BİTLİS
Malhan Hazinesi Efsanesi
Bayındır Han zamanında Ahlat’ta fakir bir aileye mensup bir ana ile oğlu yaşarmış. Bu ailenin geçimini, çobanlık yapan oğul sağlarmış. Bir gün Ahlat’ın meydanlık mezarlığı semtinde hayvanlarını yaydıktan sonra vakit de öğlen olduğundan, yemeğe oturmuştur. Yemeğini yedikten sonra eline aldığı bir küçük ağaç parçasıyla vakit geçsin diye toprağı eşmeğe başlamıştır. Toprağı eşerken ufak bir delik açılır. Bunu merak eden çoban, deliği genişletmeye başlar. Bir müddet sonra genişleyen delik, kuyu halini alır. Kuyudan aşağıya doğru bir merdivenin indiğini gören çoban, korku ve heyecan içinde merdivenden aşağıya iner. Aşağıya inen çoban kendisini bir salonun içinde bulur. Salona açılan birçok odalar ve odaların kapılarının üzerinde anahtarlar görür. Anahtarları alıp odaların kapılarını açan çoban, çeşitli süs eşyalarıyla altınla dolu bir hazine görür. Hemen dışarıya çıkarak deliğin ağzını kapatır, yeri belli olsun diye bir işaret bırakır.
Akşam eve gelen çoban, annesine Bayındır Han’ın kızını istemesini söyler. Hayrete düşen anne oğluna, böyle bir şeye nasıl cesaret ettiğini söylerse de çoban isteğinde diretir. Sonunda ısrarlar karşısında mecbur kalan anne, Bayındır Han’a giderek kızını oğluna ister. Bu isteğe gülen Bayındır Han işi şakaya dökerek; “benim sarayım gibi bir saray yapar, bir altın mutfak takımı, bir altın kahve takımı, bir altın beşik ve çeşitli altından süs eşyalarını getirir, bütün ülkenin davet edildiği, kırk davul ve kırk zurnanın çalındığı, kırk gün kırk gece süren bir düğün yapılırsa kızımı oğluna veririm” der. Kadın Bayındır Han’ın bu şartlarını oğluna iletir. Oğlu da şartsız olarak Bayındır Han’ın isteklerini kabul eder.
Kadın oğlunun, ileri sürülen şartları kabul ettiğini Bayındır Han’a bildirir. Daha evvel şaka yoluyla da olsa söz veren Bayındır Han’da istemeyerek kabul eder. Çoban Bayındır Han’ın bütün isteklerini yerine getirir, düğün yapılır. Bayındır Han bu çobanın büyük bir hazine bulduğuna inandığından, kızından hazinenin yerini öğrenmesini ister. Evlendikten sonra kadın kocasına bu kadar altını nereden bulduğunu sorduğunda kocası; büyük bir hazine buldum söyler. Kadın hazineyi merak ettiğini, mutlaka görmek isteğini söyleyince; kocası kadının gözlerini bağlayarak hazinenin olduğu yere götürür. Gözleri açılan kadın hayretler içinde hazineyi seyretmeye başlar. Bu arada dışarıdan bazı seslerin geldiğini duyan kadın, kocasına bu seslerin nereden geldiğini sorar. Kocası da; “Bu sesler su içmeye giden babanın atlarının sesidir.” der. Çoban, karısının gözlerini tekrar bağlayarak eve getirir. Kadın da olup bitenleri babasına anlatır.
Sonunda Bayındır Han damadını saraya davet ederek hazinenin bulunduğu yeri söylemesini ister. Damat gelmeden önce cellat başını çağırarak; damadı korkutmasını, başını taşa bırakarak keser gibi yapmasını bildirir. Bayındır Han’ın bütün ısrarlarına rağmen damat hazinenin yerini söylemez. Sonunda sinirlenen Han, daha önce cellat başıyla anlaştığı gibi damadın kafasını kesmesini ister. Emri yanlış anlayan cellat başı, gerçekten damadın kafasını keser. Olaya çok üzülen Bayındır Han, cellat başının kafasını kestirir.
Gerek atların su içmeye gittiği yön ve gerekse kızının anlattıklarından hazinenin Mal Han isimli hanın yakınlarında olduğu tahmin edilir. Bütün aramalara rağmen hazinenin yeri bulunamaz. O günden sonra Malhan hazinesi dilden dile dolaşılır. Halen Ahlat’ta bu hazinenin varlığına inanılmaktadır.
*
*
AĞRI
Kara Diken (Siyabent) Efsanesi
Denir ki, Süphan Dağının eteğine kurulmuş Patnos kentinde bir zamanlar bir koca ağa, ağanın güzelliği dillere destan Haco (Hacer) adında bir kızı varmış. Hacer’in güzelliği dillerde… Her delikanlının gönlü Hacer’de; O nun gönlü ise çobanları Sirbent’tedir.
