KAYIP KITA: MU...

Batık Mu Kıtası

Mu, yani Güneş İmparatorluğu; eski çağlardan günümüze ulaşan tabletlere göre ilk insanın da anavatanı olduğu, Pasifik Okyanusu’nda, Asya ve Amerika kıtalarının ve Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde ve günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce şiddetli yer sarsıntıları sonucu battığı sanılan kıta ezoterik kaynaklara göre insanoğlunun ana vatanı, dünyanın en eski yerleşim merkezi, din, mitoloji, efsane, destan ve sembollerin doğduğu yer. 70.000 yıl önce var olduğu tahmin edilen bu kıta üzerinde yaşayan 64 milyon insanla birlikte sulara gömülerek yok olmuştur. Bazı araştırmacı bilim adamları dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunmuş olan tabletlerdeki yazı ve sembollerin ezoterik bilgileri kanıtlar nitelikte olduğunu ileri sürmektedirler. Güneş İmparatorluğu’nun Mu dilindeki adının U-luum-il şeklindeki bileşik kelimeden türeyen bir isim olup İl, Kudret, Devlet anlamına geldiği ifade edilmektedir.

Günümüzde Mu’nun bulunduğu bölgede yer alan ada ve adacıklar bu kıtadan arta kalanlardır. İşin ilginç tarafı 12 000 yılın bu medeniyetin batış tarihi olması, bu medeniyetin başlangıcının çok daha eskilere dayandığını göstermektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur. Ayrıca bu medeniyetin Atlantis Medeniyetinden önce ve Atlantis’in bu medeniyetin mirasçısı olduğu söylenmektedir.

İlk kez İngiliz albay ve gezgin James Churchward’ın Hindukuş Dağlarında ve Tibet’te yaptığı araştırmalara dayanarak yazdığı altı kitapta ortaya atılan geçmişte üzerinde ileri bir uygarlığın bulunduğu, Pasifik Okyanusu’nda bir kıtanın varlığı konusundaki görüş, çeşitli belge ve bulgular mevcut olmakla birlikte, henüz arkeologlar arasında yaygınlık kazanmamış bir görüş veya bir varsayım olmaktan öteye gidememiştir.

Churchward’ın iddia ettiğine göre Mu uygarlığını araştırmasına başlaması, Batı Tibet’teki, adını vermediği gizli bir tapınağın arşivlerinde bulunan, çok eski bir dilde yazılmış olan Naacal Tabletleri’ni okumasıyla başlamıştır. Churchward 1883 yılında bu tabletleri okuyabilme becerisini de yine o tapınakta bulunan Rishi adlı bir Tibet rahibinden öğrenmiştir. Churchward, bu tabletleri çözümleyebilmek amacı ile manastırda kaldığı iki yıl süresince çeşitli sembollerden ve şekillerden oluşan, eski ve ölü bir dil olan Naacal dilini Rishi’den öğrenmiş ve tabletleri çözümlemiştir. Tabletler çözümlendiğinde Tibet’e MU kıtasından Naacal rahipleri tarafından getirildiği ortaya çıkmıştı. Tableti yazanlara Naacal Kardeşlik örgütü de denmekteydi. Naacal’lar hem bilim adamı hem rahiptiler ve Mu ülkesinde yönetici konumdaydılar. Bilinen ilk tek tanrılı dini hem kendi kıtalarında, hem kolonilerde yaşayan insanlara daha rahat anlatabilmek amacı ile bu semboller dilini kullanıyorlardı. Böylece Tibet rahiplerinin yüksek ruhsal güçlere ve ezoterik (batıni, içsel) bilgilere sahip olmalarının açıklaması da burada yatıyordu.

Churchward sonraki yıllarda, mineralog ve arkeolog olan Dr. William Niven tarafından Meksika’da 1921-1923 yıllarında ortaya çıkarılan tabletler üzerinde çalışmıştır. Churchward’a göre,Mexico City yakınlarında 1921–1923 yılları arasındaki kazılarda keşfedilen bu 2600 tablet, Tibet’te öğrendiği Naga-maya ya da Naacal dili denilen bir dilde yazılmıştı. Churchward’a göre bu tabletlerin 12.000 yıldan daha eski olduğu Karbon 14 testi ile anlaşılmıştır. Meksika tabletlerinin çözümlemesi ancak Churchward tarafından yapılabilirdi. Böylece Mu kıtası, göç yolları ve batışı hakkındaki bilgiler hakkındaki eksikler tamamlandı. James Churchward, Willam Niven’i  günümüz bilimlerine, kendisine ışık tutan, katkıda bulunan çalışmalarından dolayı sevgi ve saygı ile anmaktadır. Belki de  Niven’in kazıları olmasa Churchward çalışmalarını bu kadar ileri götüremeyecekti.

Yaklaşık 50 yıl boyunca 20’den fazla ülkeye giderek Mu uygarlığı hakkında veri toplayan James Churchward’un ve Mu varsayımını destekleyenlerin Mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir:

  • M.Ö. 15.000 civarında Pasifik okyanusunda, deniz yolu ile uzak, ekvator iklimine yakın, insanların mutlu yaşadıkları, din kitaplarında cenneti temsil eden motiflerin, büyük şelalelerin, zehirli olmayan hayvanların, verimli düzlüklerin ve ovaların oluşturduğu çok verimli bir kıta vardı.

