BALKAYALAR EFSANESİ...

HAKKARİ

Balkayalar Efsanesi 

Juliya Dağı Şemdinli’nin Derecik Beldesi’nde Baklayalar ya da Çiyayê Govendê adıyla tanınır.
Dağın tepesi bir kral tacı gibi kayalarla çevrilidir. Uzaktan bakıldığında kol kol girmiş insanların oluşturduğu yuvarlak bir halayı andıran bu kayalardan dolayı Çiyayê Govendê (Halay dağı) adıyla anılır. 
Yine, bal peteğini çağrıştıran bir başka görüntüsünden dolayı Bal kayalar ismi de yakıştırılır. Fakat, dağın bölge halkı arasında hala kullanılan gerçek ismi Juliya’dır.
Juliya nedir ya da kimdir? Bu soruların cevaplarını içinde taşıyan efsane ilden dile, kulaktan kulağa günümüze kadar gelmiştir.
Eski tarihlerde Govend Dağı’nın gölgesinde, görkemli bir saray yükseliyordu. Sarayın sahibi mirin tüm işleri yolunda gidiyor, mir halkıyla beraber gamsız, sorunsuz bir hayat sürdürüyordu. 
Mir, yılların yorgunluğuyla takatsız kalmış, yüzünde bu yorgunluğun izlerini taşıyordu. Fakat o mağrur ve muzafferdi, gerçekleşmesini istediği son bir arzusu kalmıştı, Oğlunun mürüvveti..! 
Mirin tek oğlunun adı Mirg idi. Onun için oğlu bir yana dünya bir yanaydı. 
Bir gün oğlunu yanına çağırttı ve ona: 
-”Sevgili oğlum! biliyorsun sen benim canım ciğerimsin”dedi, durakladı, yanağını hafifçe okşadı, bir süre çevresini düşünceli gözlerle süzdü.
Konuşmasına devam etti: 
-”Görüyorsun, artık yaşlandım. Unumu eledim kepeğimi döktüm, bu dünyadaki misafirliğim bir iki yıl daha ya sürer ya sürmez. Allah biliyor ebedi yolculuğa çıkmadan gerçekleşmesini istediğim tek bir arzum var.”der.
Bu konuşmalar karşısında Mirg şaşırdı, aceleci bir konuşmayla: 
-”Allah uzun ömür versin baba. Canım ve ruhum senin yolunda feda olsun,
emrindeyim, her ne isteğin varsa eksiksiz yerine getiririm”dedi.
Hafif bir gülümseme Mir’in yüzünü aydınlattı, sevincini gizlemek istese de gözlerindeki pırıltı kaybolmadı. Tok ve yumuşak bir sesle: 
-”Yaşın 20′ye yaklaştı. Sen artık yetişkin bir adamsın ve benim yerime geçmeye hazırsın. Fakat bundan önce senin düğününü yapmak, çocuklarını görmek istiyorum.”dedi.
Mirg bu konuşmalar karşısında utandı, babasıyla göz göze gelmemek için başını eğdi. Bir süre sonra başını kaldırdığında babasının gözlerindeki ışıltıya takıldı gözleri. 
-”Sen herkesten daha iyi bilir, daha iyi görürüsün, söylediklerini yerine getirmek için kayıtsız ve şartsızım”
Mir tahtından inip Mirg’i kucakladı. Göz pınarlarından akan iki damla yaş yüzünde dağılıp kuruyuncaya kadar onu bırakmadı. Mirg’i kollanırdan tutup konuşmaya başladı: 
-”İhtiyar babanı, onurlandırdın, mutlu ettin, yüreğim, kafesine sığmıyor artık. Çok sabırsızım. Durma, ne kadar mir bey varsa hepsine git, gelinim olacak kızı bul. Haydı git, durma.”
Mirg, babasının odasından karışık duygularla dışarı çıktı. İnce sarı bıyıklarını sıvazladı, bir anda büyüdüğünü. yüreğinin gümbürdediğini hissetti “Ben erkeğim, delikanlıyım, damat olacağım.” diye geçirdi içinden. 
Öte yandan babasının ihtiyarlamış olması onu üzüyor, sevincine gem vuruyordu. Yol hazırlıklarına başlarken, bir yandan da hala bunları 
düşünüyordu.
Birkaç gün sonra mirin oğlu koynunda mirin fermanı, yanında birkaç süvariyle, babasının arzusunu yerine getirmek için yola koyuldu. 