Sirbent ile Hacer’in sevgisi yıllarca gizli kalır. Sevgi bu, günün birinde anlaşılır. Aşk söylentileri dilden kulağa çabuk ulaşır nedense. Derken koca ağa’nın da kulağına varır. Ağa kovar Sirbent’i.
Sirbent’e dağda mağaralar ev olur. Hacer’e çoban arkadaşları ile yollar haberleri. Patnos yöresinde bir de kara Ağa varmış. Ağaların üç evlenme yaşı vardır derler. 20,40 ve 60. Kara ağa ikinci evlenme yaşında (40 imiş).
Hacer’in güzelliğini duyan Kara Ağa dururmu? Varmış Koca Ağa’nın konağına. Diz çökmüş kızını istemiş ağanın.
Babası vermiş Hacer’i Kara Ağa’ya. Haber kıza, ondan da Sirbent’e ulaşmış. Sirbent deliye dönmüş. Almış tüfeğini eline, çıkagelmiş eski ağasının kapısına. Köpekler tanırmış bu eski çobanı. Sessiz-sedasız girmiş Hacer’in odasına. El ele verir, Sirbent ile Hacer. Gecenin karanlığında ulaşırlar Süphan dağına.
İki aşık Süphan’ın sarp kayalıklarında mutlu günlerini yaşarken, bir gün, üç geyik(*) sekerek gelip yakınlarında durur. Geyiklerden ikisi erkek, birisi dişidir. Erkek geyiklerden biri yaşlı, öteki genç görünümünde. Yaşlı geyik daha iri ve güçlü olduğu için, genç geyiği yaklaştırmazmış dişi geyiğe. Sirbent yaşlı geyiği öldürmeye aht eder.
-Vuracağım onu. O da “Kara Ağa olmuş sanki….
Sirbent çeker tetiği, vurur yaşlı geyiği. Kesmeye uğraşırken, geyik çırpınır, bir boynuz darbesiyle sirbent’i kayalıklardan aşağı, uçuruma yuvarlar. Sirbent sırt üstü düşer. Bir ağaç dalı sırtını delip göğsünden çıkar. Sevgilisinin kanlar içinde cansız yatışına dayanamaz Hacer, kendini atıverir. Bir ağaç dalı da bunun göğsünden batıp sırtından çıkar. Ölümde birleşirler.
Sirbent çeker tetiği, vurur yaşlı geyiği. Kesmeye uğraşırken, geyik çırpınır, bir boynuz darbesiyle sirbent’i kayalıklardan aşağı, uçuruma yuvarlar. Sirbent sırt üstü düşer. Bir ağaç dalı sırtını delip göğsünden çıkar. Sevgilisinin kanlar içinde cansız yatışına dayanamaz Hacer, kendini atıverir. Bir ağaç dalı da bunun göğsünden batıp sırtından çıkar. Ölümde birleşirler.
Kara ağa iz süre süre bulur mağarayı. Uçurum kenarına gelir. Bir haftalık sözlüsü ile onu kaçıran aşığının yanyana yatışlarını uzun uzun seyreder. Nişan alır Sirbent’i ateş edeceği sırada gözleri kararır, yuvarlanır, uçurumun kayalarına çarpa çarpa Hacer ile Sirbent’in arasına düşer.
Koca ağa’nın adamları, süphan dağının vadisinde üç mezar kazarlar. Sirbent ile Hacer’in arasına Kara Ağa’yı gömerler…
O günden beri, her yılın baharında Hacer’in mezarında kırmızı gül, Sirbent’in mezarında ise beyaz gül açar. Güller eğilip biribirlerine kavuşacakları sırada Kara Ağa’nın mezarında bir kara diken yükselir ayırır gülleri.
Mayıs ayı gelince görülmeyen bir kuş öter “Sirbent uçurumunda. İnsan sesine yakın bir ötüş şöyle der gibi .
“Siz siz olun, değmeyin
İki taş arasına girin,
İki gönül arasına girmeyin.”
İki taş arasına girin,
İki gönül arasına girmeyin.”
İki Bacı Efsanesi
Ağrı Dağı’nın bulunduğu yer bir zamanlar ovaymış. Burada yaşayan bir köylünün iki kızı varmış. Bir gün bu iki kardeş odun toplamaya gitmişler. Yeterince odun topladıktan sonra , abla odun dengini küçük kardeşin sırtına yüklemiş ve yola koyulmuşlar. Biraz gidince yorulan ve beli ağrıyan küçük kız ablasına ;
- Belim çok ağrıdı abla, ne olur biraz da sen taşı diye seslenmiş.
Ablası kulak asmamış.Biraz daha gitmişler , küçük kız yine ablasına seslenmiş, ablası hiç oralı olmamış.Küçük kız sonunda dayanamamış:
- Abla abla , demiş. Senin gibi ablam olacağına olmaz olsun. Dağ olasın, taş olasın, uzun uzun kış olasın belimdeki ağrı adın, seller yağmurlar muradın olsun diye beddua etmiş.