  • Burası yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır.

  • Mu kıtası kuzeyden güneye 5 000, doğudan batıya 8 000 kilometre kadar uzanan, üç kara parçasından oluşan Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde, dev bir kıtaydı. Kıtanın iki büyük adası arasında büyük bir tuzlu bataklık bölgesi mevcuttur.

  • Bunun yanında da bu büyük kıtanın çevresinde de belli takımadalar vardır. Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Malinezya takımadalarını oluşturan adalar, Şili’nin açıklarında bulunan Juan Fernandez adası ve Paskalya adası da, muhtemelen bu kıtadan arta kalan parçalardır.

  • Bu kıta, büyük depremler ve büyük tektonik fay hareketleri sonucu, dünyanın yaşadığı kozmik bir anomaliden dolayı kimilerine göre de kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür. Batışın bir anda olmadığı, 2 veya 3 ayrı felaket ile birlikte 40 yıllık bir süre içinde bu kıta sisteminin yok olduğu düşünülmektedir.

  • Mu uygarlığı folklor ve kültürel bir yapı oluşturacak duruma gelmişti. Aynı tarihlerde Mu’lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı, 26. paralel civarında Mexico City, Mısır ve şu anki Tibet’in de bulunduğu 3 bölgede olmak üzere. Bu koloniler de kıta haricinde 3 ana düşünce merkezinden dünyaya belli şekillerde yayılmaya başlamıştır. Dünya üzerinde çıkan 3 büyük kültürün, Mısır, Maya-Aztek, Hint-Tibet kültürlerinin 26. paralel civarında olduğu görülür. Anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu’ydu. Mu’dan göçün Güney Amerika’dan Atlas Okyanusunda daha sonra batan yine efsanevi bir kıta Atlantis’e de ulaştığı sanılmaktadır.

  • Mu’da tek tanrılı bir din bulunuyordu. İnsanlar büyük bir uyum içersinde ve tek tanrı inancı ile yaşamaktaydı. Bu dinin esası, Tanrı’nın tek oluşuna, ruhun ölümsüzlüğüne ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu. Mu’lular bu tek tanrıya güneş ile sembolize ederek Ra ismini verirlerdi. Onun için Mu uygarlığına Güneş İmparatorluğu da denmekteydi.  Ra adının daha sonra Maya ve Mısır dillerinde de aynı anlamda kullanıldığını görürüz.

  • Rahip-kral olarak görev yapan liderlerine Ra-Mu, bilim adamı da olan rahiplere Naacal (Naakal) denilmekteydi. Mu dininin öğretimini Naakaller üstlenmişlerdir ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardır. Yöneticiler ve aristokrati, babadan oğula geçmez, kişiler, toplum içindeki başarı ve üretimi ile doğru orantılı bir şekilde seçilirdi.

  • Atlantis’teki din Mu’nun tek tanrılı dininden başka bir şey değildir.

  • Mısır’daki Ra ile hemen hemen aynı özellikler gösteren “Ra” sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, “O” diye hitap ettikleri Tek Tanrı’yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifade edilirdi. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır’a da taşınmıştır.

  • Kıtada 4 ayrı insan grubu yaşardı ve onlar bu dünyaya bir başka ana vatandan geldiklerine inanırlardı. Anavatanlarının neresi olduğu tespit edilemişti. Hopi ve Dogonlar buna Sirius derlerdi. Fakat bunun gerçekliğini kanıtlayacak arkeolojik tablet ve gözlem bulunmamaktadır. Dört ırktan oluşan Mu’lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı.

  • Mu’lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler.

  • Telepati, durugörü, çift bedenlenme, astral seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler Mu’lularda olağan yetenekler olarak mevcuttu.(Bu, Churchward’un değil, bazı izleyicilerinin görüşüdür).

  • Mu uygarlığının en önemli çöküş nedeni, teşevvüş adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır. (Bedri Ruhselman’a göre)

Genelde bu iddiaların herhangi birini destekleyecek arkeolojik veya antropolojik bulgu bulunmamaktadır. Mu dinine, kolonilerine (örneğin Uygur İmparatorluğu kolonisi fikri) ve Mu kıtasının nasıl battığına ilişkin iddialar Mu varsayımını savunanlar arasında da genel geçer kabul görmemiştir ve farklı düşünceler mevcuttur (Burada Uygur kelimesi muhtemelen yanlış geçmiştir doğrusu Ugor olabilir).

Churchward’un yararlandığı ve tezini desteklediğini ileri sürdüğü kaynaklar şöyledir:

  1. Dr. William Niven’in 1921-1923 yılları arasında keşfettiği, günümüzde Mexico Müzesi’nde bulunan 2600 tablet.

  2. Yucatan’da hazırlanmış eski bir Maya kitabı olan ‘Troano El Yazması’. British Museum’da bulunmaktadir.

  3. Bir başka Maya kitabı olan Cortesianus Kodeksi. Bugün Madrid Ulusal Müzesi’nde bulunmaktadır.

  4. Paul Schlieman tarafından Tibet’teki bir Budist tapınağında keşfedildiği ileri sürülen “Lhassa Belgesi”.

  5. Yucatan’da (Meksika) Churchward’un batan Mu kıtasının anısına inşa edilmiş olduğunu ileri sürdüğü Uxmal tapınağı’ndaki yazıtlar. Bu tapınaktaki yazıtlarda “geldiğimiz yer olan Batı ülkelerinin anısını korumak için inşa edilmiştir” ifadesi bulunmaktadır.

