Hazine Efsaneleri..

Bayındır Han zamanında Ahlat’ta fakir bir aileye mensup bir ana ile oğlu yaşarmış. Bu ailenin geçimini, çobanlık yapan oğul sağlarmış. Bir gün Ahlat’ın meydanlık mezarlığı semtinde hayvanlarını yaydıktan sonra vakit de öğlen olduğundan, yemeğe oturmuştur. Yemeğini yedikten sonra eline aldığı bir küçük ağaç parçasıyla vakit geçsin diye toprağı eşmeğe başlamıştır. Toprağı eşerken ufak bir delik açılır. Bunu merak eden çoban, deliği genişletmeye başlar. Bir müddet sonra genişleyen delik, kuyu halini alır. Kuyudan aşağıya doğru bir merdivenin indiğini gören çoban, korku ve heyecan içinde merdivenden aşağıya iner. Aşağıya inen çoban kendisini bir salonun içinde bulur. Salona açılan birçok odalar ve odaların kapılarının üzerinde anahtarlar görür. Anahtarları alıp odaların kapılarını açan çoban, çeşitli süs eşyalarıyla altınla dolu bir hazine görür. Hemen dışarıya çıkarak deliğin ağzını kapatır, yeri belli olsun diye bir işaret bırakır.
 Akşam eve gelen çoban, annesine Bayındır Han’ın kızını istemesini söyler. Hayrete düşen anne oğluna, böyle bir şeye nasıl cesaret ettiğini söylerse de çoban isteğinde diretir. Sonunda ısrarlar karşısında mecbur kalan anne, Bayındır Han’a giderek kızını oğluna ister. Bu isteğe gülen Bayındır Han işi şakaya dökerek; “benim sarayım gibi bir saray yapar, bir altın mutfak takımı, bir altın kahve takımı, bir altın beşik ve çeşitli altından süs eşyalarını getirir, bütün ülkenin davet edildiği, kırk davul ve kırk zurnanın çalındığı, kırk gün kırk gece süren bir düğün yapılırsa kızımı oğluna veririm” der. Kadın Bayındır Han’ın bu şartlarını oğluna iletir. Oğlu da şartsız olarak Bayındır Han’ın isteklerini kabul eder.
 Kadın oğlunun, ileri sürülen şartları kabul ettiğini Bayındır Han’a bildirir. Daha evvel şaka yoluyla da olsa söz veren Bayındır Han’da istemeyerek kabul eder. Çoban Bayındır Han’ın bütün isteklerini yerine getirir, düğün yapılır. Bayındır Han bu çobanın büyük bir hazine bulduğuna inandığından, kızından hazinenin yerini öğrenmesini ister. Evlendikten sonra kadın kocasına bu kadar altını nereden bulduğunu sorduğunda kocası; büyük bir hazine bulduğunu söyler. Kadın hazineyi merak ettiğini, mutlaka görmek isteğini söyleyince; kocası kadının gözlerini bağlayarak hazinenin olduğu yere götürür. Gözleri açılan kadın hayretler içinde hazineyi seyretmeye başlar. Bu arada dışarıdan bazı seslerin geldiğini duyan kadın, kocasına bu seslerin nereden geldiğini sorar. Kocası da; “Bu sesler su içmeye giden babanın atlarının sesidir.” der. Çoban, karısının gözlerini tekrar bağlayarak eve getirir. Kadın da olup bitenleri babasına anlatır.
 Sonunda Bayındır Han damadını saraya davet ederek hazinenin bulunduğu yeri söylemesini ister. Damat gelmeden önce cellat başını çağırarak; damadı korkutmasını, başını taşa bırakarak keser gibi yapmasını bildirir. Bayındır Han’ın bütün ısrarlarına rağmen damat hazinenin yerini söylemez. Sonunda sinirlenen Han, daha önce cellat başıyla anlaştığı gibi damadın kafasını kesmesini ister. Emri yanlış anlayan cellat başı, gerçekten damadın kafasını keser. Olaya çok üzülen Bayındır Han, cellat başının kafasını kestirir.
 Gerek atların su içmeye gittiği yön ve gerekse kızının anlattıklarından hazinenin Mal Han isimli hanın yakınlarında olduğu tahmin edilir. Bütün aramalara rağmen hazinenin yeri bulunamaz. O günden sonra Malhan hazinesi dilden dile dolaşılır. Halen Ahlat’ta bu hazinenin varlığına inanılmaktadır.