Ablası kulak asmamış.Biraz daha gitmişler , küçük kız yine ablasına seslenmiş, ablası hiç oralı olmamış.Küçük kız sonunda dayanamamış:
- Abla abla , demiş. Senin gibi ablam olacağına olmaz olsun. Dağ olasın, taş olasın, uzun uzun kış olasın belimdeki ağrı adın, seller yağmurlar muradın olsun diye beddua etmiş.
Ablası durur mu ? O da vermiş veriştirmiş:
- Senin gibi kardeşim olacağına taş olsun saçların çayır, eteklerin bayır olsun. Başın dilin gibi sivri, yamacın boynun gibi eğri, adın da benim gibi ağrı olsun.
- Senin gibi kardeşim olacağına taş olsun saçların çayır, eteklerin bayır olsun. Başın dilin gibi sivri, yamacın boynun gibi eğri, adın da benim gibi ağrı olsun.
Derken bir gürültü kopmuş, bir toz bulutu kaplamış ortalığı. Biraz sonra ovada iki yüce dağ sivrilmiş…. Biri Küçük Ağrı, diğeri Büyük Ağrı. Böylece iki geçimsiz kardeşin ikisi de birer dağ olmuş.
*
*
AFYON
Kadınana Efsanesi
Konya’dan kaçıp Karahisar’a yerleşen Alaeddin Keykubad bin Feramuz’un kızları Melek Peyker, Naime Gevher ve Asiye sultanlar kısa sürede kent halkı ile kaynaşıp, buranın yaşamına alışmakta gecikmezler. O dönemde kent halkı büyük bir su sıkıntısı yaşamaktadır. Halkın büyük çoğunluğu kuyu suyu içerken, Kışlacık köyü yakınlarından üstü açık bir kanalla şehre getirilen su ise yeterli olmadığı gibi, halk sağlını tehdit etmektedir. Hanım sultanlar Karahisar halkının çektikleri sıkıntıyı yüreklerinin derinliklerinde hissetmekte ancak hiçbir şey yapamamanın ezikliğini yaşamaktadırlar.
Sıcak bir temmuz gününde Kışlacık köyü yakınlarındaki Şirin Pınar mevkiine gidip buradaki bir kır evinde yaklaşık 20 gün kalan hanım sultanlar, çevreyi gezerken şehre gelen suyun kaynağını da görme olanağını bulurlar. Kaynaktaki su boldur, ancak açık kanallardan geldiği için kirlenmekte ve büyük bölümü ziyan olmaktadır. Bu durum üzüntülerini daha da arttırır. Akşam eve döndüklerinde, yemekten sonra bahçedeki çardakta otururken, söz döner dolaşır su konusuna gelir. Bunun üzerine Melek Peyker kardeşlerine şöyle der:
-Bu dünya hepimizin bildiği gibi fanidir, gelip geçicidir. Günler, aylar, yıllar gelip geçiyor. Bizler de bu fani dünyadan göçeceğiz. Onun için elimizde imkan varken faydalı çalışmalar yapalım. Bu şekilde hiç olmazsa kıyamete kadar rahmetle anılırız.
Diğer kardeşler bu fikre katılırlar, neler yapılabileceği konusunda fikir üretmeye başlarlar. Abla Melek Peyker, bu konuda acele edilmemesini, ertesi gün akşama kadar düşünmelerini ve ondan sonra bir karara varmalarını önerir. Ertesi gün daha akşam olmadan, bu konuyu görüşmek üzere toplanırlar. Fikirler açıklandığında görülür ki, üçü de aynı şeyi düşünmüşlerdir: “Karahisar halkını susuzluktan kurtarmak.”
Hemen Karahisar’a dönerler ve suyun sahibini araştırırlar. Suyun sahibi bir Ermenidir. Kadınanalar, at ve arabanın çıkamadığı sarp tepeler üzerinde bulunan suyun kaynağına iki buçuk saat yürüyerek ulaşırlar ve Ermeni ile pazarlığa otururlar. Ermeni suyu satmak niyetinde değildir, işi yokuşa sürer. Pazarlık uzun sürer ve Melek Peyker Hanım Ermeni’ye geri çeviremeyeceği bir teklifte bulunur. Yanlarında bulunan diğer kişilerin şaşkın bakışları arasında bir çömlek altın karşılığı bir çömlek su almak üzere anlaşmaya varırlar. Melek Peyker Hanım, Ermeni’ye:
-Sana bir çömlek altın veriyorum, karşılığında bu çömlek dolana kadar su alacağım değil mi? diyerek pazarlığı kesinleştirir.
Suyun sahibi Ermeni, Melek Peyker Hanım’ın sözlerini onaylar. Bir çömlek altın karşılığı bir çömlek su… İnanılmaz kârlı bir alış veriş yaptığı düşüncesindedir.