  6. Meksiko şehrinin 96 km. güneybatısında yer alan Xochicalo Piramiti yazıtları. Bu piramit, üzerindeki yazıtlara göre, “Batı ülkelerinin yıkımının anısına” inşa edilmiştir.

  7. Perezianus ve Dresden kodeksleri.

                                         Naacal Tabletleri’nden bazı ifadeler

“Ulu büyük Melik’in… Ulu Hükümdarın, Yüce Tanrının karada gücü nedir ? O Melik nebatatı büyütür, gökyüzünün rengini değiştirir… Bizi genç bitkilere, taze sürgünlere, yeni filizlere karşı müşfik kılan, bize gök yüzünün çeşitli renklerini seçtiren, yükselen bulutlan gösteren, parlak yıldızlar ile beraber gelen nimetleri, hafif çiyi, serinletici yağmuru gönderen, güneşi, ayın ışığını sevdiren büyük Melikin, Ulu Hükümdarın, Yüce Tanrının kudretini kâinat selâmlasın!… O, arzda insan yaratmış, insanları çoğaltmış, emirlere emir dinleyecekler, emir dinleyeceklere emirler ihsan etmiştir. İnsanları yaratan, emirlere salâhiyetler sunan, tebaaları itaatli kılan büyük Meliki, Ulu Hükümdarı, Yüce Tanrıyı kâinat alkışlasın…. Büyük Melikin, Ulu Hükümdarın, Yüce Tanrının denizde gücü nedir? O Melik gümüş balıklarını, yılan balıklarını, maymun balıklarını, ıstakozları, derin sularda yüzen iri balıkları, denizdeki diğer çeşit balıkları ve sair şeyleri deniz ile beraber halk etmiştir. Bu Yüce Hâlikı kâinat selâmlasın!… Bizi sineklerin, böceklerin, kurtların, diğer haşerelerin zararlarına karşı dayandıran odur. Onu, her şeyin Halikını, kâinat subhanekeler ile yücelesin !”

Mu kıtası sıcak, fakat pek münbit ve mahsuldar, ovalık bir memleket idi. Her tarafı güzel çayırlar, meralar, düzlüklerde bitmiş zengin ormanlar süslüyordu. Akışları sakin, muntazam, geniş yataklı, seyrüsefere fevkalâde müsait nehirler kenarında kalabalık nüfuslu, büyük, zengin şehirler vardı. Dünya cenneti denmeğe lâyık olan bu kıtada hiç yüksek dağ yoktu. Dağlar yalnız orada değil, dünyanın başka taraflarında da henüz fazla yükselmemişti. Mu ve Muluların mevcudiyeti yeryüzünde büyük dağların teşekkülünden evvelki jeolojik zamana, üçüncü arz devrine tesadüf ediyordu. Mu ormanlarında ve sularında bu devrin hayvanları yaşıyordu. Mu insanları her nevi hayvanı muti bir hale getirmenin yolunu biliyorlardı. Koca kıtayı pek düzgün yollar ile kurşuni örümcek ağını örnek tutarak örmüşlerdi. Yollar nereden başlar, nerede biter, kestirilemez idi. O kadar mükemmel yapılmışlardı ki, kalıntıları karşısında günümüzün mühendisleri, kaldırım ustaları gözlerine inanamamaktadırlar. Main şeklindeki kaldırım taşları yan yana konuvermiş değil, birbirine kopmayacak surette eklenmiştir. Ne taraftan bakılsa kenarlar hattı müstakim teşkil eder.

1900’lü yılların başlarında 250 civarında hiyeroglif Sydney’in 100 km. kuzeyindeki Hunter Valley ulusal parkında keşfedilmiştir. Bunlar antik Mısır hiyeroglifleridir. Kuşkuya yer bırakmayacak olan Eski Mısır Tanrısı “Anubis” çizimi ile birlikte hiyeroglifler şu soruyu akla getiriyor: Acaba Eski Mısırlılar Avustralya’ya mı gitmişlerdi ?

Pasifikte bulunan Yonaguni Batık Yapıları’nın da Mu ile ilgisi olabilir. Bu konudaki ayrı yazımızı okuma için lütfen tıklayın: https://bpakman.wordpress.com/dunya/mu/yonaguni-piramidleri/

                                                     Mu ve Piramitler

Mu, tüm kolonilerinde, ruhun ölümsüzlüğünü ve çeşitli aşamalar ile yükselişini savunduğu piramidal yapıları ve piramitsel yerleşim alanlarını kullanan bir kültürdür. Dünya üzerinde tüm önemli piramitlerin bulunduğu bölge 26. paralel ve yakınlarıdır. Mesela, Mısır’daki 3 piramit ve büyük piramidal kompleksler, büyük Maya ve İnka piramitleri,