*

Parhal Kilisesi Sinek Efsanesi
Çok eski zamanlarda Parhal’lı bir adam Batum’a gider. Orada eskiden Parhal’da yaşamış bir Ermeni ile tanışır. Ermeni, Parhal’lı dostuna bir sırrını açar :
– Hemen Parhal’a dön. Parhal kilisesinin mahzeninde eski bir dolap var, der. Onun kapısını aç, içi sinek doludur. Sinekler kaçışırken sakın onlara el sürme, el sürersen ya da onlardan birini öldürürsen büyü bozulur. Hepsi kaçtıktan sonra dolaba bak, hazine bulacaksın.
Adam Parhal’a döner ve bu işi yapar. Dolabın kapağını açınca o kadar çok sinek boşalır ki, köylü elinde olmadan sinekleri kovmak ister. Üstüne hücum eden sineklerden bir kaçına eliyle dokunur. Öbürleri bir anda kaçar yok olurlar. Adam eliyle dokunduğu sineklerin yere düşüp birer altın olduklarını görünce şaşkına döner. Bir de dolaba bakar ki hiç birşey yok. Meğer hazinedeki altınlar büyü ile sinek şekline sokulmuş. Kapı açılınca sinekler uçup gitmişler Batum’daki Ermeni’ye. El dokunarak büyüsü bozulan birkaç altın kalmış adama. Adam aldatıldığını, kendisi sayesinde Batum’daki Ermeni’nin zengin olduğunu anlar. Birkaç altınla boynu bükük mahzenden çıkar. 