Melek Peyker Hanım, bir çömlek altını Ermeni’ye verir, adamlarından da suyu alacağı çömleği doldurmak üzere kaynağa yerleştirmelerini ister. Çömlek kaynağa yanaştırılır, içine su dolmaya başladığı anda çömleğin dibine var gücü ile bir tekme atar. Çömleğin dibi olduğu gibi açılır ve su Karahisar’a doğru akmaya başlar. Bu şekilde çömleğin dolması mümkün değildir. Çömleğe giren su, açık olan dibinden akıp gitmektedir. Pazarlık çömlek su dolana kadar olduğuna göre, su artık sonsuza kadar Karahisarlıların olacaktır. İşte o an Ermeni, ava giderken avlandığı anlar, ama sözünden dönemez.
Kadınanalar, satın aldıkları suyu iki yıl süren hummalı çalışmalar sonunda kapalı kanallar içerisinde Karahisar’a getirtirler. Hıdırlık’ta bir depo yaptırırlar ve suyu buradan şehirdeki çeşmelere dağıtırlar. Böylelikle Karahisar halkı, şimdi bile beğenerek içtiği sağlıklı, bol ve güzel içme suyuna kavuşur. Bu hizmeti yapan hanım sultanlara Kadınanalar denilir, suya da Kadınana suyu adı verilir.
Kadınanaların mezarları Afyonkarahisar’dadır. Asiye Sultan Kadınana İlkokulu’nun yanındaki, Melek Peyker ve Naime Gevher hanımlar ise Mevlevi Camii yakınlarındaki türbelerinde yatmakta ve Karahisar halkı tarafından rahmetle anılmaktadırlar.
Sıcak bir temmuz gününde Kışlacık köyü yakınlarındaki Şirin Pınar mevkiine gidip buradaki bir kır evinde yaklaşık 20 gün kalan hanım sultanlar, çevreyi gezerken şehre gelen suyun kaynağını da görme olanağını bulurlar. Kaynaktaki su boldur, ancak açık kanallardan geldiği için kirlenmekte ve büyük bölümü ziyan olmaktadır. Bu durum üzüntülerini daha da arttırır. Akşam eve döndüklerinde, yemekten sonra bahçedeki çardakta otururken, söz döner dolaşır su konusuna gelir. Bunun üzerine Melek Peyker kardeşlerine şöyle der:
-Bu dünya hepimizin bildiği gibi fanidir, gelip geçicidir. Günler, aylar, yıllar gelip geçiyor. Bizler de bu fani dünyadan göçeceğiz. Onun için elimizde imkan varken faydalı çalışmalar yapalım. Bu şekilde hiç olmazsa kıyamete kadar rahmetle anılırız.
Diğer kardeşler bu fikre katılırlar, neler yapılabileceği konusunda fikir üretmeye başlarlar. Abla Melek Peyker, bu konuda acele edilmemesini, ertesi gün akşama kadar düşünmelerini ve ondan sonra bir karara varmalarını önerir. Ertesi gün daha akşam olmadan, bu konuyu görüşmek üzere toplanırlar. Fikirler açıklandığında görülür ki, üçü de aynı şeyi düşünmüşlerdir: “Karahisar halkını susuzluktan kurtarmak.”
Hemen Karahisar’a dönerler ve suyun sahibini araştırırlar. Suyun sahibi bir Ermenidir. Kadınanalar, at ve arabanın çıkamadığı sarp tepeler üzerinde bulunan suyun kaynağına iki buçuk saat yürüyerek ulaşırlar ve Ermeni ile pazarlığa otururlar. Ermeni suyu satmak niyetinde değildir, işi yokuşa sürer. Pazarlık uzun sürer ve Melek Peyker Hanım Ermeni’ye geri çeviremeyeceği bir teklifte bulunur. Yanlarında bulunan diğer kişilerin şaşkın bakışları arasında bir çömlek altın karşılığı bir çömlek su almak üzere anlaşmaya varırlar. Melek Peyker Hanım, Ermeni’ye:
-Sana bir çömlek altın veriyorum, karşılığında bu çömlek dolana kadar su alacağım değil mi? diyerek pazarlığı kesinleştirir.
Suyun sahibi Ermeni, Melek Peyker Hanım’ın sözlerini onaylar. Bir çömlek altın karşılığı bir çömlek su… İnanılmaz kârlı bir alış veriş yaptığı düşüncesindedir.