Bir Maya Piramidi
Bir Maya Piramidi

Kuzey Hindistan’da bulunan bazı piramidal yapılar ve Çin’de bulunan 400‘e yakın piramit hemen hemen aynı hat üzerindedir. Şu an için Mısır piramitleri ve Meksika piramitleri üzerinde yapılan araştırmalar devam etmektedir ancak Çin’deki hükümet ve siyasi yapı yüzünden araştırmalarına izin verilmemektedir.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin sınırları içinde kalan Xian (Şian) şehrine 100 km uzaklıkta Qin Ling Dağlarında  M.Ö. 15.000 civarında yapıldığı düşünülen 300 metre yüksekliğinde dünyanın en büyük piramidi bulunmaktadır. Buna “Beyaz Piramit” denilmektedir. Bu piramidden başka 100 adet irili ufaklı höyük de bulunmaktadır. Dünyadaki en büyük piramit Mısırdaki Keops değil, Çin’deki bu Beyaz Piramit’tir. Bu piramitlerin Mısır piramitlerinden farkı, Mısır piramitlerinden yaklaşık olarak 2 kat daha büyük olmaları ama araştırılmamış olmalarıdır. Bu piramitlerin Mu adlı kağan zamanının Uygurlarına ait olduğuna da dair bazı varsayımlar vardır. “Türk piramitleri” denilen bu piramitlerin keşfi konusunda birçok iddia bulunuyor. Bunların arasında en yaygın olanı ise İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalı C-54 yardım uçağı pilotu James Gaussman’ın Hindistan’dan Çin’e uçarken piramitleri gördüğüne dair iddialar.Gausman gördüğü şeyi şöyle anlatır, “Düz bir ovanın üzerinde uçuyordum. Tam altımızda çok büyük, beyaz bir Piramit vardı. Piramit metal ya da bir çeşit taştan imal edilmiş gibi duruyordu. Dört tarafı saf beyazdı. En muhteşem yeri tepesindeki taştı, elmasa benzer büyük bir parçaydı.”

Gaussman’ın iddialarının aslında Trans World Havayolları’nın Uzak Doğu yöneticisi Binbaşı Maurice Shehan’a ait olduğu düşünülüyor. Shehan 28 Mart, 1947 tarihli The New York Times gazetesinde piramidi gördüğünü açıklamıştır. Sheahan’ın bahsettiği piramit daha sonra The New York Sunday News’ın 30 Mart, 1947 sayısında fotografıyla görünür. Bu fotoğraf’ın daha sonra James Gaussman tarafından çekildiği söylenmiştir. Gaussman’ın bölgedeki piramitleri görmesinin ardından Alman araştırmacı yazar Hartwig HausDorf bölgeye giderek piramitler hakkında birçok materyal toplamış.

Araştırmacı yazar Oktan Keleş, Hausdorf’un bu piramitlerde, ön Türklere ait “yazılar ve çok değişik mumyalar olduğunu” söylediğini, ancak bunları delillendiremediği için bilgilerinin kuşkuyla karşılandığını belirtiyor. Piramitlerin sayısının irili ufaklı 100 civarında olduğu belirtilirken, söz konusu piramitlerin kime ait olduğu ve içindekiler hakkında kesin bilgi bulunmuyor.

“Beyaz piramitler”, “Türk piramidi” diye de anılan Çin piramitleri hakkında araştırmalarda bulunan ve piramitlerin içine giren ilk Türk araştırmacı yazar Oktan Keleş, piramitlerdeki materyallerin Türk tarihi açısından büyük önem arz ettiğini ve “bütün ezberleri bozacak kadar dünya tarihi açısından önemli olduğunu” söyledi.
Keleş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, “Buradaki materyaller konunun uzmanları tarafından incelendiğinde şunu söyleyebiliriz: Tarihin tekrar yazılması gerekebilir” dedi. Keleş, bölgeye daha önce de araştırma yapmak için başkalarının gittiğini ancak araştırmacıların görüntü almasına izin verilmediğini ve şimdi yayımlanan fotoğrafların, “şu ana kadar yayımlananlar arasında bir ilk” olduğunu vurguladı.Yaşlı bir Çinli rehberliğinde piramitlerin iç kısımlarına girdiklerini belirten Keleş, piramitlerin içinde Türklere ait olduğunu düşündükleri sembol, heykel ve tabletler olduğunu kaydetti.Keleş, kendilerinin ortaya koyduğu deliller karşısında Çinli yetkililerin, “Eski dönemlerde Uygurlar, Çinliler adına paralı asker olarak görev yapıyorlardı. Buradaki semboller ve işaretler onlardan kalma” dediğini aktardı ve “Bu düşünce tabii kendilerine ait” diye konuştu.

Piramitlere giderken ve piramitlerin içinde yaşananları aktaran Oktan Keleş, yaşlı bir Çinli rehber eşliğinde piramitlere yakın bir yerden doğal bir mağaranın içerisinde girdiklerini ve karanlıkta 40-50 metre kadar yürüdüklerini anlatarak, “Mağarada 3 kanallı bir girişe geldik. Sonra dikey bir yerden 7-8 metre aşağı kaydık. Geniş bir alana geldiğimizde Çinli rehber bize ‘Piramidin içindeyiz’ dedi” diye konuştu.
Keleş, piramidin tabii bir oluşumun üzerine inşa edildiğini belirtti ve Çinli rehber eşliğinde bir mezar odasına ulaşıldığını aktardı.