Dört nala sürdü atını. 
Mirg yüksek dağları, derin vadileri, geniş ovaları aştı; tehlikeli uçurumlardan, coşkun nehirlerinden geçti. Uzak yakın tüm ülkelere misafir oldu, her ulaştığı yerde iyi karşılandı. Babasının dostları onun arzusunu yerine getirmek için her türlü yardımda bulundular. Fakat ne yazık ki, mirin oğlu gönlünün aradığını bulamadı. 
Mirg üzgün, kırgın aylar ve yıllar boyu gezip durdu 
Köy, kasaba, zoma ne kadar yer arsa altını üstüne getirdi, yine de şans yüzüne bir türlü gülmedi. Yüreği hiç bir kapıda konaklamadı. 
Böylelikle iki yıl iki ay geçti, mirin oğlu çaresiz atını baba ocağına doğru sürdü. 
Mirin oğlu vatanına yaklaştıkça yüreğindeki boşluk büyüyor, düşünceleri beynini kemiriyordu. Mirin tek oğluydu, bolluk ve hoşluk içinde büyümüş, her isteği elinin altına gelmişti. Yakışıklı, fidan boyluydu. 
Oysa şimdi serin bir rüzgar bile yüzüne esmiyordu 
Babasının “Yalnız ölüm dermansızdır” sözü aklına geliyordu; eskiden inandığı bu sözün şimdi yalan olduğunu düşünüyordu. Yüreğindeki mutsuzluk dermansız bir yaraya dönüşüyordu, her şey ne kadarda garipti. 
Bu düşüncelerle vatanına doğru bir sıra dağı daha aştı, üç dört saatlik ya da fazlasıyla yarım günlük bir yolu kalmışken uzakta bir köy gördü, şaşırdı. Bu tanıdık yer aklını başına getirdi, çevresine bakınınca, fukaralık içinde birkaç ev gördü, bu köyden defalarca, ama hep dört nala geçtiğinden ne şirinliğini ne fukaralığını fark edememişti. 
Evlerden birine yaklaştı, ömründe ilk defa bu kadar fakir bir ev görüyordu. Yırtık elbiseli çocuklar bağırıp çağırıyor, baharın renklere bezediği çayırda koşuşturuyorlardı. 
Kamburu çıkmış bir ihtiyar, bastonuna dayanarak Mirg’e doğru yürüyüp eliyle selam verdi: 
-”Hoş geldin mirin oğlu, iki gözüm üstüne buyur otur, bir ayran iç susuzluğun 
geçsin.”
Mirg atının yularını kendine doğru çekip durdurdu, ihtiyarın yanında atından indi, tokalaştılar. Evin önündeki dut ağacının altına oturdular. İhtiyarın komşuları da birer birer selam verip yanlarına oturdular. Kimse konuşmuyordu. Mirg köylülere durumlarını geçimlerini sordu; iki yıldır göremediği babasından bir şeyler öğrenmeye çalıştı. 
Düşünceliydi, gözleri uzaklarda bir şeyler arıyordu 
Bir sesle irkildi, 
-”Buyur ayranını iç” 
Mirg başını bu tatlı yumuşak, titrek sesin sahibine doğru çevirdi. Elinde ayran tepsisini tutan genç kızı görünce irkildi, yüreği titredi. Yorgunluktan ışığı sönmüş, gözleri ışıldadı. 
Karşısında emsalsiz bir güzellik duruyordu. 
Pürüzsüz ay parlaklığında bir yüzün ortasında elmasi gözler, insanın yüreğine oturan bakışlar, hafif aralık dudakların arasında parlayan mercani dişler, zülüfler, omuzların üzerinden göğüslerine inen örükler … 
-”Buyurun.” 
Bu utangaç ses Mirg’in tüm bedenin titretti. Kız ayran tepsisini biraz daha yaklaştırdığında, Mirg nergis kokusu hisseti, 
-”Kimsin sen, adın nedir?” 
Mirg’e bakmadan alçak bir sesle karşılık verdi kız: 
-”Ben Juliya’yım.” 
Hızlı adımlarla uzaklaştı. Mirg kırımızı, eski bir fistan giymiş, ince belli Juliya’yı gözden kayboluncaya kadar inanamaz gözelerle izledi. Eğer bu bir rüya ise uyanmamalıydı. Bir süre sessiz oturdu. Ayranını içtikten sonra, köylülerden hatır alıp, atına bindi. 