Melek Peyker Hanım, bir çömlek altını Ermeni’ye verir, adamlarından da suyu alacağı çömleği doldurmak üzere kaynağa yerleştirmelerini ister. Çömlek kaynağa yanaştırılır, içine su dolmaya başladığı anda çömleğin dibine var gücü ile bir tekme atar. Çömleğin dibi olduğu gibi açılır ve su Karahisar’a doğru akmaya başlar. Bu şekilde çömleğin dolması mümkün değildir. Çömleğe giren su, açık olan dibinden akıp gitmektedir. Pazarlık çömlek su dolana kadar olduğuna göre, su artık sonsuza kadar Karahisarlıların olacaktır. İşte o an Ermeni, ava giderken avlandığı anlar, ama sözünden dönemez.
Kadınanalar, satın aldıkları suyu iki yıl süren hummalı çalışmalar sonunda kapalı kanallar içerisinde Karahisar’a getirtirler. Hıdırlık’ta bir depo yaptırırlar ve suyu buradan şehirdeki çeşmelere dağıtırlar. Böylelikle Karahisar halkı, şimdi bile beğenerek içtiği sağlıklı, bol ve güzel içme suyuna kavuşur. Bu hizmeti yapan hanım sultanlara Kadınanalar denilir, suya da Kadınana suyu adı verilir.
Kadınanaların mezarları Afyonkarahisar’dadır. Asiye Sultan Kadınana İlkokulu’nun yanındaki, Melek Peyker ve Naime Gevher hanımlar ise Mevlevi Camii yakınlarındaki türbelerinde yatmakta ve Karahisar halkı tarafından rahmetle anılmaktadırlar.
Kara Kuyu Efsanesi
Afyonkarahisar’ın Çobanlar ilçesine bağlı Göynük köyü, adını bu efsaneden almaktadır. “Göynümek” yanma noktasına varıncaya kadar susamak anlamındadır.
Fatih Sultan Mehmet’in hocalarından Akşemseddin, Hicaz’a gitmek üzere 1458 yılında yola çıkmış. Bugünkü Göynük köyünün bulunduğu yere gelindiğinde yanındakiler iyice susadıklarını belirtmek için “Göynüdük” demişler. Akşemseddin elindeki asayı yere üç defa vurmuş, oradan bir su fışkırmış. Temiz, bol, soğuk bir suymuş. Susayanlar kana kana içmişler. O suyun başında konaklamışlar bir süre. O arada Akşemseddin hastalanıp ölmüş. Vasiyeti üzerine oraya gömmüşler. Kara Kuyu hala bol suyu, temiz suyu ile köylülerin susuzluğunu gidermektedir. Özellikle Ramazan ayında her aile oruçlarını Kara Kuyu’nun suyuyla açmak isterler. Kuyu başında kalabalık kuyruklar oluşur.
*
–“ Neden ekmeği güneşe karşı koyuyorsun” demiş.
Kadın :
– “ Kocam dağda sığır çobanlığı yapıyor. O kuru ekmek yerken ben nasıl yumuşak ekmek yerim ki” demiş.
Kadının kendisine ikramı ve kocası hakkındaki düşüncesi Hızır Aleyhisselamın çok hoşuna gitmiş. Hızır Aleyhisselam :
– “ Kızım, çocuğunu ve kocanı da al ve köyün en yüksek yerine çık, fakat asla arkana bakma” demiş.
Kadın, çocuğunu ve kocasını alarak hızla dağlara tırmanmaya başlamış. Fakat tam dağın zirvesine çıkarken kız çocuğunun ağaçtaki salıncakta kaldığını hatırlamış. Geri dönüp baktığında ise köyün sular altında kaldığını görmüş. Kadın evladına duyduğu sevgiyle kendinden geçmiş. Ve çocuğunu almak için sulara doğru yürümüş. Fakat kadın bunda başarılı olamamış. Bu ana ve kızın ayrılığı ile birden sular ikiye bölünmüş. Hızır Aleyhisselam suların üzerinden yürüyünce ikiye bölünen suyun arasında kara parçası oluşmuş. Fakat anne kız kavuşamamışlar. Efsaneye göre senede bir kez anne ve kız buluşurlarmış. Her cuma akşamı ve kandillerde gölün altında kalan caminin minaresi görünürmüş. Rivayete göre ise bunu ancak temiz kalpli insanlar görürmüş.
*
*
dıyaman
ADIYAMAN
Hısn-i Mansur Kalesi Efsanesi
Hısn-i Mansur (Hüsn-ü Mansûr), Adıyaman’ın eski isimlerinden biridir. Kaynaklarda VII. yüzyılda buraya gelen Emevî komutanlarından Kays kabilesine mensup Mansur Ca’vene’ye izafetle bu ismin verildiği rivayet edilmekte ise de başka bir rivayete göre bu ismin Abbasi Halifesi Ebu Cafer El Mansur’un adından gelmektedir. Zamanla halk arasında telafuz şeklinin de değişmesiyle “” olarak bu şehrin ismi değiştirilmiştir.