Mezar odasında yerde boyu 2 metreye yakın bir mumya olduğunu belirten Keleş, mumyanın başında bulunan bir kayada çeşitli işaret ve yazıların yanı sıra “ay yıldız, kurt başları” gördüklerini söyledi. Bunları yandaki fotoğraflarda görebilirsiniz. Lütfen önce üzerini tıklayarak büyütün. Keleş, alana ışık tutulduğunda “şoke olduklarını” ve “3 metre boylarında, muhtemelen granit taştan yapılma bir baş heykeli” ile karşılaştıklarını kaydetti.

Keleş, heykelin üst kısmında çift boynuza benzer bir objenin bulunduğunu, kafasının ortasında da bir “ay-yıldız” simgesinin göze çarptığını anlattı. Heykelin yanında da kucağında çocuk olan başka bir kadın heykelinin ve yerde bir mumyanın bulunduğunu belirten Keleş, şöyle devam etti: “İhtiyar Çinli, dizlerinin üzerine çöküp bir şeyler mırıldanıyor. Gördüğümüz mumya bir erkeğe ait. 30 sene kadar önce yüzü daha net seçiliyormuş hatta ayaklarında çizmeye benzer şeyler olduğunu söylüyor, yaşlı Çinli. İçeride yaklaşık 7-8 dakika kadar kaldık ki, ihtiyar Çinli acele çıkmamız gerektiğini işaret ediyor. Biz biraz daha kalıp, etrafı iyice incelemek istiyoruz. Yaşlı Çinli sertleşiyor, teklifimizi kabul etmiyor. Aşağı doğru merdivenle inilen bir yer görüyoruz ve oraya inmek istiyoruz. Yaşlı Çinli, ‘oraya inişin çok zor olduğunu, indikten sonra çıkışın daha da zor olduğunu, buradan acele çıkmamız gerektiğini’ söylüyor. Çinli’nin bu kadar telaşlı olmasından ve sinirlenmesinden dolayı aşağı inemedik. Ancak fenerle şöyle etrafı bir taradığımızda, duvarlarda yazılar ve şekillerle üst üste dizilmiş ve birbirlerine yapışmış tabletleri gördük daha fazlasını seçemedik.

Keleş, yaşlı Çinlinin verdiği bilgiye göre, mumyanın yüzünün önceden daha net olduğunu, ancak zaman içerisinde köylülerin mumyanın bazı parçalarını koparması nedeniyle bozulmaya başladığını söyledi.

Çift boynuzlu granit taştan üç metrelik baş figürünü sorduklarında ise şaşırtıcı bir cevap aldıklarını belirten Oktan Keleş, Çinli’nin “O sizin atanız Oğuz Kağan’ın temsili suretidir” dediğini nakletti.

Keleş, Çinli’nin piramidin alt kısmında başka bir mumya olduğunu ve onun hiç bozulmadığını ileri sürdüğünü, ayrıca var olan binlerce tabletten bazılarının zaman içerisinde aşınarak birbirine yapıştığını söylediğini aktardı.

Piramitlerin bulunduğu bölgenin yasak olduğuna dair söylentilerin sorulması üzerine Keleş, bölgenin tamamen yasaklanmış bir bölge olmadığını, ancak içeride araştırma ve çekim yapmak konusunda izin verilmediğini belirtti.

Keleş, özellikle Alman bilim adamlarının yaptığı çalışmaların “oldukça önemli” olduğunu, ellerinde bazı bilgiler olmakla beraber görüntü olarak kanıt sunamadıklarını vurgulayarak, “Bildiğimiz kadarıyla bizim yayımladığımız görüntüler bu alanda en kapsamlı görüntüler olma özelliğine sahiptir” diye konuştu.

29 Haziran 2002 tarihli Ceviz Kabuğu TV Programına telefonla bağlanan Sağlık eski Bakanı Halil Şıvgın şunları anlatıyor: “1984 yılında … Çin’i ziyaretim sırasında Turfan’a götürdüler…Orada bizi gezdirirken mumya bulduklarını söylediler ve biz mumyaları gördük. O gördüğümüz mumyaların Mısır’daki mumyalardan çok farklı olduğunu ifade ettiler, yani teknoloji olarak, yapımı olarak Mısır’daki mumyaların önünde olduğunu... Bu mumyalardaki üstünlüğü bilim adamları ortaya koymaya başladılar. Bilim adamlarının ortaya koydukları bir gerçek var ki, ilk defa mumya kültürünün Türkler’den geliştiği ortaya çıkıyor. Bundan dolayı da ben …”Mısır’daki medeniyet Türk Medeniyetidir” tezine iştirak ediyorum…

