sonra çorba da hazır."der.Sultan dayanamaz"bu çırayla tümü ısınacak,bu tencereyle de tümü doyacak,Öyle mi?"der.Yaşlı adam tatlı bir gülümsemeyle başını sallar.
Bir süre sonra ordu çadır kurar,küçücük çıra koca bir meydan ateşi olur.Kaynayan çorba karavanalara kepçe kepçe dağıtılır,ama bir türlü bitmez.
Sultan yaşlı adama teşekkür eder,izin ister.Onu sınamak içinde bri kese altın uzatır.Yaşlı adam "o bize değil size gerek.bizim Dünya malında gözümüz yok.biz gönül adamıyız" der.Sonra da koynundan kış olmasına rağmen dalından yeni koparılmış gibi canlı bir gül dalı sultana uzatır.Sultan yaşlı adamın ellerini bir kez daha öperek "bundan sonra senin adın Güllü Baba olsun" der.O günden sonra gülü Baba 'nın kulübesi yakınında bir köy kurulur.Adına da güllüce denilir.
Bor'a ilişkin Efsane
Zamanın birinde ,bir ülkede güzeller güzeli bir prenses yaşamakta ,halk bu prensesi çok sevmektedir.Günün birinde prenses hastalanır.Hekimler derdine çare bulamaz ve işe periler karışır,ama onlar da çaresiz kalır.Prenses hergün biraz daha erimekte herkes bu duruma çok üzülmektedir.
Günün birinde saraya bir gezgin gelir.Prensesin hastalığını duymuştur.Odaya girip prensesi gördüğünde gözleri dalar bir süre düşünür,sonra memnun bir yüzle "Buldum" der.Çevresindekiler merakla açıklama beklemektedir.Gezgin şöyle der."Ben çok yer gezdim,gördüm ,gezdiğim beldeler içinde bir yer var ki sözle anlatılamaz.Dört bucağı çöl,bozkır,kıraç toprak,yalçın kayadır.Buların arasında yemyeşil bir beldedir orası.Her yanı elma,Kayısı bahçeleri ,üzüm bağlarıyla donanmıştır.Havası,tüm dertlere şifadır.Dallarından asma kızları billur taneleri gibidir.Güneş eşsiz harikalar yaratır,bülbül sesleri çevreyi çınlatır.Hele o tülün sessizce kayması gibi fısıldar.Bu diyar bu eşsiz diyar Bor'dur.Eğer Prensesi buraya buraya getirirseniz birkaç güne kalmaz eskisinden daha sağlıklı olur der ve yitip gider.
Prenses buraya getirilir bir çadır kurulur üçgünde prenses iyileşir.Herkes sevinç içindedir.Ülkenin her yanından hastalar buraya akın etmektedir.
Bir zaman sonra prenses burada sıkılmıştır.Niğde' ye geçer Bor da bu özelliğini yitirmiştir.Halk arasında "Geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye" deyişinin buradan kaynaklandığı sanılmaktadır.
Zamanın birinde ,bir ülkede güzeller güzeli bir prenses yaşamakta ,halk bu prensesi çok sevmektedir.Günün birinde prenses hastalanır.Hekimler derdine çare bulamaz ve işe periler karışır,ama onlar da çaresiz kalır.Prenses hergün biraz daha erimekte herkes bu duruma çok üzülmektedir.
Günün birinde saraya bir gezgin gelir.Prensesin hastalığını duymuştur.Odaya girip prensesi gördüğünde gözleri dalar bir süre düşünür,sonra memnun bir yüzle "Buldum" der.Çevresindekiler merakla açıklama beklemektedir.Gezgin şöyle der."Ben çok yer gezdim,gördüm ,gezdiğim beldeler içinde bir yer var ki sözle anlatılamaz.Dört bucağı çöl,bozkır,kıraç toprak,yalçın kayadır.Buların arasında yemyeşil bir beldedir orası.Her yanı elma,Kayısı bahçeleri ,üzüm bağlarıyla donanmıştır.Havası,tüm dertlere şifadır.Dallarından asma kızları billur taneleri gibidir.Güneş eşsiz harikalar yaratır,bülbül sesleri çevreyi çınlatır.Hele o tülün sessizce kayması gibi fısıldar.Bu diyar bu eşsiz diyar Bor'dur.Eğer Prensesi buraya buraya getirirseniz birkaç güne kalmaz eskisinden daha sağlıklı olur der ve yitip gider.