Efsaneye göre, Adıyaman kalesinin orta yerinde mil üzerinde dönen bir köşk varmış. Şu köşkte savaşı seyreden Arap kumandanının kızı, kaleyi kuşatan Türk kumandanını görür ve ona aşık olur. Kız Türk kumandanına haber göndererek kendisini almayı kabul ettiği takdirde kale anahtarını vereceğini söyler.
Bir gece gizlice Türklerin tarafına kaçan kızı, Türk kumandanı kabul eder ve kendisiyle görüşür. Bu sırada kız, elbiselerinin içinde bir şeyin kendisini rahatsız ettiğini söyler.
Elbiseleri çıkarıldığında kuru bir yaprağın vücudunu tahriş ettiği görülür. Bu duruma çok sinirlenen Türk Kumandanı “Baban seni kuru bir yapraktan dahi sakınır yetiştirdiği halde kendisine ihanet ettin. Kim bilir bize ne türlü ihanetler yaparsın”, diyerek kızı öldürtür. Kale ve şehri yaptığı hücumlarla ele geçirir.
Yediyaman Efsanesi
Çok eski zamanlarda bu kentte oturan ve putlara tapan bir babayla yedi oğlu vardır. Bu yedi kardeş, putlara tapan babalarının dini inancını kabullenmediklerinden, birgün babaları ava çıktığında putları kırarlar.
Babaları, av dönüşü putlarını oğullarının kırıldığını görünce onları birer birer öldürür,
Halk, yiğitlikleri ve mertlikleri nedeniyle, kahraman gözüyle baktığı bu kardeşlere, Yediyaman adını takmıştır.
Sonradan bütün bölgeye yayılan Yediyaman adı, zamanla değişerek Adıyaman şeklini alır.
Bugün şehrin güneyinde Yedikardeş diye bilinen ve yedi mezarın bulunduğu yer, halk arasında halen kutsal sayılmakta ve adaklar adanıp, mum yakılmaktadır.
Gölbaşı Efsanesi
Bir gün Hızır (Aleyhisselam) dilenci kılığında Gölbaşı’na gelerek köy köy dolaşmış. Fakat gece gündüz dolaşmasına rağmen O’nun yüzüne bakan ve O’na yardım eden kimse olmamış. Bunun üzerine köyün dışına doğru ilerlemiş. Sonra köyün çıkışında eski bir ev görmüş ve o evin kapısın çalmış. Pencereden bir kadın çıkmış. Kadına çok aç olduğunu ve köyden kimsenin kendisine bir ekmek vermediğini söylemiş. Kadın evde kuru ekmekten başka bir şeyinin olmadığını söylemiş . Pencerenin önüne koyduğu kuru ekmeklerden ikram etmiş.
Hızır Aleyhisselam :–“ Neden ekmeği güneşe karşı koyuyorsun” demiş.
Kadın :
– “ Kocam dağda sığır çobanlığı yapıyor. O kuru ekmek yerken ben nasıl yumuşak ekmek yerim ki” demiş.
Kadının kendisine ikramı ve kocası hakkındaki düşüncesi Hızır Aleyhisselamın çok hoşuna gitmiş. Hızır Aleyhisselam :
– “ Kızım, çocuğunu ve kocanı da al ve köyün en yüksek yerine çık, fakat asla arkana bakma” demiş.
Kadın, çocuğunu ve kocasını alarak hızla dağlara tırmanmaya başlamış. Fakat tam dağın zirvesine çıkarken kız çocuğunun ağaçtaki salıncakta kaldığını hatırlamış. Geri dönüp baktığında ise köyün sular altında kaldığını görmüş. Kadın evladına duyduğu sevgiyle kendinden geçmiş. Ve çocuğunu almak için sulara doğru yürümüş. Fakat kadın bunda başarılı olamamış. Bu ana ve kızın ayrılığı ile birden sular ikiye bölünmüş. Hızır Aleyhisselam suların üzerinden yürüyünce ikiye bölünen suyun arasında kara parçası oluşmuş. Fakat anne kız kavuşamamışlar. Efsaneye göre senede bir kez anne ve kız buluşurlarmış. Her cuma akşamı ve kandillerde gölün altında kalan caminin minaresi görünürmüş. Rivayete göre ise bunu ancak temiz kalpli insanlar görürmüş.
*
ADANA
Yılanlı Kaya Efsanesi
Adana yöresinde Yılanlı Kaya ile ilgili farklı efsaneler anlatılır. En bilinenlerinden ilki şu şekildedir;
Zamanın birinde Çobanın Gürlek adında bir kızı varmış. Babası ile Gürlek davar gütmeye gitmiş. Kız yaylada çiçek toplamak için babasının yanından ayrılmış. Gürlek uçurumun kenarında çok güzel bir çiçek görmüş ve almak istemiş, Tam almak için uzanırken kocaman bir yılanla karşılaşmış. Korkmuş ama sesini kimseye duyuramamış uçurum çok yüksekmiş aşağı atlarsa parçalanacağını düşünmüş ve Allaha dua etmiş ve bir dilekte bulunmuş; “ Allahım beni ya taş et yada kuş” Yılan da, kızda taş olmuş. Gülek Boğazının adının çoban kızı Gürlek’ten geldiği söylenir.