Aynı programa katılan araştırmacı yazar Turgay Tüfekçioğlu ekliyor : “… Bakın, buradaki Urumçi’de teşhir edilen mumyalardan ilk birincisi 55 yaşında ve Milât’tan önce 1000, yani günümüzden 3000 yıllık. Bir başkası gene 1600, en yaşlı olarak da işte bu “Lolan” denilen bayan mumyası var, Doğum’dan (Milattan) önce 2000 bu, yani 4000. şimdi en büyük özelliği iç organlarının çıkartılmamış olması. Başka?.. Şu andaki mumyaların durumu Mısır mumyalarına nazaran çok daha iyi olması…Dahası, bir mumyanın üzerinde ameliyat izi var, at kılıyla dikilmiş. Amerikalı doktorların tespiti, dünyada ilk ameliyat veya operasyonlardan bir tanesi olarak
kabul ediliyor. Dahası var; burada kumaş ekose ve boyalı ve Doğum’dan
(Milattan) önce 2000’i konuşuyoruz, günümüzden 4000 sene öncesini konuşuyoruz.”  Şıvgın  tekrar söz alıyor ve diyor ki: “Gazi Yaşargil’le İsviçre’de aşağı yukarı 13-14 yıl önce bu konuyu tartıştım… Dedi ki, “Biz buradan bir bilim heyetiyle oraya gittik, o tarafa gittik ve bazı kazıları biz de inceledik. Yapmış olduğumuz çalışmalarda, Türkler’in çok öncelerde, bizim şu anda yapmakta olduğumuz beyin ameliyatlarını yaptıklarını tespit ettik” dedi. Hatta dedi, ben orada Türkler’in yapmış oldukları ameliyatlarla ilgili aletlerden bir tanesini aldım, günümüze uyarladım, o alet benim adımla anılıyor dedi beyin ameliyatında. Yani, Gazi Yaşargil’in adıyla anılıyor.

Burada gördüğünüz mumya resimleri Uygur Türklerinin yaşadığı Çin sınırları içinde kalan Sincan eyaletinin Tarım havzasında bulunan onlarca mumyadan sadece birine ait ve 3800 yaşında. Mumya çok iyi durumda, yarı açık gözlerindeki uzun kirpikleri düzgün biçimde korunmuş ve çok iyi durumdaki uzun saçları omuzlarına düşüyor.  Yandaki resim ise mumyanın bilgisayar ile canlandırılmış hali. Bu mumyaların Çinlilerle hiçbir ilgisi olmadığı aşikar.    Bu insanlar Çinlilerden çok önce yaşamışlar  ve görünümüyle Kafkasyalı insanlara benzerlik gösteriyorlar. Bu iki unsur, Çin’in bulunduğu topraklardaki ilk yerleşimcilerin Mu kıtasından geldikleri ve Türk ve Avrupalıların atası olduklar teorisini güçlendiriyor.  Mumyalarla birlikte bulunan bronz ve koyun kemiğinden yapılma eşyalara bakılırsa, Mu’lular metalürji alanındaki teknolojilerini Orta Asya’ya getirmişler.

2007 yılında, Çin hükümeti National Geographic Topluluğu’nun yürüttüğü gen araştırmasına izin verdi. Yapılan araştırmanın sonunda, mumyaların Avrupa, Mezopotamya, İndus Nehri bölgesi ve henüz belirlenmeyen diğer bölgelerden geldikleri anlaşıldı. Bu belirlenemeyen diğer bölgenin MU kıtası olması muhtemel.

Daha da ilginci, bazı mumyalar, üzerlerine dokuma kumaş giydirilerek gömülmüştü. Bu kumaşlar, İskoçya’nın kuzeyindeki yaşayan klanların ölülerini gömerken giydirdikleri ekoseli kumaşa çok büyük benzerlik gösteriyordu. Ancak ilginç detaylar bununla bitmedi.

Bazı erkek ve kadın mumyalarda, şaman olduklarını kanısını güçlendiren uçları uzun şapkalar bulundu. Bu şapkalar, tıpkı Oz Büyücüsü filmindeki cadı şapkasının benzeriydi. Bu mumyaların giysi ve çantalarında, hint keneviri dahil olmak üzere tedavi amaçlı kullanılan bitkiler çıktı. Ayrıca, tılsımlar ve ayinlerde kullanıldığı düşünülen renkli çubuklar ortaya çıkarıldı.

Tüm bunlardan çok daha fazla gizeme sahip Tarım mumyaları, Pekin hükümetinin fazla üzerine gidilmesini istemediği antik eserler durumunda. Pekin’in bu konudan fazla bahsedilmemesini istemesinin bir diğer sebebi de,  Türklerinin mumyaları sahiplenmesinden korkmaları. Ama boşuna korkuyorlar, biz kılımızı kıpırdatma niyetinde değiliz. Lolan Güzeli ile ilgili diğer bilgileri okumak için lütfen tıklayın.

Avrupalılar, Ruslar, Kızılderililer ve kuzey Hintliler dahil, 1 milyardan fazla insanın atalarının Türkler olduğu bir başka yazımızda irdelenmektedir OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Tarım piramit ve mumyalarını burada bırakalım ve gelelim dünyanın diğer taraflarındaki piramitlere:  Meksika’da Uxmal, Bolivya’da Tiahuanaco piramitleri de yeterince araştırılamamış yapılardandır. Dünya üzerinde nasıl yapıldığı anlaşılamamış pek çok piramit vardır. Bunların bazılarının Türk’lere ait olduğuna dair bazı araştırmalar olsa da, o dönemdeki tarihsel kayıtlar çok yeterli değildir.