*
Tutankhamon Hazine Efsanesi
En önemli firavunlardan biri olan Tutankhamon, mezarı bulunduktan sonra Mısır’a damgasını vuran tarihi kişiliklerden çok daha fazla tanındı… Arkeolojinin yeniden doğuşu olarak kabul edilen kazı çalışmaları, beraberinde getirdiği gizemli ölümler ve görkemli sanat eserleriyle tüm dünyanın ilgisini çekmeyi her dönem başardı. Tutankhamon’u böylesi önemli kılan neydi? Ve mezarı gerçekten lanetli miydi?
 Orta yaşlı iki İngiliz, 26 Kasım1922’de, M.Ö. 1333-23 yılları arasında Mısır‘ı yöneten çocuk kralın mezarına doğru yola koyuldular ve modern tarihin en önemli arkeolojik keşfini başlattılar. Howard Carter ile Lord Carnarvon, uzun süre kapalı kalan mezarı açarak şaşırtıcı hazineyi açığa çıkardılar ve arkeolojiye olan ilginin yeniden hayat bulmasına katkıda bulundular.
 Tutankhamon’un mezarındaki ihtişam olağanüstüydü ve eski sanatçıların yaratım güçlerinin bir kanıtıydı. Bu keşif, sanatta, popüler kültürde, dekorasyonda, hatta Boris Karloff’un “Mumya” filmlerinde olduğu gibi sinemada, “Mısır tarzı”nın başlangıcı oldu. Günümüzde de etkisi sürüyor.
 Carter ile Carnarvon, araştırmalarının 5 yılını Mısır krallarının mezarlarının bulunduğu efsanevi Krallar Vadisi’ni temizleyerek geçirdiler. Arkeoloji, deneyim ve maceranın bütünleştiği bu keşif, insanların hayal gücünü etkisi altına almaya yetti. O zamanlar Mısır uygarlığını inceleyen bilimlere olan ilgi azdı. 1921’de, Londra’daki Mısır Araştırma Derneği Komitesi, insanların arkeolojiye ve özellikle Mısır arkeolojisine olan ilgisini artırmanın gün geçtikçe zorlaştığı, hatta imkânsız hale geldiği konusunda açıklamalar bile yapmıştı.
 Ancak, 1874’te Kensington’da doğan, Norfolk Swaffham’da büyüyen ve bir sanatçının oğlu olan Carter her şeyi değiştirecekti. Carter’ın babasından aldığı sanatçı ruhu, daha çok küçük yaşlarda ortaya çıkmıştı. Resme ve suluboyalara tutkun olan Carter, henüz 17 yaşındayken görmeyi çok istediği Mısır’a gitti. Burada, British Museum için mezar çizimleri ve duvar resimleri kopyaladı.
 Mısır, Carter’ın gönlünü fethetmişti. Nil’e bakan bir mezarda günlerce yarasalarla yaşadı ve her gün sabahtan alacakaranlığa kadar çalıştı. Birkaç ay içinde, antika konusunda uzman olmuştu ve kendisini eski Mısır’ın güzelliklerine adadı. Birkaç yıl içinde, artık ünlü bir Mısır bilimciydi. 25 yaşında, Mısır hükümeti tarafından Mısır Anıtları Genel Müfettişliği görevine getirildi. Ama, inatçı ve ele avuca sığmayan yapısı yüzünden, bir grup içkili Fransız’la girdiği tartışma sonunda istifa etti.
Saatler öğlen vakitlerini gösterirken, geçidin 9 metrelik bölümü temizlenmişti ve işçiler ilkine benzeyen ikinci mühürlü geçidi buldular. Duydukları heyecan açıktı: “Sona yaklaşmanın verdiği heyecanla, kapıya uzanan yoldaki çöp kalıntılarını hızlı bir şekilde temizledik…”
Artık hazineyle karşılaşma vakti gelmişti.
 “Titreyen ellerle, sol üst köşeye küçük bir delik açtım.” Carter, ölçüm çubuğu ve karanlık yardımıyla önünde bir boşluğun olduğunu anlamıştı. Hemen yanındakilerden bir mum istedi. Neyle karşılaşacağını bilmeden delikten içeri baktı. “Teb mezarı planlarını göz önünde bulundurarak yeni bir merdiven ya da odayla karşılaşacağımı düşünüyordum…”
Odadan yayılan sıcak ve küflü hava, mum ışığını titrettiğinden, Carter başlangıçta hiçbir şey göremedi. “Ancak, gözlerimi kısıp odanın içine daha dikkatli baktığımda, odadaki ayrıntılar sisler arasında yavaş yavaş belirmeye başladı: ilginç hayvan heykelleri ve her yanda parıldayan altınlar… “
 Carnarvon daha sonra bu anı şöyle anlatacaktı: “Carter, elinde tuttuğu mumla, başını içeriye uzattı. Yaklaşık 2 ya da 3 dakikalığına sessizliğe gömüldü. Sessizliği bende umut ile korku karışımı bir his yarattı. Yeniden hayal kırıklığına uğrayacağımı düşünerek içeride bir şey görüp görmediğini sordum. Carter sesi titreyerek ‘Evet, evet… Olağanüstü!’ diye bağırdı…”
 Carter’ın elinde tuttuğu mumun ışığı, altınların göz kamaştıran ışıltısıyla delikten dışarıya süzülüyordu. Carter, bu anla ilgili olarak günlüğüne şunları yazdı: “Işık odayı aydınlattıkça beliren manzara karşısındaki duygularımızı ve şaşkınlığımızı tanımlamak çok zor…”
 Gerçekleştirdikleri keşif, dünya arkeoloji tarihi açısından bir ilkti. Çünkü, Krallar Vadisi’nde hiç bozulmadan keşfedilen tek mezardı. Ertesi gün Carnarvon, arkadaşına bir mektup gönderdi: “Burada, British Museum’un Mısır bölümünün üst katını dolduracak kadar eşya var. Kanımca, bugüne kadar bulunanların en güzelleri.” Haklıydı da…