İkincisi ise;
Çok eski zamanlarda Toros Dağları’nın tepesinde bir krallık kuruluymuş. Kralın güzel bir kızı varmış. Dağların çevresi çok sık bir ormanla çevrili olduğu için buralarda dolaşmak tehlikeliymiş. Çünkü ormanda büyük bir yılan yaşadığı söylenirmiş. Kral da kızına sık sık çevreyi tek başına dolaşmamasını öğütlermiş.
Günlerden bir gün, kızın canı çok sıkılmış ve ormanda dolaşmaya karar vermiş. Bir süre gezdikten sonra dik ve sarp bir kayalığın üzerine oturarak Gülek Boğazı’nı seyretmeye başlamış. Birden büyük bir gürültü duymuş. Aşağı baktığında kayalıklardan yılanın geldiğini görmüş. Ne yapacağını şaşırmış. Kurtulamayacağını anlayınca: “Allah’ım, beni yılana yem yapacağına burada taş yap daha iyi.” diyerek dua etmiş. Kızın duasını kabul eden Allah hem kızı hem yılanı orada taşa çevirmiş.
Yıkılış Efsanesi
Tarih boyunca bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış Çukurova yöresi, bağrında gelişen kültür zenginliği ile eşsiz bir değere sahiptir. Yörede hüküm sürmüş medeniyetlerin çeşitliliği; bölgeye hakim olma arzusu kadar, ona hakim olanların “kaybetme” korkusu; bir çok efsanenin doğuşuna da ilham kaynağı olmuştur. Asırlardır kulaktan kulağa dolaşan efanelerin de etkisiyle, Adana yöresinde söylenegelen bir deyiş vardır: “Misis yılanla, Ceyhan yelle, Adana selle gidecek…”
Bu sözün temelinde şu inanış yatmaktadır:
Adana, Seyhan Nehri’nin yanı başında bir düzlükte kurulmuştur. Eskiden nehir sık sık taşar, evleri, köyleri yıkar, tarlaları su altında bırakırmış. Adana’da sık sık sel olduğu için birgün şehrin bu yüzden yok olacağına inanılır. Ceyhan’da ise evler çok eskiden topraktan ve kamıştan yapılırmış. Her yanı açık olduğu için, kuvvetli bir rüzgârda birçok ev yıkılıp gidermiş.
Misis’in yılandan gitmesine gelince, bu da yine yörede çok bilinen Şahmeran efsanesi ile birlikte anlatılır. Efsaneye göre Misis yakınında küçük bir dağın tepesine kurulmuş, Yılankale denilen bir kale vardır. Bu kalede sütle beslenen birçok yılan varmış. Bu yılanlar, bir gün sütsüz kalıp kaleden çıkacaklar ve Misis’e inerek orada yaşayanları sokacaklarmış.
Anavarza Efsanesi
Vaktiyle Anavarza, yiğit insanların ve güzel kızların yaşadığı büyük bir şehirmiş Kent ve kale, dıştan gelecek tehlikeye karşı koyabilecek durumdaymış. O zamanlarda şehirde yaşayan taş ustaları, taştan oymalarla evleri ve meydanları süsler, insana şaşkınlık verecek, hayranlık duyulası eserler yaratırlarmış.
Gündüzleri, halk kentten çıkar, tarlada-bayırda işini görür, akşam olduğunda ise kente geri dönermiş. Kentin dışı, derin hendeklerle ve yüksek duvarlarla çevriliymiş Kentin kapısındaki asma köprüden başka içeri girebilecek hiçbir yer yokmuş.
Halk, bu güzel kentte huzur içinde yaşarmış. Akşamları her ev, kahkahayla dolarmış, ağıtlar şarkı diye söylenirmiş. Halk mutluymuş, günler böyle gelir geçermiş.
Anavarza Kralı’nın, gökyüzünde parıldayan Ay’a; “Sen doğma, ben doğayım” diyen dünya güzeli bir kızı varmış Bu kız, akıllı mı akıllı, güzel mi güzelmiş Gel gör ki, günlerden birgün, bu kız yüzünden kentin huzuru kaçmış, kralın o gülen yüzü kızarmış, kaşları çatılmış.
Birgün Sis Kralı’nın elçisi, Anavarza Kralı’na gelmiş ve “Ulu Sis Kralı adına, yüce Anavarza Kral’ına saygılarımı sunarım”"Söyle bakalım, ne diler kralın bizden?” deyince de elçi:
- Kralım kızınızı oğluna ister, demiş
- Yaa, öyle mi?
- Evet yüce kralım
- Ya istediğini kabul etmezsem?