                                                   MU’dan göçler

Mu araştırmacılarına göre, Mu kıtasından her kıtaya göçler yapılmışsa da başlıca göçler Kuzey ve Güney Amerika’ya, Orta-Asya’ya, Mısır ve Anadolu’ya yapılmıştır. Kıtadaki uygarlık devam ederken Asya’da ve diğer kıtalarda koloniler kurmuşlardı. Bu kolonilerden bir tanesi de Uygurlardı. Churchward’a göre  70.000 yıl önce mevcut olan Uygur imparatorluğu Avrupa içlerine kadar uzanmaktaydı. Uygur imparatorluğu birine Churchward’un manyetik felaket adını verdiği iki büyük doğal afetle (diğer afet dağların yükselmesidir) darbe yemiş ve sağ kalanlar aralarında Avrupa’nın birçok kavminin de bulunduğu çeşitli ari kavimleri oluşturmuşlardır. Kimilerine göre, Mu ya da Orta-Asya kökenli bu kavimlerin hemen hemen hepsinde (yaklaşık 40 dilde) telaffuzları az çok ufak farklarla, “baba” anlamına gelen ata sözcüğü mevcuttur. Churchward Uygurlar’ın torunları olan bu kavimlerden bazıları olarak Keltler’i, Basklar’ı ve Asyalı İskitler’i sayar.  Yine Churchward’a göre Osiris Mu kıtasında eğitilmiş, Atlantis’te reform yapmış, Atlantis’li bir bilge ya da peygamberdir; öğretisi sonradan “Osiris dini” adını almış olup Hermes Trismegistus tarafından Mısır’a getirilmiştir. ABD’de “uyuyan peygamber” lakabıyla anılmış medyum Edgar Cayce’in “akaşik okumalar”ına göre, Atlantis gibi Mu kıtası’nın da batmasına neden olan etken, Atlantisliler’den satanik yol mensuplarının, ellerindeki nükleer güçleri yıkıcı amaçlarla kullanmaları yüzünden yerkabuğunun dengelerini bozmalarıydı.

Büyük felaketten sonra Mu’dan Kuzey ve Güney Amerika’ya, Mısır’a ve Çin’e yapılan göçlerin her birinin hikayesinde büyük bir felaketten kaçan insanlara yol gösteren önemli bir kahramandan bahsedilir. Hawai yerlileri buna Nau derler. Hopiler, Sirius yıldızından gelen atalarının okyanus ortasında büyük bir adaya yerleştiğini ve onların soyunun da, Nangoşe tarafından kurtarıldığını söylerler. Elimizdeki kaynakları sağlayan çeşitli kültürlere ait kayıtlar bulunmaktadır. En önemlisi tüm diller arasında bazı semitik bağlantılar kurulmaya çalışılmış ve bu semitik bağlantıların sonucunda da, pek çok dilin tek bir dil kalıbından, kök bir dilden türediği görülmüştür.

Çin’e, Hindistan’a, Güney Asya ülkelerine ve çevre adalara kaçanların kitabelerinde kıtamız battı, biz de buraya kaçtık yazmaktadır. Bu yazılı kayalar 14 bin yıllıktır, C14 karbon testleriyle sabittir. Auguste Le Plongeon ve Brasseur de Bourbourg adlı araşturmacılar da Churchward’la aynı dönemde Mu konusunda araştırmalarda bulunmuşlardır; kimilerine görekonuyu ilk kez Le Plongeon gündeme getirmiştir. Arkeolog Egisto Roggero, baron D’Espiard de Cologne, Hans S.Santesson, J.Churchward’dan sonra konuyla ilgilenen önemli araştırmacılar arasında sayılırlar. Mu araştırmacılarına göre, Büyük Okyanus’daki, Mu kıtasından arta kalan, çoğu insanlarca meskun olmayan adalardaki devasa kalıntılar da Mu varsayımını desteklediği iddia edilmektedir. Ancak bu iddiaların hiçbiri bilimsel yönden Mu efsanesine kanıt sağlamamaktadır.

Atatürk ve MU

Atatürk 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında bakın neler diyordu: “Efendiler, bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh’un oğlu Yasef’in oğlu olan kişidir.” Bu tesadüfi bir konuşma değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti.

Tahsin Mayatepek’in Araştırmaları

İlkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat Tahsin Bey, Atatürk’ün isteğiyle 1935 senesinde Meksika Büyükelçiliği’ne atandı. Mustafa Kemal Atatürk Türk tarihinin ve coğrafyasının araştırılması çerçevesinde Tahsin Bey’i ayrıca Mu Kıtası, Mayalar ve Türkler arasındaki ilişkiyi araştırmakla da görevlendirmişti.

Önce Mayakon soyadını alan sonra Mayatepek olarak değiştiren Tahsin bey Amerikalı Arkeolog William Niven’in bulduğu tabletleri gördü. Bu tabletler Tahsin Bey’i şaşkına çevirdi. Çünkü tabletler M.Ö 200.000 ile M.Ö.70.000 yılları arasında Pasifikte yer almış bir kıtayı haber veriyordu. Kıtanın adı MU idi. Avustralya’dan birkaç kat büyüktü. Yüksek bir uygarlığa ulaştıktan sonra deprem veya tufan sonucu battığı sanılıyordu. Maya dilinin kökeninin bu tabletlerde olduğu anlaşılmıştı. Türkçe ile Maya dili benzerlik bu tabletlerde aranacaktı. Tahsin bey Maya kültürünü inceledi ve Türk kültürü ile arasındaki şaşırtıcı benzerlikleri tespit etti. Örneğin 130 dan fazla yer ve kelimenin Maya ve Türk dillerinde aynı veya çok benzer olduğunu gördü

Tahsin Mayatepek Meksika’daki araştırmaları sırasında Maya, Aztek ve İnka uygarlıklarının Türklerin kullandığı eşyalara benzer eşyalar kullandığını Atatürk’e iletmişti. Davullar, kalkanlar üzerlerindeki ay ve yıldız sembollerine kadar Türklerinkilere benziyordu. Tahsin Mayatepek, çalışmalarını belge ve fotoğraflarla 3 ciltlik defter olarak toplayarak Atatürk’e gönderdi. Bunların ikisi 70′lere kadar TDK kütüphanesinde idi. (No7-56) Üçüncü defter kayıptır. Bu defterlerde dini tören, ibadet ve tapınakların bile şaşılacak kadar benzerliği gösteriliyordu.