Prenses buraya getirilir bir çadır kurulur üçgünde prenses iyileşir.Herkes sevinç içindedir.Ülkenin her yanından hastalar buraya akın etmektedir.
Bir zaman sonra prenses burada sıkılmıştır.Niğde' ye geçer Bor da bu özelliğini yitirmiştir.Halk arasında "Geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye" deyişinin buradan kaynaklandığı sanılmaktadır.
Günün birinde saraya bir gezgin gelir.Prensesin hastalığını duymuştur.Odaya girip prensesi gördüğünde gözleri dalar bir süre düşünür,sonra memnun bir yüzle "Buldum" der.Çevresindekiler merakla açıklama beklemektedir.Gezgin şöyle der."Ben çok yer gezdim,gördüm ,gezdiğim beldeler içinde bir yer var ki sözle anlatılamaz.Dört bucağı çöl,bozkır,kıraç toprak,yalçın kayadır.Buların arasında yemyeşil bir beldedir orası.Her yanı elma,Kayısı bahçeleri ,üzüm bağlarıyla donanmıştır.Havası,tüm dertlere şifadır.Dallarından asma kızları billur taneleri gibidir.Güneş eşsiz harikalar yaratır,bülbül sesleri çevreyi çınlatır.Hele o tülün sessizce kayması gibi fısıldar.Bu diyar bu eşsiz diyar Bor'dur.Eğer Prensesi buraya buraya getirirseniz birkaç güne kalmaz eskisinden daha sağlıklı olur der ve yitip gider.
Prenses buraya getirilir bir çadır kurulur üçgünde prenses iyileşir.Herkes sevinç içindedir.Ülkenin her yanından hastalar buraya akın etmektedir.
Bir zaman sonra prenses burada sıkılmıştır.Niğde' ye geçer Bor da bu özelliğini yitirmiştir.Halk arasında "Geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye" deyişinin buradan kaynaklandığı sanılmaktadır.
Hasan Dede'yle Ali Baba
Hasan Dede günümüzde Hasan Dağı denilen yerde tek başına yaşamaktadır.Aksaraylı Ali Baba adlı dervişle arkadaş olmuştur.Ali Baba bir hamamda külhancılık yapmaktadır.
Bir gün Ali Baba Hasan Dede'yi ziyarete gider.Mendilinde bir avuç kor vardır.Sohbetleri süresince kor için için yanar.Mendile bir şey olmaz.Başka bir gün de Hasan Dede,Ali Baba 'yı ziyarete gider.Mendiline bir avuç kar koymuştur.Külhanda oturup söyleşirler.Duvara astığı mendildeki kar,erimeden öylece durur.Bir ara Hasan Dede'nin gözü hamamdan çıkan kadınlara takılır.Mendildeki kar şıp şıp damlamaya başlar.Ali Baba Hasan Dede ye bakar ve "Dağ başında ermişlik hüner değildir,burada ak topuklu kadınlar arasında ermiş kalmaktır."der.Zamanla Ali Baba'nın sözleri halk arasında da söylenip ders alınması için anlatılır.
Hasan Dede aslında Danişmendliler'in Başkomutanu Sultan Torasan'dır.Haçlı seferleri sırasında ll.Kılıçarslan ile birlikte yararlılıklar göstermiş ölünce vasiyeti gereği Hasan Dağı'nın toruğuna gömülmüştür.
*
Hasan Dede günümüzde Hasan Dağı denilen yerde tek başına yaşamaktadır.Aksaraylı Ali Baba adlı dervişle arkadaş olmuştur.Ali Baba bir hamamda külhancılık yapmaktadır.