 Ekip, ayrıntılı incelemeler sonunda mezarın 4 odadan meydana geldiğini tespit etti. Birinci oda, 8 m. x 3,5 m. boyutlarında, duvarları beyaza boyanmış antreydi. Bu aynı zamanda Carter’ın bulduğu ilk odaydı. Oda, daha küçük bir ek oda ve ardından da ana mezar bölümüne açılıyordu. Mezardan sonra hazine odası geliyordu.
 Carter girişteki odada iki gözcü heykeli buldu. Bölüm, içinde yataklar, sandalyeler, vazolar ve sandıkların yer aldığı ek odaya açılıyordu. Genç firavunun mezarının girişinde bulunan mühürleri inceledikten sonra, el değmemiş bu eserleri keşfetmenin verdiği mutluluğu yaşadılar. Carter günlüğüne “Hazine hayal edilemeyecek kadar güzel ve ihtişamlıydı.” diye yazıyor ve devam ediyordu “Nesneler üzerindeki sanatsal tasarımların zarifliği ve güzelliği karşısında büyülenmiştik…”
 Tutankhamon, üç bölümden oluşan bir tabutta yatıyordu. Dıştaki iki bölüm, altın işlemeli tahta çerçevelerden yapılmıştı. İç bölüm ise 110,4 kg’lik saf altından… Tutankhamon’un başında altından bir maske vardı. Mumyasının üzeri ve tabut, mücevherler, muskalarla süslüydü. Tabut ve taş lahit, altın işlemeli tahtalardan ve bez parçalarından oluşan dört kabir ile çevriliydi. Mezarı oluşturan diğer odalar, savaş arabası, silahlar, elbiseler ve mobilyalar gibi değerli eşyalarla doluydu. Carter’ın Tutankhamon’un mezarındaki 3.500’ü aşkın parçayı çıkarması ve listelemesi 10 yılını aldı..
 Keşfin yapıldığı günlerde, Tutankhamon çılgınlığı (Tutmania) radyo, televizyon ve sinema aracılığıyla tüm dünyaya yayıldı. Pek çok insan, gazetelerde, özellikle The Times’ta yayımlanan haberler nedeniyle Mısır’a akın etti. Herkes keşiften pay sahibi olmak ve eski Mısır’ın ihtişamının tadını çıkartmak istiyordu. Tutankhamon giysileri, şapkaları, sigaraları, bastonları, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki birçok dükkânda satışa sunuldu..
 Heyecan uzun süre devam etti. 16 Nisan 1923 tarihli Daily Mail’de çıkan yazıda, Mısır tarzının banyo kıyafetlerini etkisi altına aldığından söz edildi. Pierre Legrain gibi modacılar Mısır tarzı sandalyeler ürettiler. Kadınlar, Mısır tarzı mücevherler takmaya başladılar. Tutankhamon devrinde yaygın olan Mısır sanatı taklit edilmeye ve dekorasyon alanlarında da etkili olmaya başladı.
 Kuzey Londra’nın Essex Caddesi’ndeki Carlton Sineması gibi tapınak görünümlü sinemalar yaygınlaşmaya başladı. Çılgınlık, bisküvi firmalarının Mısır’da ceset küllerinin konduğu kaplara benzer ambalajlar üretmesiyle uç noktalara vardı. İngiltere’deki Tooting ve Camden’dan geçen metronun adı, mezarın keşfedilmesi onuruna “Tutancamden” olarak değiştirildi. Tutankhamon’un bu kadar meşhur olmasının bir başka nedeni ise, Lord Carnarvon’un mezar açıldıktan beş hafta sonra gizemli bir hastalıktan dolayı ölmesiydi. Bu olay medyanın büyük ilgisini çekmişti. Sherlock Holmes’ün yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle, Lord Carnavon’un ölümünü o dönemde kimsenin bilemeyeceği doğal bir nedene bağlayınca yüreklere su serpildi.
 Ancak ölümler birbirini izledi. İlk önce, Lord Carnarvon’a kardeş gibi yakın 2 kişi daha hayatını kaybetti. Yanı sıra, Tutankhamon’u incelemek için Mısır’a gelen bir röntgen uzmanı, mezarı ziyaret eden Amerikalı bir iş adamı ve yine Carter’ın arkadaşı Arthur Mace ardı ardına öldüler. Carter’ın kanaryası bile, Mısır inanışına göre şeytani bir sürüngen sayılan kobra yılanı tarafından öldürüldü. Fransız bir bilim adamı mezarı ziyaretinden hemen sonra öldürüldü, yaşlı bir Mısırlı ziyaretçi karısı tarafından vuruldu, Carter’ın sekreteri Richard Bethelle esrarengiz bir şekilde öldü (Babası Westbury Lordu gibi). Bethell’in cenazesi sırasında bir çocuk, cenaze arabasının çarpmasıyla hayatını kaybetti. Pek çok kişi, bu ölümleri intikam almak isteyen bir ruhun varlığına bağladı.
Ancak, Amerikalı Mısırbilimci, 1934’te bütün bunların sadece rastlantı olduğunu açıkladı.
Mezarın açılması çalışmalarına katılan 26 kişiden 6’sı, 10 yıl içinde öldü. Ancak, Tutankhamon’un cesedinin çıkarılışına tanık olan 10 kişiden hiçbiri ölmemişti. Dahası, sonraları ortaya çıktığı gibi, Carnarvon’un ölüm nedeni, sivrisinek ısırığı sonrası kaptığı enfeksiyondan başka bir şey değildi. Ancak, Carter, mezarın steril ve güvenli olduğunu açıklamış, hatta dünyada hiçbir yerin buldukları mezar kadar güvenli olamayacağını savunmuştu. Her şeye rağmen, tartışmalar günümüzde de sürüyor.
Son yıllarda bilim adamları, Carnarvon’ı eski Mısırlılar tarafından mezara bırakılan bir mikrobun öldürdüğünü savunuyorlar. Paris’teki Laboratoire d’Ecologie uzmanlarından Dr. Sylvain Gandon, “Ölümün olası nedeni, etkisini uzun yıllar sürdüren, ölümcül bir virüse bağlanabilir” diyor..