Juliya’yı arayan gözleri evin kapısında çakılı kaldı, atı yürüdü… 
İki yılı aşkındır gülmeyi unutan mirin oğlu, şimdi kanatlanmış bulutlar üzerinde uçuyordu, keyiften dudakları birbirine değmiyor sürekli gülüyordu. 
Kendi kendine “Bu ne iştir tüm dünyada arayıp bulamadığım gönlümün sultanı gözlerinin önündeymiş. Ah Juliya ah! keşke seni daha erken tanısaydım” 
Kuşkusuz mirin oğlu ilk görüşte Juliya’ya aşık olmuştu. Fakat iyi bildiği bir şey daha da vardı; Fakirlerin kızı mirlerin dengi olamazdı. 
Ya aşk sınır tanır mıydı? 
Hayır, Mir kendinden emindi, babasını da tanıyordu. Onu ikna edeceğinden emindi, atını kamçıladı. 
Juliya ile Mirg’in yavaş yavaş örülüyordu. Mir oğlunun dönüşünden çok mutlu olmuştu. Mirg ona Juliya’dan bahsedince biraz kırılmış; ama oğlunun arzusunun karşısında durmanın faydasız olduğunu çabuk anlamıştı. 
Bir kaç gün sonra Juliya’yı istemek için yollara düşecekti. 
Juliya’nın Mir gelini olacağı kısa zamanda her tarafa yayıldı. Bir çok kişi bunun gerçekleşeceğine inanmıyordu; şaşıranlar kadar, sevinenler Julya’yı kıskananlarda vardı. Mir kendi için bir eş yada oğlu için bir gelin istediğinde kendi kendine işleyen, sıradanlaşan gelenekler vardı; Ne kızın ailesi ihtiraz edebilir nede kızın arzusu sorulurdu. 
Mir güçlüydü ve onun karşısında duracak kimsede yoktu. 
Mirin sarayında sevinç eğlenceye dönüşmüş, İhtiyarın evi sessizliğe bürünmüştü. Olup bitenler Juliya’yı derin bir kaderin sonsuz kollarına itmiş, gözlerindeki yaşam sevincine kara bir gölge düşmüştü. Yüreğinin baş köşesine oturan acı onu hissiz biri yapmıştı. 
Bir tarafta coşku, bir tarafta çaresizlikti. 
Feleğin çarkı birilerinin arzusunu birilerinin başına bela etmişti. Mir, oğlunun yüreğindeki ferahlık Juliya’nın acı ve elemlerinin üzerinde yeşeriyordu. Güçlülerin zevk ü sefası, göçsüzlerin dert ve kaderiydi… 
Juliya evlerinin aşağısındaki bir Bıttım (Kezkan) ağacının altında tek başına oturmuştu. Beti benzi kurumuş, gözlerinin altı morarmıştı, başına gri bir eşarp sarmış, kıvırcık saçları hafif esen rüzgarla yüzüne yapışıyordu. 
Üzerindeki elbise kasvetli bir hava gibi nazik bedenini sarıp sarmalıyordu. özleri uzak ve yüksek dağlara çakılmış, dağın tepesinde ard arda dizili dört kayalığın (Çarçel) sisler arasındaki sülüetine dalıp gitmişti. 
Bu dört kayalığın üstü her daim karla kaplı ve şu anki gibi sisler içinde olurdu; zaman zaman kısa yağmurlar görülür, kaybolurdu. 
Juliya kocaman açılmış gözleriyle baktığı bu manzarayı aslında görmüyor, yüreğinde hissediyordu. 
Tüm çocukluğu buralarda geçmişti. Beş kardeştiler. Dorso ve Çıro erkek kardeşleri; Sıbo ile Şeyda kız kardeşleriydi. O hepsinin büyüğü, güler yüzlü, akılı ve düşünceliydi. Eli her işe yatkındı; bu yüzden anne ve babasının göz bebeğiydi. 
Coşkun ve deli Besya Çayı’nın kenarında çeşitli oyunlar oynuyorlardı. Bir gün ela gözlü küçük kardeşi Torso yuvarlanıp deli çayın azgın suları arasında kayboldu. Yüreğinden bir parçayı alıp götüren Besya Çayı’nı bu yüzden hiç sevmezdi. 
Sularının sesi, makamsız bir türkü gibi kulaklarını tırmalardı. 