Bir gün Ali Baba Hasan Dede'yi ziyarete gider.Mendilinde bir avuç kor vardır.Sohbetleri süresince kor için için yanar.Mendile bir şey olmaz.Başka bir gün de Hasan Dede,Ali Baba 'yı ziyarete gider.Mendiline bir avuç kar koymuştur.Külhanda oturup söyleşirler.Duvara astığı mendildeki kar,erimeden öylece durur.Bir ara Hasan Dede'nin gözü hamamdan çıkan kadınlara takılır.Mendildeki kar şıp şıp damlamaya başlar.Ali Baba Hasan Dede ye bakar ve "Dağ başında ermişlik hüner değildir,burada ak topuklu kadınlar arasında ermiş kalmaktır."der.Zamanla Ali Baba'nın sözleri halk arasında da söylenip ders alınması için anlatılır.
Hasan Dede aslında Danişmendliler'in Başkomutanu Sultan Torasan'dır.Haçlı seferleri sırasında ll.Kılıçarslan ile birlikte yararlılıklar göstermiş ölünce vasiyeti gereği Hasan Dağı'nın toruğuna gömülmüştür.
*
Bir gün Ali Baba Hasan Dede'yi ziyarete gider.Mendilinde bir avuç kor vardır.Sohbetleri süresince kor için için yanar.Mendile bir şey olmaz.Başka bir gün de Hasan Dede,Ali Baba 'yı ziyarete gider.Mendiline bir avuç kar koymuştur.Külhanda oturup söyleşirler.Duvara astığı mendildeki kar,erimeden öylece durur.Bir ara Hasan Dede'nin gözü hamamdan çıkan kadınlara takılır.Mendildeki kar şıp şıp damlamaya başlar.Ali Baba Hasan Dede ye bakar ve "Dağ başında ermişlik hüner değildir,burada ak topuklu kadınlar arasında ermiş kalmaktır."der.Zamanla Ali Baba'nın sözleri halk arasında da söylenip ders alınması için anlatılır.
Hasan Dede aslında Danişmendliler'in Başkomutanu Sultan Torasan'dır.Haçlı seferleri sırasında ll.Kılıçarslan ile birlikte yararlılıklar göstermiş ölünce vasiyeti gereği Hasan Dağı'nın toruğuna gömülmüştür.
*
ORDU
Gelin Kayaları Efsaneleri
Ordu’dan Çamalan Yaylasına doğru kâh tepelerin eteklerinden dolanan, kâh derin vadilere yükseklere bakarak uzanan yayla yolundan gelip – geçen bütün yolcular, Gelin Kayaları’na doğru bakışlarını çevirmekten alıkoyamazlar.
Harami Köyü’nden Melet ırmağı vadisine doğru, bir bıçak gibi keskin ve dik ir sırtın üzerinde duran, acayip şekilli taş yığınlarına Gelin Kayaları adı verilmektedir. Buranın dayandığı efsane ise, yılların ötesinden günümüze kadar, her yayla yolcusunun kulağına üflenmiştir. Gelin Kayaları Efsanesini civarın yaşlıları şöyle anlatıyorlar:
Melet ırmağına doğru inen sarp bir tepenin, ormanlarla örtülü yamaçlarında çok fakir ve yaşlı biri varmış. Melet kenarlarındaki değirmenlere gidemeyen köylülerin zahlarını avlusundaki ufak dibek taşında öğütür, geçimini bu suretle sağlarmış. Bazı rivayetlere göre, bu öğütücü, bir kişi tarafından döndürülebilen, mahalli halkın “ El Değirmeni “ dediği cinsten bir taş değirmeni imiş. Günün birinde, yaşlı değirmencinin kızını, uzaktan bir köyden bir gence istemişler. Hayırlısı olsun, deyip evlendirmişler. Çeyiz olarak, elinde, avucunda ne varsa kızına vermiş. Düğünler, gelinin eşyalarını atlara