- Ulu kralım bunu da düşünmüştür Kızınızı oğluna vermezseniz, krallığınıza savaş açacağını bildirmekle de görevli bulunuyorum
- Savaş diler demek?
- Hayır Ama
- Sis Kralına söyle, bu işi düşünmemiz gerekir
- Kralım kızınızı oğluna ister, demiş
- Yaa, öyle mi?
- Evet yüce kralım
- Ya istediğini kabul etmezsem?
- Ulu kralım bunu da düşünmüştür Kızınızı oğluna vermezseniz, krallığınıza savaş açacağını bildirmekle de görevli bulunuyorum
- Savaş diler demek?
- Hayır Ama
- Sis Kralına söyle, bu işi düşünmemiz gerekir
Sis Kralı’nın elçisi, böyle diyerek gitmiş gitmesine de, dert geldi mi, üst üste gelirmiş Sis Kralı’nın elçisi gidince, bu defada Misis Kralı’nın elçisi kapıya dayanmış O da kızını Misis Kralı’nın oğluna istemeye gelmiş O da aynı istek ve tehditlerde bulunmuş.
Anavarza Kralı, çok halim-selim, iyi yürekli bir insanmış Ne yapacağına karar verememiş ve kara düşüncelere dalmışBakmış ki, durum çok çetin, gittikçe de karmaşık bir hal alıyor Kızını bu krallardın hangisinin oğluna verse, diğeri yine kendi halkına savaş açacak Belki de ülkesi elden gidecek Hiçbirine vermezse, bu defa da iki ülke halkı ile savaşmak zorunda kalınacak diye düşünüp durmuş.
Kız, babasının haline çok üzülmüş Kara düşüncelere dalan babasına, “Olur mu ey benim Kral babam, ben senin kızın değil miyim? Bana derdini niçin açmazsın?” diye kahırlanmış Kral, “Kızım, güvercin topuklu yavrum, demiş Çok haklısın Bilmem ki ne etsem Sis Kralı elçi göndermiş, oğluna seni ister Misis Kralı da elçi göndermiş O da oğluna seni ister Vermezsem savaş açılacak, hangisine tamam desem, yine de olacağı bu Ne yapmalı, bilemedim!” demiş.
Kızı gülmüş ve “Ondan kolay ne var, babacığım!”, demiş “Şeytan bile çözemez bu düğümü kızım” demiş kral Kızı da; “Kral babam, bundan kolay bir şey yok! Dersen ki onlara, ‘ben kızım veririm, veririm ama, bir şartım var Anavarza’nın suyu az Buraya bol suyu önce kim getirirse, onun oğluna kızımı veririm’ Onlara öyle söyleyin siz Gerisine karışmayın”.
“Bak işte bunu hiç düşünmemiştim O zaman savaşsız çözeriz bu işi” demiş kral “Elbette babacığım Halkımız rahat, huzur içinde yaşıyor Onların benim yüzümden acılara katlanmalarını, ölmelerini istemem hiç” demiş kızı.
Böylece aradan günler geçmiş Her iki kralın elçileri, Anavarza Kralı’nın kararını öğrenmek üzere Anavarza’ya gelmişler. Kral onlara kızının önerdiği çözümü söylemiş: “Anavarza’ya bol suyu ilk getireninin oğluna kızımı vereceğim Kararımı krallarınıza böyle iletiniz”.
Elçiler, bu kararı hemen kendi krallarına iletmişler Bunun üzerine, Sis Kralı yukarıdan, Misis Kralı da aşağıdan başlamış su yolunu yapmaya Sis Kralı su yolunu yontma taşlardan, çok güzel, sağlam biçimde yaptırmaya uğraşırmış Bu yüzden işi gecikirmiş.
Misis Kralı da kerpiçten yaparmış su yolunu Bu yüzden Misislilerin su yolu çabuk ilerlemiş.
Günler geçmiş, yollar ilerlemiş, sonunda aşağıdan Misislilerin suyolu görünmüş. Sislilerden bir haber yok Misislilerin suyolunun kente yaklaşmakta olduğunu gören kızı almış bir üzüntü. Meğer içten içe yiğitliğini duyduğu Sis Kralı’nın oğlunu seviyormuş Ona adamlar göndermiş: “İyiye kötüye bakma Elini çabuk tut, su yolunu bir an önce bitir!” demiş.
Ama taş yol bu Peynir değil ki; doğrana Çamur değil ki; sıvana Sonunda Misislilerin yolu bitmişSu gelmiş kentin kapısına dayanmış Dayanmış dayanmasına, ama kız buna dayanamamış. Sevmediği biriyle evlendirilmektense, canına kıymaya karar vermiş ve kendisini kayalıklardan aşağıya atmış,
Derler ki; Anavarza o günden sonra bir daha şenlik nedir bilmemiş Neşe dolu kahkahalar, kentin evlerinden bir daha hiç yükselmemiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.