O acı olaydan sonra diğer kardeşleriyle beraber suları, kendi yüreği gibi saf ve temiz olan Avaşin Çayı’na giderlerdi. Avaşin Çayı ile beraber Çarçelan Dağı’nın dört bir yanını dolanır, kardeşi Çıro ile beraber dağın eteklerinde nergis çiçekleri toplarlardı. 
Çabuk büyüyordu; en hırçın atlara biniyor, sanki kanat takmış gibi atları adeta uçuyordu. Torso’nun acısını henüz yüreğinden söküp atamamış, ama o acıyla yaşamaya da alışmıştı. 
Deli çayın homurtusu dışında her şey gönlüne göreydi. Süt kovasını koluna takıyor, Berivanlarla beraber koyunları sağmaya gidiyordu. 
Berivanların en hızlısı en güzeliydi. 
Evde ve ev dışında kimse ondan rahatsız olmazdı; kimse onun ağzından soğuk bir söz işitmemişti. Köydeki en zapt edilmez atlar onun elinde uysal kedilere dönüyor, en saldırgan köpekler onun ayaklarının dibinden ayrılmıyorlardı. 
Herkesin ondan hoşnut olduğu güzel ve alımlı bir genç kızdı. Alçak gönüllülüğünün yanında, temiz yüreğinde kötülüğün yeri asla yoktu. Köyde iyilik yapmadığı hiçbir ihtiyar, genç, çocuk yoktu. 
Bu yüzden onu meleklere benzetirlerdi. 
Fakat bu gün kendisini derin ve dar bir kuyunun içinde görüyordu. Korku ve kaygılarla dolu kuyunun içinde görüyordu. Korku ve kaygılarla dolu kuyunun dibinde hissizleşmişti. 
Bağırıyor, yaralı bir kuş gibi çırpınıyor, havar diliyordu. 
Fakat havarına kimse gelmiyordu. Oturduğu yerden başını yukarı kaldırıp baktığında ağacın dalındaki ipi gördü. Elini 
ipe uzatıp çekti. Toprağın üstüne düşen ip yüreğini soğuttu, yerinde donup kaldı.
-”Juliya Juliya…!” 
Annesinin sesiyle irkildi. Boş gözlerle onu yanını varıncaya kadar izledi. Kızının durumu annesini halsizleştirmişti. Onun yanına oturdu, ellerini omuzlarına atıp parmaklarını örüklerinde gezdirdi. 
Yürekten bir sesle: 
-”Akşam oldu kızım. Hava soğuk, istersen eve gidelim.”
Juliya annesinin elini tuttu, ovuşturup biraz sıktı. Annesi güçlü bir kadındı. Kızının durumu kimseyi onun kadar incitmemişti. Fakat onun da yüzüne çaresizliğini izleri gelip yerleşmişti. Juliya annesinin elini biraz daha sıkarak: 
-”Anne, derdimin dermanı yok, yok” 
Annenin yüzü kızardı; kuzusu, ciğeri yüreğinin tatlısı derin acıların girdabında savruluyordu. Allah’ım ….! yaralı kızından daha çaresiz kim olabilirdi ki? 
Bunlar ne karanlık günlerdi böyle? Bu ne karmaşaydı. 
Başlarında dönüp duran bu ne kadersizlikti….? 
-”Sabret güzel kızım, yalnız ölümün çaresi yoktur. Derdi veren Allah, dermanını da verir.”
Juliya annesinin yaşlı gözlerine baktı, ağlamaklıydı, boğazına düğümlenen hıçkırıkların titrettiği sesiyle. 
-”Yürekteki acı insanı öldürmez ama ölümden beter yapar.” 
Anne kızını kucakladı. Biliyordu ki, kızı yaralıydı ve yarasını da tanıyordu. Konuşmak istedi, söyleyecek kelime bulamadı, yutkundu, gözyaşlarını içine akıttı. Hissiz bir taş olmayı istedi, ama bir annenin yüreği hissiz bir taş olur muydu.? Kızının koluna girdi, evin yoluna doğru yürüdüler. 
Son gece Juliya tek başınaydı. Yarın düğün alayı gelecek, onu bir atın sırtında mirin konağına doğru götüreceklerdi. Yüreğindeki acıyla sırtını duvara dayamış, oturuyordu. Gece karanlık ve sessizdi, bütün ev halkı uyanık, tarifsiz acılar ve çaresizlik içinde suskundu. 
Juliya sabaha kadar ağladı, kendi kendine ağıtlar yaktı, söylediği her söz evdekilerin yüreğinde yangınlar yakıyordu. 