yükleyip, oğlan evine doğru yola çıkacakları zaman, gelin etrafı şöyle bir süzmüş. Avlunun bir kenarında duran babasının ekmek teknesine, kendini bugünlere getiren el değirmenine gözlerini dikmiş. Kızının bu halini gören babası, yaklaşmış:”Kızım değirmen taşı bizde kalsın” diyecek olmuş. Düğün alayının ileri gelenleri durumu kavramışlar. İçeriden biri: Emmi veriver şu değirmen taşını kızına da, bizde yola düzülelim, deyivermiş. Yaşlı baba: Olmaz, o bana lazım. Onunla geride kalan çoluk çocuğumun nafakasını, sağlayacağım, veremem, diyerek karşı koymuş. O sırada yeni gelin: Babam benden bir taşı esirgiyor. Bende onsuz gelin gitmem. Diyerek boynunu büküp, oturuvermiş kapının önüne. Düğüncüler yaşlı babanın geçimini nasıl sağladığını bilmediklerinden, bu değirmenin aile için ne derce kıymetli olduğunu kavrayamamışlar... İşi. Basit bir”gelin eşyası “bir taş olarak görmüşler. İçlerinden biri: Hadi, emmi bu kadar nekeşlik etme. Alt tarafı bir taş parçası bunun… İnsan kızından bunları esirger mi? Bak o da yurt-yuva sahibi oluyor. Yolumuz uzun, bekletme bizi. Diyerek, değirmen taşlarını omuzlayıp, yanındaki hayvana yüklemişler. Zavallı baba, bu durum karşısında ısrarın faydasızlığını anlayarak, boynunu bükmüş. Kendisinin nekes tanınmasına mı, o yaşlı haliyle çoluk – çocuğuna değirmensiz nasıl bakacağına mı üzülsün? Kala kalmış, ortalıkta.
O sırada, önde davul – zurna, arka at sırtında gelin; köylüler, eşya yüklü atlarla düğün alayı, dimdik sırtta doğru yola koyulmuşlar. Yaşlı gözlerle kafileyi izleyen babanın ta, yüreğinin derinliklerinden bir tel kopmuş sanki… Derin bir ah çekmiş. Diliyle mi?
Aklıyla mı, gönlüyle mi bilinmez… Şöyle seslenivermiş, davullu-zurnalı gelin alayının ardından: Bir taşı bize çok görenleri Allah ne etsin… Hepiniz taş olun, taş… Ertesi gün, karşı tepelerden bu geceye bakanlar, Melet Irmağı’na doğru inen dik bir yamacın, bıçak sırtı gibi çıkıntılı bir kısmında, acayip şekilde kayalar görmüşler. Daha düne kadar, ormanlık olan bu yamaçta, kayaların bulunuşundan ziyade, görünüşleri onları şaşkınlığa düşürmüş. Çünkü bu kayalar sanki bir kafilenin heykelleşmiş şekline benziyormuş. Atıyla, yayasıyla, davullu – zurnalı bir gelin alayının tıpkısı imiş. Yılların yağmuru, karı ve fırtınalarına rağmen, bozulmayan şekilleriyle günümüzde dahi görenleri şaşkınlığa düşüren bu kayaların etrafı koyu bir yeşillikle çevrilmiştir. Bir tarihte, yayla yolculuğum sırasında, Gelin Kayaları Efsanesi’ni anlatan yaşlı yol arkadaşım, ayrıca şunları da ilave etmişti:
Evlat, Gelin Kayaları, baba bedduası alan, ailesinin geçim kaynağını – desinler için – kurutan, taş ruhlu insanları bizlere göstermektedir.
Ordu’dan Çamalan Yaylasına doğru kâh tepelerin eteklerinden dolanan, kâh derin vadilere yükseklere bakarak uzanan yayla yolundan gelip – geçen bütün yolcular, Gelin Kayaları’na doğru bakışlarını çevirmekten alıkoyamazlar.