*

Parhal Kilisesindeki Hazine Efsanesi
Çok eski zamanlarda, Parhal kilisesinin olduğu yerde bir Ermeni bakırcı yaşarmış. Birgün bakırcı, çırağını da yanına alarak kilisenin altındaki mahzene iner. Açılmayan yedi demir kapıyı okuya okuya açıp içeri girerler. Çok büyük bir hazine bulurlar. Ama hazinenin üzerinde kocaman bir yılan yatmaktadır. Bakırcı hazinenin ve yılanın büyülü olduğunu anlar. Büyüyü bozacak dualar okur, üfler. Bakırcı okudukça yılan küçülür. Sonunda yılan bir kertenkele haline gelir. Artık okumakla küçülmez olur. Bakırcı büyüyü bozamadığı için hazineye el sürmekten korkar. Etrafa bakınırken oradaki rafta altın yaldızlı bir kitap ve bir de altından kayık tabak görür. Onları alır koltuğunun altına koyar. Arkasına döner ki çırağının ağzı tersine dönmüş. Okuyarak çırağının ağzını düzeltir. Sonra yine okuyarak kapanan yedi kapıyı açıp dışarı çıkarlar. Bu Ermeni oradan aldığı altın tabak ve kitapla Batum’a gider. Bunların sayesinde zengin olur.Yıllar sonra Parhal’lı biri iş aramak için Batum’a gider. Bu zengin Ermeniye rastlar. Ermeni, adama nerelisin der. Parhallıyam diye cevap alınca :“Parhal beni abad etti” diyerek bu hikâyeyi anlatır.

*

Herkes Bu Hazinenin Peşinde; Rusya’nın St. Petersburg şehrinde 18’inci yüzyıldan kalma bir malikanede bulunan bin parçalık hazine tartışma çıkardı

hazine
Rusya’nın St. Petersburg şehrinde 18’inci yüzyıldan kalma bir malikanede cuma günü bulunan bin parçalık hazinenin paylaşımı tartışma çıkardı. Çar Alexis’in inin ailesine ait olduğu bilinen ve alt katı kafe olarak kullanılan malikanedeki hazineyi, restorasyon çalışmaları sırasında inşaat işçileri buldu. İki kat arasındaki gizli bir bölmede gazete kağıtlarına kaplı halde bulunan hazine, Gümüş ve porselen takımlardan değerli mücevherlere kadar pek çok gözalıcı parçayı kapsıyor. Fakat henüz değeri dahi hesaplanmayan hazine üzerinde paylaşım kavgası hemen başladı.
KORUMA ALTINA ALINDI
hazine
Yapının, en son 1875’te Çar Alexis’in eşi ve I. Petro’nun annesi annesi Nataliya Naryshkina’nın ailesi tarafından satın alındığı, 1917’de Bolşevik Devrimi’yle millileştirildiği biliniyor. Bu yüzden Devrim’de malikanenin devletin eline geçmesini sağlayan bir Komünist örgüt, hak talep ediyor. Restorasyonu yapan şirket, hazinenin, şehrin müzesine teslim edilmesi gerektiğini söylüyor. Devlete bağlı haber ajansı ise Naryshkina ailesinden hayatta kalan tek kişinin, hazinenin vârisi olabileceğini açıklayarak olaya yeni bir boyut kazandırdı. Hazine, şimdilik koruma komitesi tarafından koruma altına alındı.