Tahsin beyin, o zamanki Türk Dilini Tetkik Cemiyeti Başkanı İbrahim Necmi Dilmen ile yazışmalarından sonra Atatürk’e gönderdiği raporlardan bugüne kadar 7. rapordan 13. rapora kadar ulaşılabilmiştir. önceki raporları bulunamamıştır. Başka rapor olup olmadığı bilinmemektedir. Turan Dursun 1978 yılında 14. rapora ulaştığını açıklamış ve bununla ilgili bir inceleme yazmıştı. Mayatepek’in 7 numaralı raporunda Churchward’ın kitaplarından bahsedilir.

Tahsin Mayakon, 2 Mart 1936 tarihinde Churchward’ın kitapları ile ilgili 7. raporu Atatürk’e sunduğunda Arkeolog William Niven’in Meksika’da yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin deşifrelerinden ve ardından James Churchward’ın Hindistan’da bulduğu benzer tabletlerin çevrilerinden haberdar olan Atatürk, Churchward’ın kitaplarını getirtmiş ve 60 çevirmene kısım kısım taksim ederek Türkçeye tercüme ettirmiştir.

Atatürk, Mayatepek’in James Churcward’ın çalışmaları hakkındaki bilgileri aktarmasından sonra kendisini Türkiye’ye davet etmiş, Ancak James Churcward’ın yaşı nedeni ile bu gerçekleşememiştir. Mayatepek raporlarının geri kalanları Maya kültürü ve dili ile ilgilidir. Tahsin Mayakon, Meksika’da Maya kültürünü incelemiş, incelemeleri sonuncunda Güney Amerika uygarlıklarından Maya uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerliğin yanısıra çok sayıda sözcüğün Türk ve Maya dillerinde aynı olduğunu saptamıştı. Bu sözcüklerden biri de Türkçe’deki “tepe” sözcüğüydü (Maya dilindeki karşılığı “tepek” idi ve tepe anlamına geliyordu). Bunun üzerine Atatürk Meksika’ya elçi olarak atadığı Tahsin beyin soyadını “Mayatepek” olarak değiştirmiştir.Fakat Tahsin Mayatepek’in iki kültür arasında bulduğu ortak noktalar sözcüklerden ibaret değildi; her iki kültür arasında, Mayalar’ın ayyıldızlı davullarından, Şamanik kültüründen, kilim desenlerinden, sembollerinden tüy takma alışkanlıklarına kadar pek çok ortak nokta mevcuttu.Tahsin Mayatepek, çalışmalarını belge ve fotoğraflarla 3 ciltlik bir defter halinde toplayarak Atatürk’e gönderdi. Bunların ikisi 1970’lere kadar TDK kütüphanesinde bulunuyordu (No:57-56) Üçüncü defter kayıptır. Bu defterlerde dini tören, ibadet ve tapınaklarda da benzerlikler bulunduğu belirtiliyordu.

Halen Anıtkabir’de bir kısmı sergilenen kitaplar ancak 2000’li yıllarda Türkçe’ye çevrilebildi. Tercümelerde Maya dili de dahil tüm lisanların Mu dilinden türediği belirtiliyordu. Kayıp Mu Kıtası ve Mu’nun Çocukları Anıtkabir kitaplığında 1301, 1302 no ile kayıtlıdır. Çeviri metinleri ise kitaplıkta 4 dosya halinde bulunur.

Atatürk Mu’da geçen Tanrı kavramıyla yakından ilgilenmiş, yaratıcının insan aklıyla anlaşılamayacağı, şekillendirilemeyeceği ve adlandırılamayacağı üzerinde durmuştu. Türklerin kökenini ortaya çıkarmak Atatürk’ün en büyük isteklerinden biriydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlıların son dönemlerinde Türklük Akımları üzerine yapılan araştırmaları derledi. Atatürk’ün isteğiyle birçok bilim adamı ve araştırmacı bu alanda araştırmalar yaptı. Yabancı bilim adamları davet edildi. 1930′da Türk Tarih Kurumu kuruldu.

KAYNAKLAR:

Bülent Pakman Kasım 2009. Son güncelleme Ağustos 2013. İzin alınmadan ve aktif link vermeden alıntı yapılamaz.

Bu yazıya bağlı diğer yazılarımızı da okumak için lütfen tıklayın:

Türk Kimdir http://wp.me/PAexV-2gA

Dukhalar: http://wp.me/PAexV-2Xq

Samiler: http://wp.me/PAexV-Xb

Skanlar: http://wp.me/PAexV-X

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.