Harami Köyü’nden Melet ırmağı vadisine doğru, bir bıçak gibi keskin ve dik ir sırtın üzerinde duran, acayip şekilli taş yığınlarına Gelin Kayaları adı verilmektedir. Buranın dayandığı efsane ise, yılların ötesinden günümüze kadar, her yayla yolcusunun kulağına üflenmiştir. Gelin Kayaları Efsanesini civarın yaşlıları şöyle anlatıyorlar:
Melet ırmağına doğru inen sarp bir tepenin, ormanlarla örtülü yamaçlarında çok fakir ve yaşlı biri varmış. Melet kenarlarındaki değirmenlere gidemeyen köylülerin zahlarını avlusundaki ufak dibek taşında öğütür, geçimini bu suretle sağlarmış. Bazı rivayetlere göre, bu öğütücü, bir kişi tarafından döndürülebilen, mahalli halkın “ El Değirmeni “ dediği cinsten bir taş değirmeni imiş. Günün birinde, yaşlı değirmencinin kızını, uzaktan bir köyden bir gence istemişler. Hayırlısı olsun, deyip evlendirmişler. Çeyiz olarak, elinde, avucunda ne varsa kızına vermiş. Düğünler, gelinin eşyalarını atlara yükleyip, oğlan evine doğru yola çıkacakları zaman, gelin etrafı şöyle bir süzmüş. Avlunun bir kenarında duran babasının ekmek teknesine, kendini bugünlere getiren el değirmenine gözlerini dikmiş. Kızının bu halini gören babası, yaklaşmış:”Kızım değirmen taşı bizde kalsın” diyecek olmuş. Düğün alayının ileri gelenleri durumu kavramışlar. İçeriden biri: Emmi veriver şu değirmen taşını kızına da, bizde yola düzülelim, deyivermiş. Yaşlı baba: Olmaz, o bana lazım. Onunla geride kalan çoluk çocuğumun nafakasını, sağlayacağım, veremem, diyerek karşı koymuş. O sırada yeni gelin: Babam benden bir taşı esirgiyor. Bende onsuz gelin gitmem. Diyerek boynunu büküp, oturuvermiş kapının önüne. Düğüncüler yaşlı babanın geçimini nasıl sağladığını bilmediklerinden, bu değirmenin aile için ne derce kıymetli olduğunu kavrayamamışlar... İşi. Basit bir”gelin eşyası “bir taş olarak görmüşler. İçlerinden biri: Hadi, emmi bu kadar nekeşlik etme. Alt tarafı bir taş parçası bunun… İnsan kızından bunları esirger mi? Bak o da yurt-yuva sahibi oluyor. Yolumuz uzun, bekletme bizi. Diyerek, değirmen taşlarını omuzlayıp, yanındaki hayvana yüklemişler. Zavallı baba, bu durum karşısında ısrarın faydasızlığını anlayarak, boynunu bükmüş. Kendisinin nekes tanınmasına mı, o yaşlı haliyle çoluk – çocuğuna değirmensiz nasıl bakacağına mı üzülsün? Kala kalmış, ortalıkta.
O sırada, önde davul – zurna, arka at sırtında gelin; köylüler, eşya yüklü atlarla düğün alayı, dimdik sırtta doğru yola koyulmuşlar. Yaşlı gözlerle kafileyi izleyen babanın ta, yüreğinin derinliklerinden bir tel kopmuş sanki… Derin bir ah çekmiş. Diliyle mi?
Aklıyla mı, gönlüyle mi bilinmez… Şöyle seslenivermiş, davullu-zurnalı gelin alayının ardından: Bir taşı bize çok görenleri Allah ne etsin… Hepiniz taş olun, taş… Ertesi gün, karşı tepelerden bu geceye bakanlar, Melet Irmağı’na doğru inen dik bir yamacın, bıçak sırtı gibi çıkıntılı bir kısmında, acayip şekilde kayalar görmüşler. Daha düne kadar, ormanlık olan bu yamaçta, kayaların bulunuşundan ziyade, görünüşleri onları şaşkınlığa düşürmüş. Çünkü bu kayalar sanki bir kafilenin heykelleşmiş şekline benziyormuş. Atıyla, yayasıyla, davullu – zurnalı bir gelin alayının tıpkısı imiş. Yılların yağmuru, karı ve fırtınalarına rağmen, bozulmayan şekilleriyle günümüzde dahi görenleri şaşkınlığa düşüren bu kayaların etrafı koyu bir yeşillikle çevrilmiştir. Bir tarihte, yayla yolculuğum sırasında, Gelin Kayaları Efsanesi’ni anlatan yaşlı yol arkadaşım, ayrıca şunları da ilave etmişti:
Evlat, Gelin Kayaları, baba bedduası alan, ailesinin geçim kaynağını – desinler için – kurutan, taş ruhlu insanları bizlere göstermektedir.