Hazinenin sarılı olduğu gazetelerin 1917 yılına ait olması, Bolşevik Devrimi sırasında devletin eline geçmemesi için saklandığını gösteriyor.

*
Altınla Gelen Ölüm
Define arama heyecanını biz de yaşamak istiyorduk. Diğer taraftan ‘ya bulursak’ düşüncesini de bir türlü kafamızdan atamıyorduk. Çatalca’yı geçince bir köyde kimsenin bilmediği, ağaçların ve sarmaşıkların örttüğü bir surdan sözediliyordu. Biz de bilinen gerçek define hikayelerine ulaşmak için o yöne doğru hareket ettik.
Çatalca’ya girdikten sonra yerli esnafa buralarda ağaçların arasında kaybolmuş büyük bir surun yerini sorduk. Sorduğumuz ikinci esnaf, ‘Anastasius’ adlı surun Gümüşpınar Köyü’nün yakınında olduğunu söyledi.
Çatalca çıkışından yaklaşık 30 kilometre gittikten sonra Gümüşpınar Köyü’ne geldik. Köy meydanının bulunduğu kahvehaneye arabamızı parkettikten sonra köylülere durumu izah ettik. Köyün muhtarı Mustafa Nafiz Tığlı, define konusuyla ilgili tam aranılan yere geldiğimizi belirterek başından geçen olayları anlatmaya başladı.
Muhtar Tığlı, hem anlatıyor hem de vakit kaybetmemek için bizi Anastasius Surları’nın olduğu yere doğru götürüyordu. Öyleki, biz köye giderken surların yanından geçmiş, ancak surları farkedememiştik. Çünkü, Edirne’ye giden eski yol, surları ikiye bölmüştü.
Köy muhtarı, son olarak geçen yıl Kanadalı birisinin aylarca Anastasius Surları’nın dibinde kazı yaptığını ve bazı fotoğraflar çektikten sonra köyden ayrıldığını kaydetti. Tığlı, halen bu yörenin yerli ve yabancı çoğu define avcıları tarafından yağmalandığını da söyledi.
Surlar, gerçekten keşfedilmeyi bekliyordu. Toprak, elekten geçirilmiş gibiydi. Surların içi kazılmış, bazı bölümleri yıkılmıştı. Ama ormanın arasında kaybolan surlar, hala dimdik ayaktaydı. Surun 72 kilometre uzunluğunda olduğunu anlatan Tığlı, sözlerini ‘Gördüğünüz gibi her tarafı kazmışlar. Kimisi dozerle gelmiş, kimisi kazmayla. Devlet, burayı ortaya çıkaramaz mı? Artık, bir el atılsın ve bu surlar, turizmin hizmetine açılsın’ diye sürdürdü.
Burada yaşanan gerçek bir hikayenin tek canlı tanığı olarak kendisinin kaldığını anlatan muhtar Nafiz Tığlı,’Duyduğumuza göre Kanadalı yabancıyı havalimanında yakalamışlar ve yanındaki evrakları alıp serbest bırakmışlar. Tahminimize göre o yabancı, geriye kalan altının yerini tespit etti. Uyanık birisiydi. Yanında altının yerini belli edecek fotoğrafları ve belgeleri taşımamıştır. Zaten daha sonra serbest bırakmışlar’ diye konuştu. İster istemez ‘hangi altın dolusu odadan bahsediyorsunuz’ diye aniden atıldım. Tığlu, bunun üzerine Çatalca’da bilinen en büyük hazine öyküsü olan ‘Altınla gelen ölüm’ü anlattı.
Balkan Savaşı sonrası Çatalca’nın Gümüşpınar Köyü’ne bir alay asker gelir ve buraya yerleşir. Savaş yeni bitmiştir ve askerlerin gönlünde sıla hasreti yanıp tütmektedir. Gümüşpınar’da görev yapan bir asker, köyünün yaya yürüyüşü iki günlük mesafede olduğunu komutanına iletir ve Binkılıç Köyü’ne doğru yola çıkar. Anastasius surlarını takip eden asker, akşam havanın kararması üzerine surların yanında ve ormanın içinde bulduğu bir mahzene girip uyur. Sabah gördüklerine inanamaz. Çünkü uyuduğu mahzen, ağzına kadar altınla doludur. Kesesini doldurup yola devam eder.
Yol uzundur ve akşam saatlerinde Binkılıç’a yakın Kayalık Köyü’ne gelen asker, yorgun argın bir evin kapısını çalar. Kapıyı, yaşlı bir adam açar. Neredeyse düşüp bayılacak olan asker, evin yaşlı efendisine ‘Ben Binkılıç Köyü’ndenim. Bana yatacak yer ve ekmek verirseniz, size bu altınlardan veririm’ der ve evin yaşlı beyine bir avuç dolusu altını uzatır. Yaşlı köylü askeri içeri buyur eder. Vakit ilerlemiştir ve asker yolda başından geçen olayı anlatır. ‘Ben Gümüşpınar Köyü’nde askerlik yapıyorum. Mahzen altınla dolu. Köyüme gidip geleceğim. Geriye kalanları birlikte çıkarırız’ der ve sabah evden ayrılır. Binkılıç Köyü’ne 2 saatlik yolu kalmıştır. Yolda eşkıyalarla çarpışmaya girer ve şehit olur. Evine götüreceği altın kesesi ise yoktur.
Yaşlı köylü, kendisine söz veren askerin aradan 2 gün geçmesine rağmen gelmemesi üzerine Binkılıç Köyü’ne gider ve evi bulur. Evdekiler, telaşlanmıştır ve birlikte aramaya çıkarlar. Kısa süre sonra, askerin kanlı cesedini bir derenin kenarında bulurlar. Askerin bir avuç dolusu altın verdiği köylü de kısa süre sonra ölür. Ama büyük oğlu Yusuf, geriye kalan altını bulma hayaliyle Gümüşpınar’a gelir. Altını bulmanın en iyi yolu da çobanlık yapmaktır. Gümüşpınar Köyü’ne çoban olur. Yusuf Dede, tam 20 yıl altın dolusu mahzeni arar. Ama köylünün çoban olarak bildiği Yusuf Dede’nin altın aradığından kimsenin haberi yoktur. Yusuf Dede, ölmeden birkaç ay önce köy kahvesinin yanındaki taşa oturur ve bugün Gümüşpınar Köyü’nde muhtarlık yapan Mustafa Nafiz Tığlı’ya şöyle der: ‘Evlat, ben her gün bir sepet alıp giderdim ve her zaman sen bana bu boş sepeti niye taşıyorsun diye sorardın. Oğlum, babama ben küçükken bir asker, avuç dolusu altın verdi. Biz onunla öküz aldık. Ben o altınlardan yedim ve bir süre çok rahat yaşadık. Bu çoban, aslında her gün altın aramaya gidiyordu. O sepeti de altınları koymak için taşıyordum. O altınlar, hala duruyor’ der ve dört yıl önce vefat eder.