Juliya inliyordu: 
“Ben Juliya’yım Juliya! 
Derdim var dermansız, dünya ne amansız…
Gözlerim kan çanağı, ışıksız…
Ben Juliya’yım !
Garibanların Juliya’sı…
Nasıl olurum..! Mirlerin rüyası
istemem ben mir oğlunu
Havar..!Babam, kardeşlerim…”
Annesi, kardeşleri, babası derin bir çaresizlik içinde söylenen her sözün kalplerine bir mızrak gibi saplanmasına kayıtsız kalmak zorundaydılar. Juliya devam etti: 
“Mirg kulak ver sesime! 
Niçin böyle umursamazsın, yüreğim seninle değil,
Karalar çalma kaderime.
Tanrım Tanrım, reva mıdır bu baht bana!
Kalbim çürüyor, yana yana
Sen bari yüzün dön bana…!”
Juliya karanlık ve uzun gece boyunca devam eden yakarışları sabah ezanına kadar devam etti. Havarları her yeri kaplıyor, ama ses veren olmuyordu. 
Mirin konağında coşkulu bir eğlence vardı, uzak yakın tüm akraba ve tanıdıklar toplanmıştı. Binler omuz omuza vermiş, büyük bir halay oluşturmuşlardı. 
Üç adım ileri, üç adım geri; düz kır, omuz salla. Türküleri yüksek tepelere kadar ulaşıyor, yankılanıyordu. 
Juliyay’yı almaya giden düğün alayındakiler mirin konağından yükselen bu türküleri ihtiyarın evine varan kadar duyabildiler. 
Juliya babasının elini öptü, annesini, kardeşlerini kucakladı, sarıldılar, kimse kimsenin gözlerine bakamadı, tek kelime konuşmadılar, yüzü örtülünce Juliya’nın, sessiz gözyaşları bir pınar gibi akmaya başladı. 
Onu bir ata bindirdiler, iki yanında iki kadın yürüdü. Gözleri son kez havar dilemek için dönüp baba evine bakmadı. Özenle hazırlanmış yumuşak eyerin üzerinde oturan ruhsuz bedeniydi, yaşadıklarının ağırlığı omuzlarına çökmüş, mahzun ve melüldü; perişan yalnız ve kimsesizdi. 
Üç gün üç gece aç ve susuz sürekli ağlamaktan gözyaşları kurumuş, kan ağlıyordu. 
Bu dünyada sırtını dayayacağı kimsesi kalmamıştı, bir dostu sırdaşı yoktu. Ellerini kenetledi, derinden bir ah çekti. Bir anda annesinin kendisin teselli eden sesi kulağında 
çınladı: “Allah her derdin bir dermanını da verir.” Annesinin kendisine söylediği bu sözler karanlıklara boğulmuş, yüreğinde bir kıvılcım gibi çaktı, bir tas soğuk su içmiş gibi ferahladı.
Atının yularını bıraktı; ellerini yukarı kaldırıp Havarını bir kez daha Allah’a ulaştırmak istedi: 
“Allah’ım, artık sığınağım ve korunağım kalmadı, gücüm tükendi. Allah’ım, kurbanın olayım, ben gariban Juliya bu kadar acı ve kederin altından tek başıma nasıl kalkarım. Artık yeter!” 
Juliya’nın havarı o kadar yürekten ve samimiydi ki, en katı yürekler bile etkilenirdi. Gözlerini kapadı, yakarışını bir kez ağıt olarak devam etti: “Büyük Allah’ım, sendedir iyilik ve çare 
Yollarım kapandı, kaldım biçare
Son ümidim sende,
Herkesi taş yap, yekpare.”
 Juliya, atının sırtında bu dileğini bitirdiği anda tüm yaşayanlar cansız taşlara dönüştüler. Mirin konağında omuz omuza vermiş binlerce insan gelin alayında hızlı adımlarla yürüyüp oynayanlar hep birden taş kesildiler.
Böylelikle efsane de bitmiş oldu. 

Juliya Dağı, Çiyayê govendê, Mîrg ve Juliya’nın hikayesi, ard arda dizili düğün halayı, ard arda dizili bu taşlar…
 
Efsane ya da masal; doğrudur, değildir, bilmiyoruz tabi ki; ama durup düşündüğümüzde günümüze kadar dilden dile, kulaktan kulağa söylenerek gelen bu söylence dağa bir ayrıcalık bir kutsallık vermiştir.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.