Harami Köyü’nden Melet ırmağı vadisine doğru, bir bıçak gibi keskin ve dik ir sırtın üzerinde duran, acayip şekilli taş yığınlarına Gelin Kayaları adı verilmektedir. Buranın dayandığı efsane ise, yılların ötesinden günümüze kadar, her yayla yolcusunun kulağına üflenmiştir. Gelin Kayaları Efsanesini civarın yaşlıları şöyle anlatıyorlar:
Melet ırmağına doğru inen sarp bir tepenin, ormanlarla örtülü yamaçlarında çok fakir ve yaşlı biri varmış. Melet kenarlarındaki değirmenlere gidemeyen köylülerin zahlarını avlusundaki ufak dibek taşında öğütür, geçimini bu suretle sağlarmış. Bazı rivayetlere göre, bu öğütücü, bir kişi tarafından döndürülebilen, mahalli halkın “ El Değirmeni “ dediği cinsten bir taş değirmeni imiş. Günün birinde, yaşlı değirmencinin kızını, uzaktan bir köyden bir gence istemişler. Hayırlısı olsun, deyip evlendirmişler. Çeyiz olarak, elinde, avucunda ne varsa kızına vermiş. Düğünler, gelinin eşyalarını atlara yükleyip, oğlan evine doğru yola çıkacakları zaman, gelin etrafı şöyle bir süzmüş. Avlunun bir kenarında duran babasının ekmek teknesine, kendini bugünlere getiren el değirmenine gözlerini dikmiş. Kızının bu halini gören babası, yaklaşmış:”Kızım değirmen taşı bizde kalsın” diyecek olmuş. Düğün alayının ileri gelenleri durumu kavramışlar. İçeriden biri: Emmi veriver şu değirmen taşını kızına da, bizde yola düzülelim, deyivermiş. Yaşlı baba: Olmaz, o bana lazım. Onunla geride kalan çoluk çocuğumun nafakasını, sağlayacağım, veremem, diyerek karşı koymuş. O sırada yeni gelin: Babam benden bir taşı esirgiyor. Bende onsuz gelin gitmem. Diyerek boynunu büküp, oturuvermiş kapının önüne. Düğüncüler yaşlı babanın geçimini nasıl sağladığını bilmediklerinden, bu değirmenin aile için ne derce kıymetli olduğunu kavrayamamışlar... İşi. Basit bir”gelin eşyası “bir taş olarak görmüşler. İçlerinden biri: Hadi, emmi bu kadar nekeşlik etme. Alt tarafı bir taş parçası bunun… İnsan kızından bunları esirger mi? Bak o da yurt-yuva sahibi oluyor. Yolumuz uzun, bekletme bizi. Diyerek, değirmen taşlarını omuzlayıp, yanındaki hayvana yüklemişler. Zavallı baba, bu durum karşısında ısrarın faydasızlığını anlayarak, boynunu bükmüş. Kendisinin nekes tanınmasına mı, o yaşlı haliyle çoluk – çocuğuna değirmensiz nasıl bakacağına mı üzülsün? Kala kalmış, ortalıkta.
O sırada, önde davul – zurna, arka at sırtında gelin; köylüler, eşya yüklü atlarla düğün alayı, dimdik sırtta doğru yola koyulmuşlar. Yaşlı gözlerle kafileyi izleyen babanın ta, yüreğinin derinliklerinden bir tel kopmuş sanki… Derin bir ah çekmiş. Diliyle mi?