*
Cüzzamlıların Hazinesi
Takvim yapraklarında tarih, 1935 yılının nisan ayını gösteriyordu. Helmut Mecler adında bir Alman, elindeki dilekçeyle, İstanbul Belediyesi’nin kapısından içeri girdi. Dışarı çıktığında yüzü gülüyordu. İstediği izni almıştı. 18 Nisan 1935 tarihinde, izin belgesiyle beraber, soluğu Karacaahmet Mezarlığı’nda aldı. Belediye, zabıta ve müze idaresi yetkilileriyle beraber hiç durmadan, kazabildiği her yeri kazdı. 
Kazma kürek sesleri geceleri bile susmuyordu. Dördüncü günün sonunda, umutsuzluğa düştü ve pes etti. Zaten aldığı iznin süresi de dolmuştu. Aradığını bulamamıştı…
Peki neydi Helmut Mecler’i, Almanya’dan İstanbula getiren ve günlerce kazma kürek çalıştıran bu sır? Tabii ki efsanelerle dolu İstanbulun gizli hazinelerinden biri, cüzzamlıların hazinesi! İstanbul’un hazine efsanelerini, Kültür Tarihi Araştırmaları Merkezi Başkanı Doç. Dr. Süleyman Faruk Göncüoğlu Tempo Dergisi’ne anlattı.