Aklıyla mı, gönlüyle mi bilinmez… Şöyle seslenivermiş, davullu-zurnalı gelin alayının ardından: Bir taşı bize çok görenleri Allah ne etsin… Hepiniz taş olun, taş… Ertesi gün, karşı tepelerden bu geceye bakanlar, Melet Irmağı’na doğru inen dik bir yamacın, bıçak sırtı gibi çıkıntılı bir kısmında, acayip şekilde kayalar görmüşler. Daha düne kadar, ormanlık olan bu yamaçta, kayaların bulunuşundan ziyade, görünüşleri onları şaşkınlığa düşürmüş. Çünkü bu kayalar sanki bir kafilenin heykelleşmiş şekline benziyormuş. Atıyla, yayasıyla, davullu – zurnalı bir gelin alayının tıpkısı imiş. Yılların yağmuru, karı ve fırtınalarına rağmen, bozulmayan şekilleriyle günümüzde dahi görenleri şaşkınlığa düşüren bu kayaların etrafı koyu bir yeşillikle çevrilmiştir. Bir tarihte, yayla yolculuğum sırasında, Gelin Kayaları Efsanesi’ni anlatan yaşlı yol arkadaşım, ayrıca şunları da ilave etmişti:
Evlat, Gelin Kayaları, baba bedduası alan, ailesinin geçim kaynağını – desinler için – kurutan, taş ruhlu insanları bizlere göstermektedir.
Uzun Kızlar Efsanesi
Yüzlerce yıl önce Mesudiye yöresinde üç Türkmen kardeş yaşarlarmış. Bu kardeşler, kış mevsiminde Mesudiye yöresinin kuytu ve sıcak yerlerinde, yaz mevsiminde de yüksek yaylalarda yaşamlarını sürdürürlermiş. Her üç kardeşin de sürülerce koyunları ve yüzlerce atları varmış. Karababa, Karaaslan ve Eriçok adındaki bu üç kardeş, çanlı kelekli koyunları, yağız at sürüleriyle mutlu bir şekilde yaşayadururlarken, günlerden bir gün büyük bir düşman ordusu çıkagelmiş. Onların bu mutlu yaşamları sona ermiş ama Türkmenler hemen teslim olmamışlar. Düşman ordularıyla aralarında denk olmayan ama yiğitçe mücadele başlamış. Karababa ve Karaaslan adlı kardeşler, bulundukları mevkide yiğitçe mücadelelerinden sonra şehit düşmüşler. Üçüncü ve en kuvvetli kardeşin askeri daha çokmuş. Onun için bu kardeşin bulunduğu tepeye “Eriçok Tepesi” denmiş. Eriçok tepesi müstahkem bir kalenin bulunduğu, bir tarafı kayalık ve uçurum olan yüce bir tepedir. Düşman, bu tepeyi de kuşatmış. Tepenin üzerindeki kalenin önlerinde günlerce savaş olmuş. Düşmanlar tepeyi savaşarak alamayınca beklemeye başlamışlar. Kalede su ve yiyecek bitmiş. Günün birinde kaledeki Türkmenler artık susuz kalmayacaklarını anlayınca Eriçok Tepesi’nin yakınlarında bulunan Kübet çeşmesine su getirmeleri için 12 savaşçı ve iki yiğit kız göndermişler. Kızlar çeşme suyu doldurmuşlar. Savaşçılarda kendilerine saldıran düşmanlarla savaşmaya başlamışlar.12 savaşçı savaşadursun, kızlar Eriçok tepesine hızla tırmanıyorlarmış. Ama düşman durur mu? 12 yiğidi şehit ettikten sonra kızların peşine düşmüşler. İki yiğit Türkmen kızı, kaleye epeyce yaklaşmışlar. Fakat düşman atlıları da peşlerinden yetişmiş. Düşmanın nefesini enselerinde duyan kızların başka çareleri kalmamış: Allah’ım demişler… Bizi düşman eline teslim etme! Yeri yar da yerin dibine girelim… Onların eline teslim olmaktansa ölmek daha iyidir. Yüce tanrı onların bu masum isteklerini kırmamış. Yer yarılmış ve onları toprak bağrına basmış. Kızların öyle uzun, öyle güzel uzun saçları varmış ki, saçlarının bir kısmı dışarıda kalmış. Uzun bir mücadeleden sonra Eriçok tepesi düşmüş. Yerin yarılıp yarılmadığını bilemeyiz ama Uzun kızların mezarları ve Eriçok Kalesi’nin önünde binlerce mezar, bugün bile durmaktadır. O civarlar gezildiğinde insanoğlu ister istemez ürpermektedir. Her üç tepede de, yani Eriçok, Karababa ve Karaaslan Tepelerinde bu mübarek zatların mezarları ziyaret edilmektedir.
Yüzlerce yıl önce Mesudiye yöresinde üç Türkmen kardeş yaşarlarmış. Bu kardeşler, kış mevsiminde Mesudiye yöresinin kuytu ve sıcak yerlerinde, yaz mevsiminde de yüksek yaylalarda yaşamlarını sürdürürlermiş. Her üç kardeşin de sürülerce koyunları ve yüzlerce atları varmış. Karababa, Karaaslan ve Eriçok adındaki bu üç kardeş, çanlı kelekli koyunları, yağız at sürüleriyle mutlu bir şekilde yaşayadururlarken, günlerden bir gün büyük bir düşman ordusu çıkagelmiş. Onların bu mutlu yaşamları sona ermiş ama Türkmenler hemen teslim olmamışlar. Düşman ordularıyla aralarında denk olmayan ama yiğitçe mücadele başlamış. Karababa ve Karaaslan adlı kardeşler, bulundukları mevkide yiğitçe mücadelelerinden sonra şehit düşmüşler. Üçüncü ve en kuvvetli kardeşin askeri daha çokmuş. Onun için bu kardeşin bulunduğu tepeye “Eriçok Tepesi” denmiş. Eriçok tepesi müstahkem bir kalenin bulunduğu, bir tarafı kayalık ve uçurum olan yüce bir tepedir. Düşman, bu tepeyi de kuşatmış. Tepenin üzerindeki kalenin önlerinde günlerce savaş olmuş. Düşmanlar tepeyi savaşarak alamayınca beklemeye başlamışlar. Kalede su ve yiyecek bitmiş. Günün birinde kaledeki Türkmenler artık susuz kalmayacaklarını anlayınca Eriçok Tepesi’nin yakınlarında bulunan Kübet çeşmesine su getirmeleri için 12 savaşçı ve iki yiğit kız göndermişler. Kızlar çeşme suyu doldurmuşlar. Savaşçılarda kendilerine saldıran düşmanlarla savaşmaya başlamışlar.12 savaşçı savaşadursun, kızlar Eriçok tepesine hızla tırmanıyorlarmış. Ama düşman durur mu? 12 yiğidi şehit ettikten sonra kızların peşine düşmüşler. İki yiğit Türkmen kızı, kaleye epeyce yaklaşmışlar. Fakat düşman atlıları da peşlerinden yetişmiş. Düşmanın nefesini enselerinde duyan kızların başka çareleri kalmamış: Allah’ım demişler… Bizi düşman eline teslim etme! Yeri yar da yerin dibine girelim… Onların eline teslim olmaktansa ölmek daha iyidir. Yüce tanrı onların bu masum isteklerini kırmamış. Yer yarılmış ve onları toprak bağrına basmış. Kızların öyle uzun, öyle güzel uzun saçları varmış ki, saçlarının bir kısmı dışarıda kalmış. Uzun bir mücadeleden sonra Eriçok tepesi düşmüş. Yerin yarılıp yarılmadığını bilemeyiz ama Uzun kızların mezarları ve Eriçok Kalesi’nin önünde binlerce mezar, bugün bile durmaktadır. O civarlar gezildiğinde insanoğlu ister istemez ürpermektedir. Her üç tepede de, yani Eriçok, Karababa ve Karaaslan Tepelerinde bu mübarek zatların mezarları ziyaret edilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.