*
İstanbul’un Gizli Hazineleri
İstanbul’un taşı toprağı altın sözü nereden geliyor biliyor musunuz ?
     
Takvim yapraklarında tarih, 1935 yılının nisan ayını gösteriyordu. Helmut Mecler adında bir Alman, elindeki dilekçeyle, İstanbul Belediyesi’nin kapısından içeri girdi. Dışarı çıktığında yüzü gülüyordu. İstediği izni almıştı. 18 Nisan 1935 tarihinde, izin belgesiyle beraber, soluğu Karacaahmet Mezarlığı’nda aldı. Belediye, zabıta ve müze idaresi yetkilileriyle beraber hiç durmadan, kazabildiği her yeri kazdı.
Kazma kürek sesleri geceleri bile susmuyordu. Dördüncü günün sonunda, umutsuzluğa düştü ve pes etti. Zaten aldığı iznin süresi de dolmuştu. Aradığını bulamamıştı…
Peki neydi Helmut Mecler’i, Almanya’dan İstanbul’a getiren ve günlerce kazma kürek çalıştıran bu sır? Tabii ki efsanelerle dolu İstanbul’un gizli hazinelerinden biri, cüzzamlıların hazinesi! İstanbul’un hazine efsanelerini, Kültür Tarihi Araştırmaları Merkezi Başkanı Doç. Dr. Süleyman Faruk Göncüoğlu Tempo Dergisi’ne anlattı.
İşte İstanbul’un gizli hazineleri:
SÜLEYMANİYE CAMİİ, HARCA KARIŞAN DEĞERLİ TAŞLAR
Süleymaniye Camii’nin inşaası sırasında İran Şahı, inşaatın hızlanması için değerli taşlar gönderir. Kanuni Sultan Süleyman bu taşları öğüterek bu minarenin hacına karıştırır.
CEVAHİR MİNARESİ
İran Şahı’nın sadaka verir gibi gönderdiği değerli taşlar değirmende öğüterek Süleymaniye Camii’nin Cevahir Minaresi’ne katar.
BALAT- FENER AÇIKLARI
Bizanslılar İstanbul’un işgali sırasında gemilerle hazinelerini kaçırmaya çalışır. Fatih’in askerleri bu gemileri Balat açıklarında batırır.
BAĞIŞLARLA YAŞIYORLARDI
Cüzzamhane’deki hastalar sadakalarla geçinirdi.
KARACAAHMET MEZARLIĞI/ CÜZZAMLILARIN ALTINLARI
Cüzzam hastalarına bağış olarak verilen altınların biriktiği hazinenin mezarlıkta olduğuna inanılıyor…
KUTSAL KASE İNANIŞI
Kimilerine göre Hıristiyanlıkta varlığı bile tartışılan Kutsal Kase de Çemberlitaş’ın altındaki gizli odada bulunuyor.
KLEOPATRA’NIN HAZİNESİ
Halkalı’da Kleopatra’nın süt banyosu yaptığına inanılan Roma döneminden kalma havuzun da bulunduğu bölgede hazine olduğuna inanılıyor.
ZEYTİNBURNU KIYI ŞERİDİ/ NAZİ ALTINLARI
İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler, Yahudiler’den topladıkları altınların bir bölümünü İstanbul’a getirir. Altınlar Zeytinburnu kıyı şeridinde bir arsaya gömülerek saklanır.
GOBEN VE BRESLAU
Savaşı kaybetmekten korkan Almanlar hazinelerinin bir kısmını Goben ve Breslau zırhlılarına yükleyerek Osmanlı’ya gönderir.
OSMANLI BANKASI HAZİNESİ ESKİ İSTİNYE TERSANESİ’NDE Mİ
Fransızların kaçırmak istediği Osmanlı’ya ait külçe altınlar eski tersanenin olduğu yerde gömülü.
İSTİNYE TERSANESİ, ALTIN GÖMÜLÜ
Osmanlı altınlarını İstinye Tersanesi’nen çıkaramayan Fransızlar çareyi bu altınları tersane civarında bir yere gömmekte buldu.
Kaynak: Tempo


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.